Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

31 Ekim 2011 Pazartesi

Yeni Bir Başlangıç

Velhasıl Crowe Olimpus’tan ateşi çalıyor ama dönüp onunla Tanrılarının purolarını yakıyor…

IMDB: 7.3
Meta Critic: %77
Manalı Filmler: 8,0

Cameron Crowe ilk iki filmiyle Holivud’un ne içinde ne de dışında duran Amerikalı yönetmenlerden biri olarak tanınmıştı. 1989 yılındaki “Say Anything / Bana Sevdiğini Söyle” ve 1992’deki “Singles / Bekarlar” üretim biçimleri ve sinematografik yapılarıyla Holivud tarzı, içerikleriyle bağımsız/özgürlükçü sinemanın ürünleriydiler ama doğrusu -genel bir beğeni toplamış olsalar da- iki tarafa da yaranamamışlardı. Üçüncü filmi “Jerry Maguire” ile Crowe iki ayrı sinema tarzı arasında, tam sınırda durmaktan kaynaklanan “beynamaz” duruma bir son verip Holivud sularını kulaçlamaya koyuluyor.

Ancak “Jerry Maguire” tipik bir Holivud filmi değil. Ana temaları, özellikle başarı izleğini cüretkâr bir üslupla işlemesi, öyküsü ve öyküleme tarzıyla popüler sinemadan farklı bir tavırla yaratılmış bir film var karşımızda. Başarı temasını Holivud’un cesaret edemediği biçimde tartışmak, ama sonuçta geniş seyirci kitlelerinin beğenilerini okşamayı da ihmal etmeyecek bir film yapabilmek doğrusu kolay iş değil. Crowe 16 yaşında başladığı yazarlık kariyerinde edindiği deneyimi, müzik ve sinema alanlarındaki birikimini kullanarak, hayli ince eleyip sık dokuyarak hazırlamış filmini ve sonuçta bu zor işi başarmış.

Yönetmenin, öncelikle senarist olarak iki filminde de gördüğümüz ustalığı daha gelişmiş biçimiyle karşımızda bu kez; Crowe insanlar arasındaki ilişkileri, nüanslarıyla anlatmakta hayli yetenekli ve yaratıcı bir sanatçı, filmde Jerry ile karısı Dorothy arasındaki ilişki, uçaktaki, havaalanındaki ve özellikle ilk çıktıkları geceye ait sahneler bu ustalığın tipik göstergeleri. Crowe, Jerry ile tek müşterisi zenci futbolcu Rod arasındaki ilişkiyi işlerken de, özellikle ilk telefon konuşması ve futbolcuların soyunma odasının banyosunda geçen sahnelerde çok parlak performanslar sergiliyor. Zaten filmi benzerlerinden farklı kılan da öncelikle Crowe’un insanların küçük dünyalarına eğilme ve karakterlerinin derinliklerine girebilmedeki başarısı. Ana karakteri Jerry’den başlayarak, Dorothy’nin ablası Laurel, Rod’un karısı Marcee ve Jerry’nin zalim rakibi Bob’a varana dek çok sağlam çizilmiş karakterlerine hem mesafeli hem çok yakın durmayı başarıyor, onlara yer yer sevgiyle dokunurken, yeri geldiğinde alaya almayı da ihmal etmiyor. Özellikle ilk yarıda Jerry’nin beceriksizliğini, onu yere düşürmeye varacak kadar abartması -bir Holivud filmi için- saygın bir çaba.

Filmin açılışı Crowe’un üstün özelliklerinin bilincinde olduğunu gösteriyor. Dış sesten yararlanarak Jerry Maguire’ın dünyasını küçük fırça darbeleriyle çizen yönetmen, bir gazetede yayımlanmış, Jerry’nin, müşterisi olan sporcunun yanında bir miktar göründüğü fotoğrafı kullanımında olduğu gibi çok keyifli anlar yaratmayı iyi beceriyor. Jerry’nin yazdığı raporu şirkette dağıtmasına kadar süren bu ilk bölüm Holivud için çok yenilikçi sayılabilecek bir yapıda. Ancak filmin bu tavrı çok uzun sürmüyor çünkü Crowe bu kez sinemanın Kabe’sinin arzularını yerine getirmeye kesin kararlı.

Başarı temasını tartışmayı finale kadar sürdürüyor, ana karakterini “tutunamayan” konumuna bir yaklaştırıp bir uzaklaştırıyor, bu arada hoş bir sistem panoraması çizmeyi de ihmal etmiyor, küçük öykülerini, karakterleri arasındaki ilişkileri bir nehrin kolları gibi akıtıp getiriyor, ama sonunda anlattığı her şeyi sıradan bir Holivud romantik komedisinin sığ suları içinde bırakıyor.

Elindeki hikaye bıçak sırtı ürünlerden; rahatlıkla Jerry’nin tesadüfi başarısı olarak okunabilecek final, Dorothy ile ilişkilerinin düzeltilmesi ve ufaklığın olağanüstü atışı üzerine yapılan sohbetle başarıya övgü niteliğine bürünüveriyor. Tabii ki bunun asıl nedeni, maç sırasında Rod şiddetli bir çarpışmayla düştüğünde Crowe’un onu yerde bırakıp iki ailenin birden çökmesine razı ol(a)maması… Dolayısıyla başarıyla ilgili tartışmasını akıllıca sürdürüyor ama çıkardığı sonuçlar Holivud’un ayakta alkışlayacağı türden…

Velhasıl Crowe Olimpus’tan ateşi çalıyor ama dönüp onunla Tanrılarının purolarını yakıyor…

Geçim dünyası mı demeli?.. Sahi film Rod’un yerden kalkamadığı bir finalle bitse bu gişe başarısına ve Altın Küre ödülü ile En İyi Film dahil 5 Oskar adaylığına ulaşabilir miydi?..

Sonuçta film Holivud tarzı gariplikler listesinin anlamsız kalemlerinden biri olarak tarihe geçiyor: On altı yaşından beri parlak bir kariyer sürdüren bir yazar-yönetmen, 20 yaşından beri en beğenilen starlar arasında kalmayı başarmış, “Mission Impossible / Görevimiz Tehlike” filminin yapımcılığını üstlenmesi ve bu eserle elde ettiği gişe başarısıyla ticari zekasını da kanıtlamış bir yıldızla el ele vermiş, mesleğinde daha fazla yükselmek ve daha çok kazanmak için insanlara “yüreklerinin sesini dinlemelerini” öğütlüyor. Crowe’un yaptığını yapmak zaten hoş değil, dediğini yapmak ve filmden keyif alabilmek içinse Tom Cruise’un yalnızca “Görevimiz Tehlike”den 60 milyon dolar kazandığını unutmak gerekiyor.

Sinema, Sayı. 30, Mayıs 1997

Ödülleri:
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oskar; Film, Özgün Senaryo, Erkek Oyuncu ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı.
Ayrıca 22 ödül ve 14 adaylık.

Jerry Maguire / Yeni Bir Başlangıç
Senaryo ve yönetim: Cameron Crowe
Yapımcılar: James L. Brooks, Laurence Mark, Richard Sakai, Cameron Crowe
Oyuncular: Tom Cruise (Jerry Maguire), Cuba Gooding Jr (Rod), Renee Zellweger (Dorothy), Bonnie Hunt (Laurel), Kelly Preston (Avery), Jerry O’Connell (Frank)
1996 ABD yapımı, 138 dakika
Gösterim tarihi: 4 Nisan 1997
DVD firması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment

26 Ekim 2011 Çarşamba

Elizabethtown

Her şeyi doyasıya yaşamak ama yapışmamak, bataklığa dönüştürmemek. Claire'in başarısızlık konusunda Drew'a önerdiği gibi: "Ona sarıl, onu hisset, sonra bırak gitsin."

IMDB: 6.3
Rotten Tomatoes: % 28
Manalı Filmler: 8.5

Mümkün müdür sevmemek Cameron Crowe filmlerini?

"Say Anything / Bana Sevdiğini Söyle"den beridir, 16 yıldır yani, iki elim kanda olsa yeni filmini kaçırmayacağım birkaç yönetmenden biridir kendisi. Başarısıyla gururlandığım bir arkadaş gibidir, örnek almaya çalıştığım bir ağabey, yanında diz kırıp öğütlerini, öğretilerini dinlediğim bir hoca...

Tutkulu bir adamdır bir kere; sinemayı, müziği, karısını (ve daha kim bilir neleri) delicesine sevdiği bellidir. Heyecanlıdır, tutkusu taşar içinden, perdeden seyirciye yayılır. Sever paylaşmayı, filmlerini en sevdiği öğelerle oya gibi işler, örneğin müzikle. Yönettiği 6 filmde Yes'den Soundgarden'a onlarca grubun yüzden fazla şarkısını kullanması bir yana, sadıktır da sevdiklerine, sadece "Almost Famous / Şöhrete Bir Adım"da Rolling Stones muhabirliği yaptığı günlerde üyelerini yakından tanıdığı Led Zeppelin grubunun 5 şarkısı yer alır.

Bu yüzden bir Crowe filmi izlemek Drew'un Claire'in hazırladığı haritayla yolculuk yapmasına benzer. Şu farkla ki baştan sona bizzat Crowe rehberlik yapsa bile yetişemezsiniz çünkü sadece "Vanilla Sky"da tam 428 gönderme vardır popüler kültüre. Bunu da gene kendisi açıklar. En Tutkulu Yönetmen Oscarı'nı almaya ahdettiğinden değil, ona doğal gelir böyle olması; mümkün müdür Memphis'ten geçip de Elvis Presley'in evini gezmemek? Heart grubundan Nancy Wilson'la evli olup da her filmine karısının şarkılarını ya da fotoğrafını koymamak mümkün müdür? Veya birlikte besteledikleri şarkıları? Aynı şekilde Billy Wilder'ın hayranı olup da filmlerinde bu büyük yönetmene saygı duruşunda bulunmamak olanaksızdır onun için, tanışıp arkadaş olunca dayanamaz oturup bir de kitap yazar Wilder hakkında.

Büyük bir aşkla yapar filmlerini, o aşk size de bulaşır, seyredip kalkmak imkansızdır, film saatler sürsün istersiniz, hatta istemezsiniz, Drew'la Claire arasındaki o çok uzun telefon konuşması gibi kendiliğinden oluverir... Direnseniz bile uzun süre yankılanır içinizde Cameron Crowe filmleri.

Her şeyi çok ciddiye alır, ama delifişek yaradılışlıdır, en olmadık yerde, en beklemedik şeyi yapar, Claire gibi... Romantik komedi filmlerinin kadın karakterleri öyle olur genelde ama Crowe tutar Hollie'ye, ölen eşinin anıldığı gün sahnede (hem de "Moon River" eşliğinde) tap dansı yaptırır. O da yetmez, efsanevi Lynyrd Skynyrd şarkısı "Free Bird"ü sahnede yerel bir gruba çaldırırken (kim bilir belki de sadece gitarların karşılıklı çağıldadığı uzun sözsüz bölümünü kısa geçmemek arzusundan) gösteri için hazırlanmış kuş maketinin tutuşmasını arzu eder. Seyirci "özgür kuş" yandı diye üzülür, eleştirmen kafasında hazırlamakta olduğu analizin ciddi bir manevra yapması gerektiğini düşünürken, yaşam devam eder, bir bakarsınız yangın söndürücüler çalışmış, ciddi görünüşlü balo salonu, altında aşkın da yaşandığı bir yaz yağmuruyla sırılsıklam.

Yaşam böyledir der gibidir sanki: Ölümün ağırlığının bizi ezmesine izin vermemiz gerekmez; giden gitmiş, yapacak bir şey yok, onu gülerek de anabilir, ölümü güldürerek de anlatabiliriz: Drew'a dönüş yolculuğunda babasıyla hesaplaşma yaşatır Crowe, ağlatır da hatta, ama babasının küllerinin durduğu vazoyu balo salonunda unutturur. Ertesi gün aynı Drew babasının küllerini Claire'in ve kendisinin sevdiği yerlere serpecektir, dünya güzeli bir ırmağa örneğin...

Evde baş köşeye koyup bakıp bakıp ağlasa mıydı dersiniz?

Bilmem ki Crowe dışında bir yönetmenin filminde var mıdır, tabut mezara inerken sarsılınca müteveffanın yaslı eşinin kikirdemesi? Acaba başka bir senaristin aklına gelir mi, acılı kahramanına kaldığı oteldeki düğün misafirlerine ait biraları çaldırmak?

Sinemayı da çok sever Crowe, çok da ciddiye alır, ama uzmanı olmayanların "hafif" sanabileceği bir tarz geliştirmiştir çünkü kendisini çok önemsemez. Yeteneklerini, bilgisini seyircinin gözüne sokmaya çalışmaz. Oysa özellikle açılış sekansı ve karakter tanıtımıyla çağdaş bir klasik mertebesine erişen "Jerry Maguirre / Yeni Bir Başlangıç"tan bile çok ilerdedir artık, daha hızlı, daha ustadır, özellikle açılışta (ve örneğin Drew'un otel odasında telefonla konuştuğu sahnelerde) olağanüstü bir ritm duygusuyla yaylım ateşe tutar seyirciyi, fakat kimseyi de bunaltmaz, karakterlerini de okşar sanki, seyircisini de; öylesine şefkat doludur.

Aşk, yaratıcılık, fedakarlık, hayatın beklenmedik olayları, başarı/başarısızlık gibi temaları hep severdi Crowe, epeydir spiritüalizmle de yakından ilgili, "Jerry Maguirre"dan bu yana geçen 10 yılda çok da geliştirmiş kendini. "Elizabethtown"da da ruhsal temalar ciddi bir yoğunlukta fakat gökyüzündeki bulutlar gibiler, düşkünü olup özellikle onlara bakmadıkça kaçırırsınız.

Örneğin Crowe bilir, kınamak değildir aslolan, Samson'un yaramazlığından şikayet etmenin bir yararı yoktur, önemli olan eğitici bir video kaset bulup çocuğa izletmektir; yani sorunu çözmek...

Claire'in Drew'u bunalımdan çekip çıkarması gibi.

Alkış beklemeden.

Örneğin her şeyi doyasıya yaşamak ama yapışmamak, bataklığa dönüştürmemek.

Claire'in başarısızlık konusunda Drew'a önerdiği gibi: "Ona sarıl, onu hisset, sonra bırak gitsin."

Yaşama değer vermekle onu insanı bunaltacak kadar ciddiye almak arasındaki ayrımı Crowe da bilir, anlamıştır ki elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka çare yoktur, gerekmez her şeyi büyütmek... Filmini hafif, kendisini orta sınıf bir yönetmen sananlara gizlice gülümser. Mevlana'nın "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır" biçiminde ifade ettiği gerçeği idrak etmiştir, kimin neyi ne kadar anladığını dert etmez.

Oysa nasıl da ustadır: Drew bira çalarken damat adayı Chuck'a yakalanınca başlayan, telefondaki Claire'in de katıldığı sohbet, pırıl pırıl parlar örneğin, Hollie'nin kocasını anma konuşması olağanüstüdür. Hele 1992 yapımı "Glengarry Glenn Rose"dan çıkıp gelmişe benzeyen Alec Baldwin'in (Phil) Drew'a yaptığı, "kovuldun" sözcüğünü içermeyen ama anlamını taşıyan konuşmaya şapka çıkarmamak mümkün müdür? Hepsi bir yana, iki kelimelik bir cümleyi (İyiyim/I'm fine) daha ilk on dakikada belki yirmi ayrı kılıkta kullanması yetmez mi gayet iyi bir yönetmen ve senarist olduğunu anlamaya? Kolay mıdır filmin tamamına sinen o yüksek ritmi yakalamak, o ritmi oluşturan binlerce planı çekmek?

Sözün kısası Crowe'u en çok, elindeki tüm imkanları en akıllıca biçimde kullandığı için severim: Hayat ve sinema konusundaki tüm bilgisini ve yüreğinde köpüren bütün duygularını belli bir dengede kaynaştırmayı becerir, bunlarla yoğurur hamurunu, teknik bilgiyle pişirir, önümüze getirir. Yersiniz. Sorularınız olur belki de, örneğin Claire'in Ben adında bir sevgilisi olup olmadığı netleşmemiştir kafanızda, sormak için bakınırsınız çevreye...

Oysa Crowe çoktan uzaklaşmış, yeni bir projeye dalmıştır.

Bilir çünkü, her sorunun yanıtı zaten vardır.

Film+, sayı: 9, Aralık 2005

Meraklısına:
yazıyı bugün yeniden yayımlarken bir ek yapmak istedim: Bu filmin bunca eleştirilmesinin temel nedeni sıradan bir romantik komedi olarak algılanması ve o türün şablonlarına uymaması... Film analizi filmin adıyla, afişiyle başlar, ilk sahne (özellikle ilk replik) ve tabii ki final çok büyük önem taşır. Bu açıdan bakıldığında bu filmin romantik komedi olmadığı çok belli, Crowe bunu adeta gözümüze sokarak anlatmış zaten: Drew'ün dış sesiyle sunulan final sahnesi balıklardan söz ediyor ve özellikle ayarlanmış en son kelime, filmin asıl konusunu açıklıyor: "Hayat".

Elizabethtown
Senaryo ve yönetim: Cameron Crowe
Yapımcılar: Cameron Crowe, Tom Cruise, Paula Wagner
Oyuncular: Orlando Bloom (Drew), Kirsten Dunst (Claire), Susan Sarandon (Hollie), Alec Baldwin (Phil), Bruce McGill (Bill), Judy Greer (Heather), Jessica Biel (Ellen)
2005 ABD yapımı, 123 dakika
Gösterim tarihi: 4 Kasım 2005
DVD firması: Tiglon / Paramount Pictures

21 Ekim 2011 Cuma

Düşler Tarlası

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: %88
Manalı Filmler: 9.5

Indigo, Kristal gibi isimler verilen “zamane çocuklarının” farklı/üstün özellikleri hakkında kitaplar yayımlanıyor, belgeseller yapılıyor ya, bu varlıkların dünyayı nasıl değiştireceklerini görmek için sabırsızlanıyorum.

Dünyayı güzelleştirecekleri kesin, çünkü 68 kuşağı da bunu başarmıştı. Onlarda da benzer bir güç, cesaret ve inat vardı. “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi” demek cüretini göstermiş, “gerçekçi ol, imkansızı iste” kelimeleriyle özetlenen bakış açısını insanlığa hediye etmişlerdi.

Başka üstün özelliklerinin yanı sıra “Düşler Tarlası”, etkileyici bir “68 kuşağı güzellemesi”... Bu bağlamda o kategorisinin en başarılı eserlerinden biri.

Filmin ana karakterleri (yazar Terence dahil) hayata teslim olmayan, elindekilerle yetinmeyen, düşlerini kovalayan, ne yaparsa yapsın “sıradan” olamayan, manevi değerlere saygı duyan, hayli hayalperest ve kesinlikle naif insanlar. Ancak onlar böyle bir hikayeyi yaşayabilir ve başkalarına anlatabilirler:

Çiftçi Ray, bir akşam mısır tarlasında “İnşa edersen o gelecek” diyen kaynağı belirsiz bir ses duyar, oraya bir beyzbol sahası kurar. Ölümünden uzun yıllar evvel şike nedeniyle oynaması yasaklanmış ünlü beyzbolcu Ayakkabısız Joe (ki gerçekten yaşamış biri ve ABD’de hala ünlü) ve arkadaşları belirip oynamaya başlarlar. Fakat Ray hala asıl “kimin” geleceğini anlayamamıştır ve Ses’in ona neden “Acısını dindir” dediğini…

Tüm bunlar olurken Ray maddi sıkıntılar içindedir, sadece kendisinin ve ailesinin görebildiği hayalet sporcular oynamaya devam edebilsinler diye sahayı korumaya çalışırken tüm çiftliğini kaybetmesi riski vardır.

Bu öyküyü tasarlayan W.P. Kinsella, Kanadalı bir Edebiyat profesörü, kısa hikayeleriyle ünlü, iki de romanı var. Değişmeyen temalarından biri Kızılderililer, çoğunlukla bugünkü yaşantıları ve beyzbol. Bu iki ana tema filme hayli ilginç biçimlerde sirayet etmiş, sonuçta ortaya, öyküleme tekniklerini çok ustaca kullanan, çarpıcı bir hikaye çıkmış.

Gerçeklikle ilişkisi bakımından da çok özel ve önemli bir film bu... Öykü çoğunlukla yapıldığı gibi tek bir fantastik tema üzerine kurulmamış, -zaman kayması gibi- bazıları bilimkurgu literatürüne ait pek çok öğeyi iç içe kullanıyor ve hepsinin toplamından yeni bir hayat tarifi çıkarıyor. Üstelik kesinlikle ciddiye alınması gereken bir çerçeve bu, “insan olma hali”nin etkileyici bir betimlemesi: Kişisel yaşantılarımızdan kaynaklanan acılar, ölen yakına duyulan hasret, içimizde ukde kalan şeyler vb temalar, haliyle varoluşçu kulvarlarda dolaşıp sonunda özgürleşme izleğine ve spiritüel bir bakış açısına varıyor.

Özetle: Çok iyi yazılmış, oynanmış ve çekilmiş bir film, zamanında Yeni Sağ’a karşı en etkili muhalif eserlerden biriydi ve hala önemini koruyor…

Ödülleri:
En İyi Film, Uyarlama Senaryo ve Müzik dallarında Oskar adaylığı, Japon Akademisi En İyi Yabancı Film Ödülü, En İyi Dram dalında Hugo adaylığı
Ayrıca 5 ödül ve 7 adaylık.

Meraklısına:
Amerikan Film Enstitüsü’nün belirlemesine göre en başarılı 6. fantastik film. Yine AFE listesine göre, “İnşa edersen o gelecek”, tüm sinema tarihinin en iyi 39. repliği.

Romanda Ray ünlü “The Catcher in the Rye / Gönülçelen” romanının yazarı J. D. Salinger’i arıyormuş. Ünlü yazarın o romanda adının geçmesinden mutsuz olduğu öğrenilince senaryo değiştirilmiş, hayali bir karakter kullanılmış.

Archibald Graham gibi Joe Jackson da gerçek bir oyuncu. 1908-1920 yılları arasında oynamış ve 1951’de ölmüş olmasına rağmen, hala en ünlü beyzbolculardan biri. Trajik bir hikayesi var: Şike yaptıkları gerekçesiyle 7 takım arkadaşıyla birlikte ceza almış, profesyonel kariyeri sona ermiş, karısıyla lokanta işleterek geçimini sağlamış ve –suçsuz olduğunu kanıtlayamadığı için- mutsuz ölmüş. Yıllar sonra diğer 7 kişi kendilerinin şikeye karıştıklarını ama Joe’nun haberi bile olmadığını açıklamışlar.

Seçme replikler:
Terence Mann: “İnsanlar gelecek Ray. Kendilerinin bile anlayamayacağı nedenlerle lowa'ya gelecekler. Ne yaptıklarını bilmeden evine giden yola girecekler. Çocuklar kadar masum, geçmişe özlem duyarak kapına gelecekler. Onlara 'Elbette etrafa bakabilirsiniz' diyeceksin. ‘Kişi başına sadece 20 dolar.’ Hiç düşünmeden parayı verecekler. (…) Ve maçı izleyecekler, sanki kendilerini büyülü sulara bırakmışlar gibi. Anılar o kadar yoğun olacak ki onları gözlerinin önünden kovmaları gerekecek. İnsanlar gelecek Ray. Yıllardır değişmeyen tek şey beyzbol oldu. Amerika silindir gibi yuvarlandı durdu. Bir karatahta gibi silindi, yeniden kuruldu, yeniden silindi. Ama beyzbol hep döneme damgasını vurdu. Bu saha, bu oyun. Bunlar geçmişimizin bir parçası Ray. Bize bir zamanlar her şeyin iyi olduğunu ve yeniden öyle olabileceğini anımsatıyor. İnsanlar gelecek Ray. İnsanlar kesinlikle gelecek.”

Açık Gazete, 19 Ağustos 2011

Field of Dreams / Düşler Tarlası
Senaryo ve yönetim: Phil Alden Robinson (W.P. Kinsella’nın "Shoeless Joe" isimli romanından)
Yapımcılar: Charles Gordon, Lawrence Gordon
Oyuncular: Kevin Costner (Ray Kinsella), Amy Madigan (Annie Kinsella), Gaby Hoffmann (Karin Kinsella), Ray Liotta (Ayakkabısız Joe Jackson), Timothy Busfield (Mark), James Earl Jones (Terence Mann), Burt Lancaster (Dr. Archibald 'Moonlight' Graham), Frank Whaley (Archie Graham)
1989 ABD yapımı, 107 dakika
DVD firması: As Sanat / Universal Pictures

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kıyamet Gecesi

IMDB: 4.9
Rotten Tomatoes: % 52
Manalı Filmler: 9.0

Bazı filmler –alışılagelmiş kalıplara uymadıkları için- seyirciye ve sinema eleştirmenlerine birkaç beden büyük geliyor.

Sırf bu yüzden, eserde ciddi bir sorun olmadığı halde, o filmi yapanlar ağır bedel ödüyor; film hak ettiğinden çok daha düşük gişe yapıyor, daha az yıldız alıyor.

Seyirci ve sinema otoritelerinin ezici çoğunluğu, film dilini okumaktaki yetersizliğinin faturasını bu kez Brad Anderson’a kesti. Tipik bir bilimkurgu-korku filmi olarak algılanan “Kıyamet Gecesi”, o şablona uymayan yönleri ve yanıtsız bıraktığı sorular yüzünden başarısızlık abidesi olarak tarihe geçti.

Oysa çok başarılı ve inanılmaz önemli bir film…

İnsanlığın geleceğine dair bir kehanette bulunmakla kalmıyor, olası bir felaketle karşılaşılırsa hayatta kalmak için ne yapılması gerektiğini de izah ediyor. Ana karakterlerden kimin neden karanlığa direnemediğini, kimin nasıl hayatta kalmayı başardığını gösteriyor, ayrıca çok güçlü sahnelerle seyirciye benzer bir deneyim yaşatıyor. Bunlar zaten filmin aynı zamanda çok da manalı ve yararlı bir eser olduğunu kabul etmek için yeterli.

Üstelik dahası var: Seyircinin filmden daha da fazla yararlanması için eseri çözümlemesine yardımcı olacak tüm veriler doğru şekilde yerleştirilmiş, analiz çabasında yanlış yollara sapması engellenmeye çalışılmış. Açılış sekansında Paul’un okuduğu kitaptaki başlıklar ve büfeci kızla yaptığı sohbette geçen cümleler, eserin “bildik konular ve klişeler”le kotarılmış tipik Holivud filmlerinden biri olmadığını belirtiyor ve seyirciyi uyarıyor: Hayatta/evrende kara madde ve Roanoke olayı gibi henüz açıklanamamış pek çok şey var, bunu zaten kabullenerek yaşıyoruz. Bu filmde izleyeceğin her şeyi açıklamaya çalışma, eser bununla ilgili değil.

Ana karakterlerin barda buluştukları sekansta geçen diyaloglar, filme temel oluşturan fenomenin bilimsel veya dini açıklaması olmadığını vurguluyor. O karanlık nasıl oluştu, içindeki “şey”ler nedir, insanları neden çekip alıyorlar vb sorular, filmin asıl meselesi değil.

Çünkü o karanlık (ve tabii ki ışık kelimesi de) bir metafor, mecazi anlamıyla ele almak gerekiyor.

2012 yaklaşıyor, çeşitli kehanetler, 20-30 yıldır dünyada olagelen “tuhaflıkları” açıklama çabası giderek artıyor. Kimilerinin iddia ettiği gibi bir tür kıyamet yaşanırsa, asıl çabanız başınıza gelenlerin açıklamasını bulmak olmayacak, kendinizi ve sevdiklerinizi korumaya, hayatta tutmaya çalışacaksınız.

Bu filmi mutlaka izlemelisiniz, o zor dönemde, işinize çok yarayacak.

Hayli aşağılanmasına aldırmayın, bu film, çok düzgün bir iş olmasının yanı sıra, insanları o felakete hazırlayan çok az sayıda eserden biri, üstelik en geniş bilgi içereni.

Kendi kodlarını kullanarak analiz edildiğinde filmden şu cümleler çıkıyor: (Yeni Dünya Düzeni’yle ilintili) İlk felaket dalgasını sadece “kendi ışığını taşıyanlar” atlatabilecek.

Onların da sonraki günlerde ışığı canlı tutmayı başarmaları gerekecek.

Dikkatli olmak lazım: Rosemary’ye yaptığı gibi karanlık, çeşitli tuzaklar kuracak.

Luke’unki gibi iyi niyetle de olsa, kişisel zaaflar yüzünden yapılan hatalar ölümcül olabilecek.

Bilinen fizik kuralları işlemez hale gelecek, “doğanın yeni yasalarına” uyum sağlamak zorunluluğu doğacak.

“Kendi elindekinden başka ışığa güvenmemek” gerekecek çünkü bilgi ve mana açısından ortalık fena karışacak.

Öte yandan: Paul’ün başına geldiği gibi, karanlık kişiyi ele geçirse bile sonradan kurtulmak mümkün olabilecek.

Ve en önemlisi: İnsanlık tümden bitmeyecek.

Açık Gazete, 30 Eylül 2011

Meraklısına:
Bir filmi onu üreten sanatçıyla birlikte ele almakta gerekir: Brad Anderson, gerilim de çekse, romantik komedi de, hep bağımsızdı ve hiçbir zaman şablonlara uygun filmler yapmadı. Tür sinemasını ve klişelerle oynamayı, şablonları değiştirmeyi seviyor... Öte yandan filmi eleştirirken, diğerleri hadi neyse, "The Machinist / Makinist" ve "Transsiberian / Sibirya Ekspresi"ni yapan bir yönetmenin bu kadar bayağı bir film çekmesi ihtimalinin çok düşük olduğunu da dikkate almak lazım.

Evet, filmdeki "karanlık bir metafor", aynen "Blindness / Körlük" filmindeki hastalığın bir metafor olduğu gibi... Fakat maalesef o çok başarılı film de çok ağır eleştirilmiş, hatta bazı yazarlar hikayeyi çok saçma bulmuşlardı. Kayda geçmekte fayda var: "Körlük" Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun romanından uyarlandı, yönetmen koltuğunda ise "City Of God / Tanrı Kent" ile büyük başarı kazanan Fernando Meirelles oturuyordu.

Vanishing on 7th Street / Kıyamet Gecesi
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Anthony Jaswinski
Yapımcılar: Tove Christensen, Norton Herrick, Celine Rattray
Oyuncular: Hayden Christensen (Luke), John Leguizamo (Paul), Thandie Newton (Rosemary), Jacob Latimore (James), Taylor Groothuis (Briana)
2010 ABD yapımı, 92 dakika
DVD firması: Tiglon / Bir Film

13 Ekim 2011 Perşembe

Sibirya Ekspresi

Film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…

IMDb: 6.8
Meta Critic: % 72
Manalı Filmler: 8.0

Öncesinde 5 uzun metrajı vardı, ama Brad Anderson’ı dünyaya tanıtan “El Maquinista” (2004) oldu. Bağımsız filmler çeken bir yönetmen için rüya gibi bir projeydi “Makinist”, çok ilgi gördü, epey konuşuldu. Ve fakat ana konu, başrolü üstlenen Christian Bale oldu, rolü için 30 kilo zayıfladığı vs yazıldı çizildi, Bale’in oyunculuk başarısı geri kalan her şeyi gölgede bıraktı. Oysa “Makinist” Anderson’ın sinemasal bir dünya yaratma yeteneğini de gösteren bir filmdi. Ayrıca varoluşçuluğa ilgi duyduğu anlaşılıyor, oyuncu yönetimi, ışık, film ritmi ve kurguya olağanüstü hakimiyeti dikkat çekiyordu. Yönetmenin hayranlık duyduğu iki dev sanatçıya, Hitchcock ve Dostoyevski’ye yaptığı göndermeler de önemliydi, özellikle Dostoyevski etkisi yoğundu filmde: Bale’in canlandırdığı Trevor’ın, “Budala”yı okuduğu görülüyor, yan hikayelerden biri “Öteki”nin izinden gidiyor, suç ve vicdan azabı temalarına odaklanan ana öykü, “Suç ve Ceza”nın kalite ve lezzetine ulaşmaya çalışıyordu.

Sonuçta Anderson, çok düşük bütçeyle tipik Hitchcock eserleri yapısında bir film kurma başarısıyla ünlendi: Sıradan ve masum bir insanın kendini içinde bulduğu, sıra dışı, tehlikeli, çoğunlukla ölümcül yönleri olan, kontrol edemediği, hatta anlayamadığı, gerilimli bir maceradan sağ kurtulma çabası… 1970’lerde “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü” gibi politik gerilimler ve 80’lerde “Die Hard / Zor Ölüm” serisi gibi eserlerin öncülüğüyle bu yapı ciddi bir evrim geçirmiş, ama temel özelliği gene de değişmemişti: Maceranın kökeni “dışarısı” idi; ana kahramanımız, kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan, “kirli” bir dünyaya girmek zorunda kalır, birtakım kötü niyetli adamların yol açtığı bir fırtınada savrulurdu. “Makinist”in film teorisi açısından devrimci sayılması gereken yönleri, Dostoyevski temalarıyla ilişkiliydi: Macerayı başlatan dış değil, iç dünya idi, daha doğrusu “dışarıda” olup bitenlere karşı “içerde” yaşanan tepki… Ayrıca ana kahraman masum biri değil, vicdan azabından muzdarip bir anti-kahraman idi…

Yönetmenin yeni filmi “Transsiberian”, gene Hitchcock ve Dostoyevski etkileri belirgin olsa da, ilk bakışta “Makinist”e hiç benzemiyor, büyük bölümü Çin ve Rusya kırsalında ilerleyen bir trende geçen, büyük bütçeli, gösterişli macera sahnelerine de yer veren bir film var karşımızda. Öte yandan “Sibirya Ekspresi”, temaları itibarıyla, tipik bir Brad Anderson filmi…

Film hakkında kalem oynatan neredeyse herkesin “Strangers on a Train”, “A Lady Vanishes”, “North By Northwest” gibi klasik Hitchcock filmlerini anımsaması çok doğal, ama filmin “bağımsız yapım” olduğunu atlamamak gerekiyor. Dünya sinemasını yakından izleyen herkes bilir ki “Makinist” gibi bir filmi yapmayı başaran bir yönetmene Holivud’un kapıları ardına kadar açılır, hemen ertesi yıl, yüksek bütçeli ve -genelde- abuk sabuk bir gerilim-aksiyonun afişinde adına rastlanır. Brad Anderson bağımsız kalmayı tercih etti, bunun bedelini de ödedi, bir sonraki filmini gerçekleştirebilmesi yaklaşık 3 yıl sürdü ama, değerdi, özgürlüğünü koruması ve kendine özgü bir film yapması ancak bağımsız kalmasıyla mümkün olabilecekti.

Holivud, hele de başarıyla modernize edilebilmişse klasik Hitchcock yapısındaki senaryoları çekmeye hep meyillidir, ama Dostoyevski temalarıyla uzlaşması neredeyse imkansızdır. Hele de yüksek bütçeli filmlerde Holivud için hareket önemlidir, psikolojik ve felsefi derinlik sağlamak amacıyla maceranın ritminin düşürülmesine sıcak bakmaz. Anderson ise asıl bunlarla ilgileniyor: Kendi dışındaki dünyanın pisliği ve yozlaşmış kişilikleriyle karşılaşan ana karakterin nasıl değiştiği ve (küreselleşen) “kirli” dünyada nasıl var olunacağı sorunsalıyla… Verdiği röportajlarda, Ben Kingsley’in canlandırdığı Grinko karakterinin “Suç ve Ceza”daki müfettişten hareketle yaratıldığını söylüyor, zaten bu esinlenme çok belirgin, ama “Sibirya Treni”, içeriği açısından “Budala”nın temalarına daha yakın. Ve “Suç ve Ceza”nın ikinci cildine, yani “suç” değil, “ceza” kısmına, “ruhun arınması” (ve huzura kavuşma) temasına... Filmin ikinci, ana kahramanlar Roy ve Jessie’yi ilk gördüğümüz sahnesinde masumiyet ve şefkat temalarına vurgu yapılması çok anlamlı, nitekim öykünün tüm virajları Jessie’nin, -çok sonraları edindiği- etik değerlerini ve huzurunu koruma çabası, istemeden suç işlemesi ve vicdan azabı çekmesi sayesinde oluşuyor. Özellikle finalde, -hissettiği şefkatin sonucu olarak- macera sırasında epey zarar gören Abby’nin bir tür tazminat almasını sağlaması, böylece kendi kefaretini de ödemesi, yine Dostoyevski evreniyle paralellikler taşıyor. Hikayenin tüm iniş çıkışları arasında, bu saydığım temalarla beraber, tüm film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…

Sonuç olarak Anderson’ın ilk yüksek bütçeli, ana akım filmi olan “Sibirya Ekspresi”, hem benzerlerinden bir hayli farklı, hem de her şeyiyle o kadar başarılı ki yönetmen aynı çizgiyi sürdürmeyi uygun görürse, 4-5 yıl-film sonra “tipik Anderson yapısı”ndan söz etmek mümkün olabilecek.

Sinema, Ocak 2009

Transsiberian / Sibirya Ekspresi
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy
Yapımcılar: Julio Fernández, Todd Dagres
Oyuncular: Woody Harrelson (Roy), Emily Mortimer (Jessie), Ben Kingsley (Grinko), Kate Mara (Abby), Eduardo Noriega (Carlos)
2008 Almanya, İngiltere, İspanya, Litvanya ortak yapımı, 111 dakika Gösterim tarihi: 19 Aralık 2008
DVD firması: Rema Film / D Productions

4 Ekim 2011 Salı

Paul

IMDB: 7,1
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 8,5

Sonunda bu da yapıldı.

İyi ki de yapıldı.

Amerikan halkı ve Holivud uzaylı istilası temasını öylesine abarttı ki bu kültür sanki tüm dünyaya aitmiş gibi algılanır oldu. Aslında iyi, yararlı uzaylı karakterleri işleyen önemli eserler yapılmasına karşın, istila temasını işleyen “V” ve “4400” gibi diziler, “Indepence Day / Kurtuluş Günü” gibi kof filmler çok daha fazla ilgi görüyor. Haliyle popüler kültür bu temayı işlemeye, bu korkuyu çoğaltmaya devam ediyor.

Steven Spielberg’in yönettiği muhteşem “War Of The Worlds / Dünyalar Savaşı”, usta işi senaryosu ve yönetmenin ana akım sinema dili ve tekniğine olağanüstü hakimiyetine rağmen özellikle gençler için “fazla yukarda” kaldı; onlara, onların anlayacağı dille seslenen, daha hafif bir esere ihtiyaç vardı.

“Paul” bu boşluğu dolduruyor, seyirciye ayna tutuyor, içinde yetiştiği kültürden otomatikman aldığı ve “gerçek” kabul ettiği şeyleri yüzüne vuruyor. Üstelik bunu hayli genç işi bir üslupla, fena halde dalga geçerek yapıyor.

Daha da önemlisi, sadece uzaylı kültürüyle ilgili bir film değil bu, hayli geniş hacimli: örneğin sığ din algısından ABD’de hayli yaygın olan ünlülerle ilgili komplo teorilerine kadar uzanıyor, gizli teşkilatlar, derin devlet gibi konularda ortalama Amerikalı’nın algılayış biçimi ve inançlarıyla, saygı duyduğu çizgi romanlar ve bilimkurgu eserleriyle alay ediyor. Tabii ki sinema da eleştiri oklarından nasibini alıyor (“X Files / Gizli Dosyalar”dan “Mac and Me”ye çeşitli filmlere gönderme yapılmış, hatta “Alien / Yaratık” serisinde canavar uzaylıyla mücadele eden Sigourney Weaver’a rol verilmiş).

70’lerde Woody Allen ve Mel Brooks yıkıcı mizahın nefis örneklerini vermiş, seyirciyi filmlerdeki klişelerle yüzleştirmişlerdi. “Paul” o filmlerin yolunu izliyor.

Üstelik çok bilinçli kotarılmış, tam nereye ait olduğunu iyi biliyor: 1938’de Superman karakterini yaratan çizgi romancıların, 1951’de “The Day the Earth Stood Still / Dünyanın Durduğu Gün”le insanlığın en ciddi sorunlarını gündeme getiren Robert Wise’ın ve tabii ki 1982’de “E.T. the Extra-Terrestrial” ile algıları sarsan Spielberg’in yanında saf tutuyor.

Andığım bu eserler Amerikalıların abartılı uzaylı korkusuna karşı durmuş, uzaylıların ille de kötü niyetli olması gerekmediğini anlatmaya çalışmışlardı. Bu bakış açısını sahiplenen “Paul” daha da ileri gidiyor, uzaylıyı gerçek bir kişiliğe dönüştürüyor. O kadar ilginç ve başarılı bir karakter çalışması yapılmış ki, Paul’u iyi veya kötü diye sınıflamak imkansız.

Dahası var: İlk kez bir film, evrenin merkezinde olmadığımızı bu kadar net biçimde vurguluyor; bundan evvelki her uzaylı filminin dünya dışı canlılara insanın gözüyle baktığını idrak etmemizi sağlıyor: Ya bize yardıma gelmişlerdi veya istilaya. Paul’unsa bunlarla ilgisi yok, aslına bakarsanız dünya da, insanlık da çok da umurunda değil… Aynen E. T. gibi o da bilimsel görevle gelmiş ve tek istediği evine dönmek.

“E. T.” büyük yönetmenin insanlığa bir armağanıydı. 1977’de Spielberg “Close Encounters of the Third Kind / Üçüncü Türle Yakınlaşmalar”la “kötü uzaylı” algısına ciddi bir darbe indirmiş, uzaylılarla ilişkimizde korkunun tek seçenek olmadığını söylemişti… “E. T.” bir adım ötesiydi, bizden çok daha ileri bile olsalar uzaylılarla sevgi ilişkisi kurabiliriz, diyordu. Bu cümleyi temellendirmek için Spielberg uzaylı karakterini “küçük bir çocuk” gibi tasarlamıştı. Yetişkinlerin algısının ve onların kurduğu uygarlığın böyle bir sevgi ilişkisine hazır olmadığını, bunu ancak çocukların yapabileceğini iddia eden bir filmdi “E. T.”.

Paul ise bir “kişi”; E.T.’nin büyümüş hali gibi, artık delikanlı olmuş, dünyayı ve insanları epey tanımış, neyi ciddiye alacağını, neyi almamak gerektiğini öğrenmiş ve sigarasıyla, argosuyla, şakaları ve eleştirel düşünceleriyle hayli “serin takılıyor”…

Ana karakteri aracılığıyla film de seyircisine –özellikle gençlere- aynı tavrı öneriyor: Tüm bu teorileri, ana kültürün size söylediklerini o kadar da ciddiye almayın, takılın…

Paul
Yönetmen: Greg Mottola
Senaryo: Nick Frost, Simon Pegg
Yapımcılar: Tim Bevan, Eric Fellner, Nira Park
Oyuncular: Simon Pegg (Graeme Willy), Nick Frost (Clive Gollings), Jane Lynch (Pat Stevens), David Koechner (Gus), Jesse Plemons (Jake), Seth Rogen (Paul'ün sesi), Jason Bateman (Ajan Zoil), Sigourney Weaver (büyük patron), Kristen Wiig (Ruth Buggs), John Carroll Lynch (Moses Buggs)
2011 ABD, İngiltere ortak yapımı, 109 dakika
Gösterim tarihi: 8 Temmuz 2011
DVD firması: As Sanat