Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

13 Temmuz 2012 Cuma

Biutiful

IMDB: 7,7
Rotten Tomatoes: % 64
Manalı Filmler: 9,5

Etkileyici, hatta çok sarsıcı…

Ki bu çok normal; altında Inarritu’nun imzası var.

Hatırlayalım kim olduğunu: 2000 yılında muhteşem “Amores Perros / Paramparça Aşklar-Köpekler” filmiyle kendini dünyaya tanıtan Meksikalı yönetmen… Daha sonra yaptığı uzun metrajlar ise “21 Grams” ve “Babel”… İki Oskar adaylığı var, ayrıca “Paramparça”dan sonra bu yıl da “Biutiful” Yabancı Film kategorisinde Oskar adayı oldu.

Fakat ödüller Inarritu’yu anlatmaya yetmez.

Ağır dramlara cesaretle yaklaşan, izleyicisinden de aynı tavrı bekleyen biridir o; filmleri serttir, tokat gibi çarpar insana.

Yaşayan en önemli yönetmenler arasında sayılmasının nedeni hem sinema zanaatına hakim ve kesinlikle çok yetenekli olması, hem de duyarlılığı… Tüm filmlerinde bireylerin iç dünyalarını olduğu kadar çevrelerini saran toplumsal dokuyu da irdeliyor, çeşitli sorunlara işaret ediyor.

Bu bağlamda, adeta her filmi birer ünlem işaretidir.

Bu kez de, korsan CD, çanta vb eşyaların sokaklarda satışını organize eden Uxbal’ın öyküsünü anlatırken, hem günümüzde çok az yönetmenin cesaret edebildiği kadar toplumsal olanın içinde, hem de ana karakterinin peşinden bir an ayrılmıyor, “küçük insan” denilen yapıdan dev bir anatomi çalışması çıkartıyor. Ayrıca, Uxbal’ın kanser hastası oluşu ve birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenmesi, Inarritu’ya yaşam, ölüm, miras bırakmak, sevdiklerinle vedalaşmak gibi spiritüel temalara açılma imkanı veriyor.

İlginç noktalardan biri Uxbal’ın ölülerle iletişim kurabiliyor oluşu, bu özelliğiyle tanınıyor, örneğin cenazelere çağrılıyor, ölülerin “öte tarafa” geçmesine yardımcı oluyor. Fakat senaryo işin bu kısmıyla fazla ilgilenmiyor. Bunu da karakterin çözümlenmesinde dikkate alınması gereken bir veri olarak kullanıyor sadece, bu veriyi ekleyince filmin ana öyküsü, ölümün bu kadar bilincinde olan bir adamın ölüme hazırlanması biçimine dönüşüyor.

Inarritu’nun asıl ilgilendiği yine bireyler ve bir balık ağı misali içinde yaşadığımız doku. Hatırlarsanız, daha önceki filmlerinde de birbiriyle ilgisiz, ama hayatın küçük anlarında yolları kesişen bireylerin öyküsünü anlatmış, dünyanın öte yanındaki bir olayın sonucunun gelip sizi bulabileceğini (vurabileceğini) vurgulamıştı. Bu kez hikayesi İspanyol Uxbal’la kesişenler arasında Çinliler ve Senegalliler de var. Dev bir kentte yerlerini bulmak, karınlarını doyurmak için didinip duruyorlar.

Inarritu’nun dikkat çeken bir başka özelliği ise film zamanıyla oynamak gibi yapısal deneylere girişmesiydi. İlk üç filminde hep senaryo yazarı Guillermo Arriaga ile birlikteydi, bir süredir ayrılar. Bu kez Inarritu yapısal deneylere boş vermiş, dümdüz, alışageldiğimiz biçimde anlatıyor öyküsünü, hatta o kadar ki tüm film “kamerayı koyup çekmişler” izlenimi veriyor. Uğraşılmamış gibi.

Oysa her anı titizlikle tasarlanmış ve ustalıkla kotarılmış bir film bu (Zaten sadece kurgusu 14 ay sürmüş). O yüzden çok etkili. Örneğin cesetleri sahile vuran talihsiz göçmenleri unutamayacaksınız.

Hele o vicdan azabı (ve haliyle Bardem’in yüzü) zaten belleğinizden çıkmayacak…
Açık Gazete, 16 Aralık 2010

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film ve Erkek Oyuncu dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 14 ödül ve 30 adaylık.

Biutiful
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Senaryo: Alejandro González Iñárritu, Armando Bo, Nicolás Giacobone
Oyuncular: Javier Bardem (Uxbal), Maricel Álvarez (Marambra), Hanaa Bouchaib (Ana), Guillermo Estrella (Mateo), Eduard Fernández (Tito), Cheikh Ndiaye (Ekweme)
Yapımcılar: Fernando Bovaira, Alejandro González Iñárritu, Jon Kilik
2010 Meksika, İspanya ortak yapımı, 148 dakika
Gösterim tarihi: 28 Ocak 2011
DVD firması: Tiglon

3 Temmuz 2012 Salı

Avukat

Güç-başarı odaklı Amerikan sosyal yaşamını eleştiren “Jerry Maguire”, “Milyon Dolarlık Bebek”, “Köstebek” gibi yakın dönem filmlerine sağlam bir örnek daha eklendi: “Şeytanın Avukatı”nın senaristi Tony Gilroy, yönettiği ilk eser olan “Avukat”da, benzer temaları, daha geniş açılımlarla ele almış

Krallığını genişletmek
“Avukat” filminin ana karakteri Michael’a oğlu “Krallık ve Fetih” isimli bir kurgusal-fantezi romanından bahsediyor, kitabı veriyor ve kuralları açıklıyor: Yeni topraklar fethetmek, bir başka deyişle etki ve kontrol alanını genişletmek için sadece kendi gücüne güven, diğer oyuncularla işbirliği yapabilirsin ama kimliğini kimseye açıklama, çünkü karşındaki düşmanın olabilir (zaten herkes rakibin)… Gilroy ve ekibi “Krallık ve Fetih”i, standart FRP (belli bir kimliğe bürünüp maceralar yaşadığınız, gizemleri çözerek ilerlediğiniz oyunlar) yapısında tasarlamışlar. Aynen “Avukat” filmi gibi… Ünlü “Bourne / Geçmişi Olmayan Adam” serisini de yazan Gilroy bu yapıya zaten aşina.

Gilroy’un FRP ile ilişkisi “Avukat” filmini çözümlemek için en uygun anahtar olduğu gibi, kendisini yakından tanımak için de çok elverişli bir malzeme. Açıkladığı üzere kendisi, 70’ler Holivud sinemasına bayılıyor, özellikle de Alan J. Pakula, Sydney Lumet ve Sydney Pollack’ın çalışmalarına… Bu 3 yönetmenden ne kadar etkilendiği “Avukat” filminin ilk 5 dakikasını seyretmekle bile anlaşılabiliyor, çünkü filmin görsel yapısı o tarz sinemayla aynı: Çoğunlukla dar mercek kullanımı, sıkışık kadrajlar, popülist filmlere oranla düşük bir film temposu, minimalist oyunculuk ve müzik kullanımı, koyu renkler ve bunaltıcı bir atmosfer… “Avukat”da da dahili mekanlar şaşaadan uzak ve gölgeli, neredeyse tüm harici sahneler ya yağmurlu veya gece… Bu görsel yapı sayesinde “Avukat” da selefleri gibi “fazla gerçek” görünüyor (zaten bu amaçla, çekimleri stüdyoda değil gerçek mekanlarda yapmak gibi kararlar alınmış). Keza “Avukat”da da ana karakter bir anti-kahraman; kendini sosyal/siyasi bir meseleyle ilintili bir tuzağın içinde buluyor, film boyunca karşılaştığı (bazıları ölümcül) sorunlarla güç bela başa çıkabiliyor ve film mutlu son şablonuna prim vermiyor.

Bu açıdan bakıldığında “Avukat”ı, “Serpico” (Lumet), “The Parallax View” (Pakula) veya örneğin “Three Days Of The Condor-Akbabanın Üç Günü”nün (Pollack) devamı olarak görmek mümkün; ama fazlası da var: Gilroy sistem-insan ve hayat-insan ilişkisine de dikkat çekiyor, ki bu daha evvel yapılmamıştı.

Bir önceki paragrafta bahsi geçen filmlerde kahramanımız Naziler, CIA veya Derin Devlet kaynaklı bir meselenin ortasına düşer. İnsanların ölmesine neden olan şey sistemdir, suçlu ise yöneticiler (Zaten Holivud’un ana prensibi sistemi değil, bireyleri suçlu göstermektir)… İşlenen macera ise özel bir durumdur; herhangi bir gün, herhangi birinin başına gelemeyecek bir şey…

“Avukat”da ise Gilroy, sistemin, bu türden meselelerin her an ortaya çıkmasına yol açacak kadar geliştiğini, bu hikayelerin sıradan olaylar haline geldiğini gösteriyor. Bir başka deyişle sistemin kendisi bir tuzağa dönüşmüş… En azından yüksek seviyelerde… (“Şeytanın Avukatı”nda sistemi Şeytan yönetiyordu, bu kez o da yok, çünkü ona ihtiyaç yok…) 3 milyar dolarlık davaların söz konusu olduğu alanlarda sistem, yasa dışılığı meşrulaştırıyor. “Kölesi” olan kişileri, yani gece gündüz demeden bağlı olduğu şirket için çalışan Karen’leri, Marthy’leri ödüllendiriyor ve “çürük elma”ları ayıklıyor: Arthur gibi psikolojik sorunları, Michael gibi kumar bağımlılığı olanlar her an sistemin dışına itilebilirler ki bu, onlar için “hiç” olmak demek… “Birisi” olarak kalmanın yolu “temiz yaşamak”tan geçiyor, yani kendini sadece ve sadece işine adamaktan…

Karakterlerinin “suçlu sistem”le neden ve nasıl işbirliği yaptığını da irdeleyen Gilroy, kimseyi standart “kötü adam” olarak çizmediği gibi, aslında herkesin her açıdan haklı olduğunu özellikle vurguluyor (örneğin “iyi” Michael ile “kötü” Karen arasında çok benzerlik var). Dolayısıyla “Biz insanlar böyleyiz, bu nedenle de sistem böyle” cümlesine varıyor…

Savunma psikolojisi içinde yaşıyor, kendi küçük krallıklarımızı genişletmeye, en azından sınırlarını korumaya çalışıyoruz. Çünkü ne kadar büyük (güçlü) olursan o kadar çok kazanıyor ve kendini o kadar iyi koruyabiliyorsun… 600 avukatın çalıştığı hukuk şirketinin ortaklarından Marty’nin de, dev U/North şirketinin hukuk danışmanı Karen’in de hedefleri aynı: Mümkün olduğunca çok büyümek… Bu uğurda gereken her savaşa girmek, kazanmak için gereken her şeyi yapmak…

Yani hiçbirimiz “masum değiliz”…

Daha önceki bazı çalışmalarında da Gilroy, ana karakterinin, içinde debelendiği tuzakla doğrudan ilişkili olduğunu göstermişti: Örneğin avukat Kevin’in (K. Reeves) yaşadığı felaketin sorumlusu Şeytan (A. Pacino) değil, bizzat kendisidir: Sunulan seçenekler içinden hep kötüsünü, ahlaksız olanını seçmiştir… Keza Jason Bourne (M. Damon) da, 3. filmin sonunda kendisiyle karşılaşır, yaşadığı ölümcül serüveni kendi tercihinin başlattığını öğrenir.

Ana karakterlerini masum/mağdur/kurban olarak çizmemesi, Gilroy’un Pollack-Lumet-Pakula çizgisinden önemli farklılıklarından biri…

Yap-boz ve FRP
Sistem-insan ilişkisine dair cümleleri –seleflerininkinden- daha gerçekçi olan Gilroy’un hayat-insan ilişkisine dair kurduğu tümce ise daha da şaşırtıcı ve Orson Welles’inki kadar önemli: Başyapıtı “Citizen Kane / Yurttaş Kane”de, Kane’in ikinci karısının yap-bozlara sardırdığını gösterirken Welles’in amacı seyirciye bir anahtar sunmaktı: “Yurttaş Kane”i analiz edebilmek için filmin de bir yap-boza benzediğini anlamak gerekir; karmakarışık sunulmuş parçaları yerli yerine oturtursanız, resmin tamamı ortaya çıkar, filmin/Welles’in muradının ne olduğu da anlaşılır…

Welles’in temel meselesi “anlamak”la ilişkiliydi; seyirciden bir insanı tanımanın ne kadar zor olduğunu anlamasını talep eden bir film için yap-boz ideal bir metafordu. Gilroy’un meselesi daha karmaşık: Michael neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama bu yeterli değil; her yeni idrak seviyesinde, “doğru” hamleyi bulup yapması da lazım. Seçimler de çok önemli.

Aynen FRP’lerde olduğu gibi…

Gilroy’un FRP’leri bu kadar önemsemesinin nedeni de zaten bu: Bir FRP, hayatın –yap-boza oranla- daha gelişmiş bir metaforudur…

Filmin kilit sahnesinde Michael kırda gördüğü üç ata daha yakından bakmak amacıyla arabasından uzaklaştığında araca yerleştirilmiş bomba patlıyor, yani atlara bakması yaşamını kurtarıyor. Üstelik bu sahne ortalık yeni ağarmışken gerçekleşiyor, yani bir “aydınlanma” anıyla karşı karşıyayız. O an Michael, çok önemli iki şeyi anlıyor: Birincisi, yaşamı bir FRP’ye dönüşmüş (“Krallık ve Fetih”in bölümlerinden birinin başında, kırdakilerden birine çok benzeyen bir atın resmini görmüştü)… Ve ikincisi, içinde debelendiği FRP, artık yeni bir aşamaya varmış, oyun çok sertleşmiş. Bir oyuncu olarak Michael sert oynamayı tercih etmeyebilir, ama diğer oyuncular ona bu hakkı tanımıyorlar…

FRP’lerde çocuğunuzu iyi yetiştirdiğiniz veya evinize şahane bir bahçe yaptığınız için puan alamazsınız, sadece zaferler puan getirir. Yani FRP, hayatın sınırlı bir simülasyonudur, sadece kazanmak için geçerli araçların (silah, maden vs) olduğu sınırlı bir evrendir.

O nedenledir ki insan hayatlarının FRP’ye dönüşmüş olması çok tehlikelidir.

Bu tehlikeyi anlayan Michael FRP’yi terk etmeye karar veriyor (kendi seçimleri sonucu oluşan tuzaktan ancak böyle çıkabilir zaten). Bir taksiye biniyor, cebindeki son parayı taksiciye uzatıp kendisini oradan “elli dolarlık uzaklaştırmasını” istiyor. Hem dramatik, hem de felsefi açıdan çok etkileyici olan bu replik, “ne halleri varsa görsünler” gibisinden bir anlamı da içeriyor, “hiçbiriniz bir FRP’de yaşamaya mecbur değilsiniz” manasına da geliyor.

Gücünü artırmak
Sinemaya aktarmak bakımından kimi zorluklar taşıyan, biraz da geniş tutulmuş bir senaryoyu, tüm güçlükleriyle başa çıkarak, dengeli, sakin, olgun bir yönetmenlikle filme aktarmayı başaran Tony Gilroy, böylelikle, kariyerinin bir “üst aşamasına” tırmanmış oluyor. Yanında Sydney Pollack ve George Clooney de var. Yani Holivud’daki az sayıdaki muhaliflerin üçü, ilk iş birliği denemelerinden yüz akıyla çıkmış oluyorlar.

Bu da Holivud’daki güç ve kontrol alanlarını, yani “krallık”larını genişletmeleri anlamına geliyor…

Ki bu, çok sevindirici bir gelişme; çünkü Holivud yıllardır tüm dünyayı, kendi yarattığı sığ FRP’lerin batağında tutmaya çalışıyor…

Sinema, Ocak 2008

Michael Clayton / Avukat
Senaryo ve yönetim:
Tony Gilroy
Yapımcılar: Kerry Orent, Sydney Pollack, Steven Samuels, Jennifer Fox
Oyuncular: George Clooney (Michael Clayton), Tom Wilkinson (Arthur Edens), Tilda Swinton (Karen Crowder), Sydney Pollack (Marty Bach), Michael O'Keefe (Barry Grissom)
2007 ABD yapımı, 119 dakika
Gösterim tarihi: 23 Kasım 2007
DVD firması: Tiglon / Fida Film