Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

22 Aralık 2011 Perşembe

Suç ve Ceza

IMDB: 7.1
All Rovi: 4/5 yıldız
Manalı Filmler: 9.5

Dostoyevski bir yapı ustasıdır; özellikle bu romanı dahiyanedir: Çok sayıda ana ve yardımcı karakterin öyküsü anlatılır, üstelik bunların hepsi (Raskolnikov üzerinden irdelenen) suç, günah, ıslah vb kavramlarla ilişkilidir. Bu temaları da en geniş hacimleriyle ele alır yazar, felsefi açıdan yoğun bir romandır, aslına bakarsanız, ana karakterin suçu, “nasıl yaşamak lazım?” sorusuna verilen bir yanıttır.

Romandan herhangi bir karakteri veya olayı ve hatta zekice kurulmuş düş sahnelerini çıkarmak mümkün değildir. Dahası var: Diyaloglar çok önemlidir, üstelik Dostoyevski kelimelere azami özen gösterir, örneğin romanın belli bir bölümünde kullandığı bir sözcüğü, bambaşka bir kısımdaki bir cümleyle ilişkilendirir. Ayrıca roman simetrik bir yapıdadır ve pek çok kelimenin, ismin çift anlamı vardır. Mesela “prestuplenie” sadece suç değil, günah ve ihlal etme, sınırı geçme anlamlarına da gelir. Ana karakterin adı, “muhalif, aykırı” manasındaki “raskol” sözcüğünden türetilmiştir vs.

Tüm bunlar “Suç ve Ceza”nın perdeye aktarılmasını çok güçleştirir. Öncelikle romanın uzunluğu yüzünden: Bu eserden 90-100 dakikalık bir sinema filmi çıkarmaya çalışmak beyhudedir. Yazarın kullandığı malzeme azaltıldıkça eserin yapısı bozulmakla kalmaz, karakterlerin derinliği, Dostoyevski’nin insancıllığı, din ve ahlakla ilgili meselelere ilişkin düşünceleri, varoluşa dair soruları ve sancıları da azaltılmış olur. O yüzdendir ki başarılı bir “Suç Ve Ceza” uyarlamasına rastlamak çok zordur, usta yönetmenlerin elinden çıksa bile: Öyküyü değiştirerek ABD’ye taşıyan Josef von Sternberg (1935) ve modernize eden Aki Kaurismaki (1983) başarısızlığa daha en baştan mahkumdular. Julian Jarrold’ın romana sadık kalmaya çalışan 2002 tarihli filmi bile, 200 dakika olmasına rağmen o muhteşem yapıyı aktarmakta yetersiz kalmıştır.

Bu filmlerin tek sorunu uzunlukları da değildir: “Suç Ve Ceza” başka bir dil ve coğrafyaya taşınmaya direnir (Romanın dönemin Rusya’sıyla yakın ilişkisini Stefan Zweig, “Üç Büyük Usta” kitabında yer alan Dostoyevski incelemesinde ayrıntılı irdeler). Örneğin Sonya’nın annesi veremli Katerina’nın akıl sağlığını an be an yitirerek ölmesi, başka bir kültürde yaşanması, hatta algılanması çok zor özellikler içerir: Katerina zavallı, yoksul bir kadındır, ama yer yer muhteşem bir sanat eserini yaratır ve oynar gibi davranır… Şiirsel bir sahnedir o, okurken hem yüreğiniz kanar, hem de tuhaf bir görkem duygusuyla dolarsınız… İşte bu karşıt duyguları, hem de belli bir uyum ve denge içinde sinemaya aktarmak neredeyse imkansızdır.

Lev Kulidzhanov, bunu başarmış…

Öncelikle esere olabildiğince sadık kalmış. Seçilen oyuncular ve mekanlar romana uygun, sıradan insanlar yine kaba ve acımasız, eserde ayrıntılı biçimde işlenen yoksulluk filmde de belirgin… Sahneler (çoğu kısaltılmış olsa da) esere alınmış (Romanın son kısmının filme alınmamasının nedeni, Raskolnikov’un İncil’e tutunarak arınmasının o dönemki siyasi iktidara uymaması olsa gerek) ve Dostoyevski evrenine uygun biçimde sinemalaştırılmış.

Çoğu sahnesi 5-8 dakika süren, bol diyaloglu bir filmi bu kadar etkili, bu kadar gerilimli ve dramatik kılmak, her babayiğidin harcı değil, “Suç Ve Ceza”yı izleyince diğer Kulidzhanov filmlerini merak etmekten kendinizi alamıyorsunuz.

Meraklısına:
Dostoyevski’nin ana ilham kaynağı, Fransız şair Pierre François Lacenaire imiş. İki kişiyi öldüren Lacenaire, duruşmada suçunu “sosyal adaletsizliğe karşı bir tür protesto” olarak savunmuş. 1836’da asılan şairin tavrı ve düşünceleri başta Balzac olmak üzere dönemin büyük yazarlarını derinden etkilemiş.

Açık Gazete, 11 Kasım 2011

Prestuplenie i nakazanie / Crime and Punishment / Suç Ve Ceza
Yönetmen: Lev Kulidzhanov
Senaryo: Nikolai Figurovsky, Lev Kulidzhanov (Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin aynı adlı romanından)
Oyuncular: Georgi Taratorkin (Raskolnikov), Innokenti Smoktunovsky (Porfiry Petrovitch), Tatyana Bedova (Sonya Marmeladova), Viktoriya Fyodorova (Avdotya Romanovna), Yefim Kopelyan (Svidrigailov), Yevgeni Lebedev (Marmeladov)
1970 SSCB yapımı, 240 dakika
DVD firması: Digital Kültür

2 Aralık 2011 Cuma

Fareler Ve İnsanlar

IMDB: 7.8
Rotten Tomatoes: % 100
Manalı Filmler: 9.5

Lewis Milestone'un anısına
(30 Eylül 1895 – 25 Eylül 1980)

“Kimdir, önemi nedir?” sorusunun kısa cevabı şu olabilir: 1910’lardan 60’lara uzanan etkileyici bir kariyere sahip bir yönetmen, ana akım sinemanın ilk büyük ustalarından biri. Uzun kaydırmalarla sahnenin duygusunu ve olay örgüsünü kesintisiz aktarmak gibi bazı anlatım tekniklerini keşfetmekle kalmamış, mükemmel uyguladığı için haleflerini ciddi biçimde etkilemiş bir şahıs.

Milestone yoksulluğu iyi bilirdi: 19 yaşında ABD’ye ayak bastığında cebinde sadece 6 dolar vardı.

Savaşı da iyi bilirdi: Rus ordusuna katılma zorunluluğundan kurtulmak için ülkesinden kaçmış, ama ABD adına savaşmaya mecbur kalmıştı.

Bu ikinci zorunlu yaşama/öğrenme sürecinden ilk başyapıtı “All Quiet On The Western Front / Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” doğdu. Şu nokta özellikle ilginç: Milestone Fransa topraklarında Almanya’ya karşı savaşmıştı, film ise Fransızlarla çarpışan Alman gençlerinin dramıdır. Yönetmenin zamanında “düşman” bilip kurşun sıktığı kişileri böyle bir sevgi ve duyarlılıkla işleyebilmesi şaşırtıcı ve takdire şayandır… Film hala önemli bir eser olarak görülür, romanın yazarı Erich Maria Remarque’a da yakışan bir iştir: Güçlü, namuslu, insancıl ve kesinlikle savaş karşıtı...

Aynı sıfatlar bir farkla ikinci Milestone başyapıtı için de geçerli: “Fareler Ve İnsanlar”daki savaş cephede değildir, yaşama kavgasının etkileyici bir belgesidir film.

Milestone yolu Holivud’a düşene kadar bulduğu her işte, hatta –filmin ana karakterleri gibi- gezici işçi olarak bile çalışmıştı, o acı tecrübelerin izleri filme damgasını vurdu, aslına sadık bir uyarlama çıktı ortaya. Diyalogların argodan arındırılması dönemin şartlarının bir gereğiydi, bunun dışında filmde aslına aykırı bir şey yoktur. Daha da önemlisi film, yazarın çok önemsediği için farklı eserlerinde de işlediği temaları aynı ciddiyetle ve ustalıkla ele alır: Yalnızlık, dostluğun önemi, daha iyi bir hayata duyulan özlem, hayaller ve tüm umutları ezip geçen toplumsal şartlar… Steinbeck’i bir yazar olarak en çok ilgilendiren mesele insanı anlamaktır, daha iyi bir dünyanın insanların birbirini tanımasıyla mümkün olabileceğini çünkü tanımanın kabullenmeyi, hatta sevmeyi getirdiğini söyler. Örneğin 1992 tarihli uyarlamaya kıyasla Milestone’un filmi, tüm ana karakterlerin iç dünyasına mümkün olduğunca girer.

Milestone’un “uyarlama bilinci” çok üst seviyede, bu proje için en doğrusunun romanın ayak izinden ayrılmamak olduğunu iyi kavramış, bu tavrı filmin her anına ve öğesine yaymış. Oyunculuklar, reji ve mizansen vb her şey Steinbeck’in yaklaşımını (örneğin hümanizmini) perdede canlandırmak hedefine uygun olarak düzenlenmiş. Yönetmenin ustalığı sayesinde film, romanla aynı seviyede olabilmiş. Özellikle Candy’nin yaşlı köpeğinin vurulduğu sahne gibi bölümler çok etkileyici. Bugünden bakınca sadece Curley’nin karısının öldüğü sahne zayıf görünüyor, onun dışındaki her şey çok kuvvetli, insanın ruhunda iz bırakıyor.

Lennie ile George’un unutulmaz hikayesini bilenler bu filme zaten kayıtsız kalmayacaklardır. Bilmeyenlerinse zaten büyük bir eksiği var.

Ödülleri:
En İyi Film dahil dört dalda Oskar adaylığı.

Meraklısına:
Gary Sinise’ın yönettiği (1992 tarihli) uyarlama da hiç fena değil, siyah beyaz filmlerden hoşlanmayanlar onu tercih edebilir, fakat bilmeliler ki bu versiyon çok daha iyi.

Açık Gazete, 23 Eylül 2011

Of Mice and Men / Fareler Ve İnsanlar
Yönetmen: Lewis Milestone
Senaryo: Eugene Solow (John Steinbeck’in romanından)
Yapımcılar: Lewis Milestone, Frank Ross
Oyuncular: Burgess Meredith (George), Betty Field (Mae), Lon Chaney Jr. (Lennie), Charles Bickford (Slim), Roman Bohnen (Candy), Bob Steele (Curley), Leigh Whipper (Crooks)
1939 ABD yapımı, 111 dakika
DVD firması: As Sanat

25 Kasım 2011 Cuma

Çoğunluk

IMDB: 7.3
Rotten Tomatoes: %65
Beyazperde: 4/5 yıldız
Manalı Filmler: 8.5

İlk filmiyle Seren Yüce, dev bir ünlem koydu ülkemiz semalarına.

“Dikkat” diyor bu film, “gençlerimiz içler acısı durumda. Delikanlılar değil, pimi çekilmiş el bombaları yetiştiriyoruz.”

O gençlerden birine odaklanıyor film, hayatını yakın merceğe alıyor, sakin sakin, adeta an be an izletiyor. Delikanlının dışa vuramadığı arzularını, açıklayamadığı düşüncelerini anlatmaktan çok sezdiriyor. Yavaş yavaş bir cehennem çukuruna doğru yuvarlanışını gösteriyor ve tam büyük olayların başlayacağı an anlatıyı bitiriyor.

Dramatik gelişmelerden özellikle kaçınan bir senaryo yazmış Yüce. Rejisi de hayli mesafeli. Bu soğukkanlı, uzak duruş filme ciddi katkıda bulunuyor. Zaten yönetmenin asıl muradı bize “çarpıcı” bir öykü anlatmak değil, bir kişiliği tahlil etmek, adeta otopsi yapmak…

Evet, otopsi, çünkü Mertkan “canlı” değil. Psikolojinin klasik “normal” tarifinden söz ediyorum: Canlı, neşeli, üretken… Mertkan bunların tersi. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi davranan, ezik mi ezik, kişiliği hiç gelişmemiş, zavallı birisi. Babasının gölgesinde kalmış, demek yetmez; Kemal sanki koca bir dağ, daha küçücükken oğlunun üzerine devrilmiş.

Mertkan’a göre babası bir dev çünkü duyguları ne derse desin sonuçta ona hak veriyor. Babası onun akıl hocası, hayat rehberi. Kemal ise öyle bir baba ki, evlere şenlik. Gayet dar kafalı, fena halde ırkçı, bağırıp çağırmaktan, şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen/bulamayan birisi. Oğlunu da “vatana, millete bağlı, ailesine saygılı” biri olarak yetiştirmeye çalışıyor.

Ana karakterini küçükken tanıtıyor bize film. Daha bacak kadarken evin hizmetlisini aşağılamayı öğrenmiş. Yetiştikçe mesela annesinin –aynen babasının yaptığı gibi- lafı ağzına tıkmakta ustalaşıyor; bunu marifet sanıyor. Delikanlının dünyasında bu tür bir ölçümleme var, her şeye ve herkese uygulanıyor: Babasından bellediğine göre patron işçiden, zengin fakirden, erkek kadından, Türk Kürtten üstün. Arkadaşları da aynı şekilde yaklaşıyorlar hayata; Mertkan kendisinde bir tuhaflık olduğunu anlayamıyor.

Mertkan çok tehlikeli bir birey çünkü çok korkuyor. Babasından, arkadaşlarının kınamasından, yabancılardan, taksi şoförlerinden ürküyor. Çünkü özgüven aşılanmamış çocuğa, babası ezip posasını çıkarmış, annesi oğlunu kollayamamış, eğitim sistemi desen zaten sizlere ömür… Bu kadar korkan birisi zaten zararsız olamaz, bir de bunca beyni de yıkanınca, Mertkan gibiler ufak bir sürtüşmede kan döküyor, daha fecisi, Hırant Dink ve benzerlerine doğrultulan silah oluyorlar.

Bu filmin önemi burada: Mertkan’ın özel bir durumu olmadığını gösteriyor. Kemal ve oğlu sıradan insanlar, sokaklarda milyonlarcası dolaşıyor; karılarına şiddet uygulayan, hatta onları bıçaklayan, çocuklarını zapturapt altına alan, silaha tapan, en çok bağıran parti liderine oy veren cahil kitle, “büyük çoğunluk”, yani başımızın belası…

Çok başarılı bir film “Çoğunluk”, her şeyiyle ama ille oyuncularıyla… Hele Tanrıöğen ve Küçükçağlayan zor rollerinin altından o kadar ustalıkla kalkıyorlar ki, filmin gerçeklik seviyesini yükseltiyor, esere adeta bir belgesel havası veriyorlar.

Seren Yüce en çok bu açıdan takdir edilmeli: Filmi çok önemli bir belge, özellikle siyasetçilerin ve sosyologların enine boyuna incelemeleri gereken bir tanıklık, bir ibret vesikası…

Ödülleri:
67. Venedik Film Festivali: Geleceğin Aslanı Ödülü
Antalya Altın Portakal Film Festivali: En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Küçükçağlayan)

Açık Gazete, 18 Kasım 2011

Çoğunluk
Senaryo ve yönetim: Seren Yüce
Yapımcılar: Önder Çakar, Seren Yüce, Sevil Demirci
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan (Mertkan), Settar Tanrıöğen (Kemal), Nihal G. Koldaş (Nazan), Esme Madra (Gül), Erkan Can (taksici)
2010 Türkiye yapımı, 111 dakika
DVD firması: Kanal D

20 Kasım 2011 Pazar

Elveda Las Vegas

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: % 89
Manalı Filmler: 9.5

“Elveda Las Vegas” “boşuna yaşama”ya dair bir film…

Çelişkilerini alkolizm batağına saplanıncaya kadar keskinleştirmiş, yaşama ilişkin doyumsuzluğunu boğazından boca edip durduğu alkolle unutmaya çalışan Ben ve tecavüzler, dayaklar arasında fahişelikle karnını doyurmaya çalışan Sera gibi, Litvanya’dan ABD’ye göçmüş, belli ki büyük oynamaya kararlı, ama attığı adıma dikkat etmeyen pezevenk Yuri de boşuna yaşar, hatta boşuna ölürler… Ben’in sonu bir saygınlık içerir, ama Sera’nın da Yuri’ninkinden farklı olamayacak bir biçimde, ya şiddete meraklı birilerinin elinde kalarak ya da ucuz bir motel odasında yapayalnız öleceğini kestirmek zor değildir…

“Elveda Las Vegas” “uçta yaşama”ya dair bir film…

Ben ve Sera sıra dışı insanlardır; yalnız meslekleri ve toplumsal konumları itibariyle değil, tüm özellikleriyle… İnsanların cüzdanlarında yüz dolar bile taşımadıkları bir ülkede cebi para dolu dolaşırlar. Aşık olduğu adamın alkolik olduğunu bile bile ve tüm uyarılara karşın ona evini açan, yaşamının karabasanı olan pezevengine acıyan Sera, mesleği gereği, toplum dışı olmaya zaten alışkındır. Ben ise alkolle evlendiğinden beri toplumun önem verdiği her türlü kuraldan iyice soyutlamıştır kendini. Bankada teybe metin okurken, salak bir kızın “onurunu koruduğu” için dayak yerken, lüks bir sitenin giriş kapısı önünde sızarken bilinçli olarak sıra dışıdır ve bunu en uç noktasına kadar yaşar…

“Elveda Las Vegas” “intihar”a dair bir film…

Ben yalnızlık, doyumsuzluk gibi çağdaş toplum bireylerinin sorunlarını -küçük ipuçlarından çıkartılabileceği üzere- ortalama insandan daha duyarlı olduğu için derinlemesine yaşayan, herhalde Holivud cangılında senaryo yazmanın da etkisiyle yaşam için çaba harcamaya inancını yitirdiğinden kendini ve her şeyi alkole boğarak intihar etmeyi seçmiştir… Açıklamasa da intihar nedenleri ve biçimi o kadar saygındır ki Sera da anlar onu, engellemeye çalışmaz.

“Elveda Las Vegas” “aşağılanma”ya dair bir film…

Aşağılanma bir sokak kadınının yaşamının -Las Vegas’ın pahalı otellerinde de çalışsa- ayrılmaz bir parçasıdır; Sera da sürekli aşağılanır. Müşterileri, pezevengi, onunla birlikte olmayı ahlaksızlık sayan insanlar, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu (“Beklemediğin bir arka kapı girişi mi oldu?”). Ben’in aşağılanması da aynı biçimdedir, farklı nedenlerden kaynaklansa da: Borç istediği arkadaşları, barda kur yaptığı kadınlar, barmenler, alkolün etkisiyle olay çıkardığı yerlerdeki görevliler, velhasıl karşılaştığı hemen herkes aşağılar onu. Üstelik bir kısmı, çöldeki motelin yılan gözlü müdiresinin yaptığı gibi gülümsemesini bir tokat gibi yüzüne çarparak…

“Elveda Las Vegas” “saygı”ya dair bir film…

Alkolik ya da sokak kadını olmak aşağılanmayı gerektirmez; Ben ve Sera da birbirlerine saygılı davranırlar. Çok aşağılanmalarının da etkisiyle başkasının yaşamına müdahale etmemeyi öğrenmişlerdir, birbirlerine hoşgörü gösterirler (Zaten aşk anlamak ve bir şey istememek değil midir?). Sera’nın alkolik sevgilisine pahalı bir cep şişesi armağan etmesi gerçek aşkın içerdiği o benzersiz saygıyla açıklanabilir ancak. Kimseden görmedikleri için daha da değerlenen, başlı başına bir armağana dönüşen saygıyla…

“Elveda Las Vegas” “sevgi”ye dair bir film…

Mike Figgis uzun süredir kimsenin cesaret edemediğini yapıp sıradan insanlar arasında geçen küçük bir aşkı anlatmakla kalmaz, anlattığı, sinemanın yarattığı en güzel aşklardan birine dönüşür (Aşk belki de insanın, sevgilisi bir sokak kadını da olsa ona aşık olduğunu anladığı an “fuck” [s...k] sözcüğünü bırakıp “sleep” [yatmak] demeye başlamasıdır). Üstelik sekse hiç yer verilmeyen bir aşktır bu; sokak kadını ve her gördüğü kadına sarkan alkolik ilk ve son kez finalde sevişirler… Ayrılık sonrası buluşmanın, son konuşmanın, yalnız Las Vegas’a değil, aşka ve yaşama da veda etmenin hüznünü taşıyarak…

“Elveda Las Vegas” kara bir film…

Mike Figgis’in eseri ilk planından sonuncusuna, unutulmaz “the hole you’re in” esprisi gibi gülümsettiği yerlerde bile az görülür bir karamsarlığa sahiptir. Filmini kendi yazdığı senaryoyla, kendi yaptığı müziklerle bir keder başyapıtına dönüştüren Figgis, yönetmenliğiyle de bu özelliğin altını çizer. Yer yer adamakıllı karanlık planlar, final gibi inanılmaz duygusal sahneler yaratmakla kalmaz, -Ben’i striptiz kulübünde gördüğümüz sahnede yaptığı gibi- sesle ya da ışıkla oynayarak sahnelerin rengini daha da koyultur, duyguyu daha da artırır. “Internal Affairs / Gizli İlişkiler”in atmosferi de karadır ama “Elveda Las Vegas”ın asıl referansı, 1988’de Figgis’i dünyaya tanıtan ilk filmi “Stormy Monday / Fırtınalı Pazartesi”dir. Aynı karamsarlığı, aynı umutsuz insanları, daha güçlü bir aşk, daha derin bir hüzün duygusu ve daha usta işi bir sinemayla yeniden yaratır Figgis.

“Elveda Las Vegas” delifişek bir film…

Video klip ve reklam estetiğinin sinema filmlerini nasıl etkilediğine önemli bir örnek verir Figgis; bununla da kalmaz, bu alanlardan aldığı etkileri daha üst bir biçim yaratmakta kullanır. Aynı plan içinde kararma yapar, sahneler ve planlar arasına boş kare atar, ağır görüntüyü geleneksel kullanımından çıkarıp özel bir anlatım biçimine dönüştürür, örneğin plan ortasında ağır görüntüye geçer. Sinemanın anlatım biçimleriyle oynarken televizyon anlatım tekniklerine de girer, Sera’yı röportaj üslubuyla kameraya konuşturur, Ben’in Yuri’nin hasımlarıyla karşılaştığı sahnede de -reality show’larda yapıldığı gibi- doğal çekimi altyazıyla verir. Holivud’un kimi ürünleriyle iyice suyunu çıkardığı kamera hareketlerine işlevsel olmadıkları sürece sırt çevirip durgun planlara yaslanır. Senaryoda klasik sahne yapısının dışına epeyce yerde çıktığı gibi klasik sahneleme biçimlerine de yüz vermez, velhasıl her şeyiyle başına buyruktur.

“Elveda Las Vegas” özgür bir film…

Figgis kendini sinemanın artık yerleşmiş kurallarından bağımsızlaştırır. Öncelikle senaryosuyla: Ne intiharın, ne aşkın nedenlerine girer. Ben’in evlilik yaşamına ait bisiklet, fotoğraf, alyans ve bir replikten başka hiçbir şeyin olmadığı filmde iş yaşamını da yalnızca kovulurken gösterir. Alkol üzerine yapılmış filmlerin geleneklerine sırt çevirir, filmin Las Vegas’ta geçen bölümlerinde alkol motifini yalnızca Sera-Ben ilişkisine etkide bulunduğu noktalarda kullanır. Zaten filmde alkol olgusu aslen Ben’in kişiliğinin bir özelliği ve intiharının biçimi olarak vardır. Velhasıl Figgis seyircinin neyi, nasıl algılayacağı sorunsalının senaryo tekniğini etkileyeceği noktalara hiç aldırmaz, kendisini seyirciden de bağımsızlaştırmıştır, seyircinin beklentileri değil, projenin Figgis için değerli olan yanları şekillendirir senaryoyu. Aynı biçimde seyircinin uzun metrajlı bir sinema filminde yadırgayacağını bile bile böylesine serbest bir sinema dili kullanır.

“Elveda Las Vegas” cesur bir film…

Holivud’un artık tıkandığı, öykülerin, filmlerin birbirine fena halde benzemeye başladığı bir zaman diliminde çok klasik bir öyküyü anlatırken olduğu gibi, çok yeni bir anlatım biçimine yaslanmakla da cesurdur Figgis. Klasik içeriği güçlü bir biçimde yeniden yaratırken biçimde bunca yeni olabilmesi şaşırtıcıdır. Fakat zaten içeriğe de cesaret isteyen ekler yapmış, iki sıra dışı insanın aşkını anlatırken sıradan insanlara ve toplumsal sisteme ilişkin küçük ayrıntılara girip filmini güçlü bir toplumsal eleştiri aracına dönüştürmüştür. Sera ve Ben’in şu ya da bu biçimde ilişki kurduğu o sıradan insanları, Ben’in kaldığı oteldeki resepsiyoncuyu, Sera’nın yüzüne tükürdüğü kumarhane görevlisini birkaç küçük fırça darbesiyle çizerken, Sera ve Ben’in dışında kaldıkları toplumsal yapının gücünü ve niteliğini de gösterir: Tüm bu insanlar için aptal yaşam biçimleri çok önemlidir ve hepsinin davranışlarında dünyalarını koruma çabası ve tehditkâr bir şeyler sezinlenir…

“Elveda Las Vegas” usta işi bir film…

Filmin tümünde asıl olanı hiç kaçırmayan Figgis ayrıntılar üzerinde de egemendir, örneğin “tetikçi” rolünde kendisi ve bardaki kadın rolünde Valeria Golino başta olmak üzere küçük rollerdeki oyunculardan da inandırıcı performanslar çıkarır. Julian Sands ilk kez kendini beğendirirken Elisabeth Shue ve Nicholas Cage devleşirler. İkisi de binlerce kez abartılarak oynanmış, adeta suyu çıkarılmış rollerini tüm film boyunca gayet dengeli bir oyun tutturarak gerçekçi kılmakla kalmaz, buldukları özel oyunculuk biçimleriyle de dikkat çekerler (“Belki bu kadar nefes de almamalıyım ha Terri? Hah ha ha…”). Cage’in krize yaklaşan alkolik duruşunu nasıl bunca iyi canlandırabildiği zaten muammadır.

İyi yazılmış, iyi çekilmiş, çok iyi oynanmış olması bir yana asıl bileşimiyle değerlidir “Elveda Las Vegas”. Küçük bütçeyle çekilmiş bu büyük film, klip estetiğiyle çağdaş sinemanın anlatım biçimlerini, Amerikan anlatımıyla Avrupa duyarlılığını kaynaştırır. Bu özellikleriyle, Batı ülkelerinde yeniden doğan “kara film”in muhteşem bir örneği ve geleceğin sinemasına giden yolda önemli bir kilometre taşıdır.

Ödülleri:
En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar; Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Kadın Oyuncu dallarında oskar adaylığı
Ayrıca 25 ödül ve 14 adaylık

Antrakt, Sayı: 55, Nisan 1996
(“Elveda Las Vegas: Sevgiye dair bir kara film…” başlığıyla yayımlandı)


Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas
Senaryo ve yönetim: Mike Figgis (John O’Brien’ın romanından)
Yapımcılar: Lila Cazes, Annie Stewart
Oyuncular: Nicholas Cage (Ben), Elisabeth Shue (Sera), Julian Sands (Yuri), Valeria Golino (Terri), Kim Adams (Sheila), Steven Weber (Marc), Richard Lewis (Peter)
1995 Fransa, ABD ortak yapımı; 110 dakika
Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri/UIP
Gösterim tarihi: 1 Mart 1996
DVD firması: Palermo

16 Kasım 2011 Çarşamba

İnanmak İstiyorum

Tüm bunlarla beraber film, Carter cephesinden iki önemli haberi taşıyor: Pes etmemen, neyi ne kadar anladıysan, neye ne kadar inanıyorsan onunla yaşamaya devam etmen lazım, anlayışına ulaştığını ve (Tanrı’ya) inanmak istediğini…

IMDB: 5.9
Rotten Tomatoes: % 31
Manalı Filmler: 9.0

Doğaüstü temaların sinemaya yansımasından söz edildiğinde en başta sayacağımız isimlerden biri hiç kuşkusuz Chris Carter. 1980’lerin ortalarında çeşitli TV filmi ve dizilerinin senaristliğini yapan sanatçıyı dünya çapında ün ve saygınlığa kavuşturan eseri, “X Files-Gizli Dosyalar” oldu. 1993-2002 arasında yaklaşık 200 bölüm çekilen bu dizi, belki de tüm TV tarihinin en çok izlenen ve beğenilen çalışmalarından biriydi. “Gizli Dosyalar” devam ederken Carter, “Millenium”, “Harsh Realm” gibi başka diziler de yarattı, hatta “Gizli Dosyalar”ın bilgisayar korsanı yan karakterlerini odağa koyduğu “Lone Gunmen”i gerçekleştirdi ama bunların hiçbiri “X Files” kadar ünlü ve etkili olmadı.

“Gizli Dosyalar” iki ana koldan akan bir diziydi: Asıl hikaye, hazırlıkları süren uzaylı istilasına ilişkindi ve Carter, Amerikan devletinin de bu öykünün bir parçası olduğunu, hatta uzaylılarla işbirliği yaptığını iddia ediyordu. Belgelere dayanarak yazdığı bu bölümler, tüm dünyada yankı uyandırdı, 1998’de gerçekleştirilen ilk “X Files” sinema filmi de öyküye yeni açılımlar getirdi. Bağımsız bölümlerde ise, Batı kültüründe bilinen neredeyse tüm doğaüstü olgular işlendi.

Bir bütün olarak düşünüldüğünde “Gizli Dosyalar” dizisi, doğaüstü temaların eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde popüler olmasını sağladı, ki bu Carter’ın en büyük başarısıydı.

Gündemde olan ikinci “X Files” filmi “I Want to Believe-İnanmak İstiyorum”un aldığı olumsuz eleştiriler, bu özetle yakından ilişkili: Film, dizinin 15 yıllık tarihine sırt çeviren bir eser gibi algılandı, hayal kırıklığı büyük oldu.

Oysa bu 15 yıl, aynı zamanda Chris Carter’ın kişisel tarihiydi. İnandığı, inanmak istediği ve anlamayı arzuladığı her konuyu diziye aktarmış ve bu süreçte, insanın doğaüstüyle ilişkide yaşayabileceği her hali yaşamıştı.

Ki zaten dizinin ana karakterleri Scully ve Mulder, Carter’ın iki ayrı yönünü temsil ediyorlardı: Scully, Materyalist öğretiyle yetişmiş ve onu terk etmeye hiç niyeti olmayan, bu anlamda tipik bir Batı insanı; bilgiye ve deneye dayalı bir yöntemle dünyayı ve hayatı kavramaya çalışıyor. Mulder içinse sezgi ve inanç daha önemli ve öncelikli. Scully karşılaştığı herhangi bir öğeyi reddetme dürtüsüyle inceliyor, Mulder’sa kabullenme güdüsüyle. Bilgiyle ilişkisi bakımından Scully daha asosyal, Mulder içinse bildiği, gördüğü şeyleri başkalarına aktarmak çok önemli.

Bu açıdan bakıldığında Mulder’ın, bilgi edinmeye ve aktarmaya tutkun bir kişilik olan Chris Carter’ı daha fazla temsil ettiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle “inanmak isteyen” Carter’ın ta kendisiydi; Fox Mulder, bilinmeyeni araştırmakta kullandığı en elverişli araç oldu…

Bu filme adını veren “İnanmak İstiyorum” cümlesi de diziden gelir. FBI’da kullandıkları odada, Mulder’ın masasına en yakın duvarda asılı olan posterde bir UFO fotoğrafı ve altında bu cümle vardır. Haliyle bu filmin de uzaylılarla ilgili olduğu sanıldı. Oysa Carter dizinin son iki bölümünde uzaylı istilası ile ilgili son cümlelerini de kurmuş, yani “o dosyayı kapatmıştı”...

Açık tek bir dosya, henüz araştırmadığı tek bir giz vardı, ki bu filmin ana konusu bu, yani: Tanrı…

Filmin yapısal çözümlemesi de bu yönü işaret ediyor: Karşımızda herhangi bir polisiye filmde rastlayabileceğimiz kadar sıradan bir hikaye var. Filmin ana öyküsünde –bir medyum Rahip’in katkıları dışında- doğaüstüyle ilişkili hiçbir şey yok. Fakat bu hikayenin ana kahramanları Mulder ve Scully… Carter’ın muradı bu hikayeyi anlatmak olsaydı, bunu başka karakterler aracılığıyla da yapabilirdi. Oysa, filmin adından, afişinden başlayarak bunun bir “X Files” öyküsü olduğunu, yani Mulder ve Scully’nin bir “gizem”in peşinden koşacaklarını söylüyor. Bununla da yetinmiyor, Scully’nin ilgilendiği bir çocuk hastayla ilgili bir yan hikaye de kullanıyor ki onda da doğaüstü bir tema yok. Her iki hikayenin ortak noktası ise, öykü kahramanlarının sevdikleri bir kişinin ölümünü engelleme çabaları…

Oysa ölüm, bazen, bir anda geliveren bir şey, FBI Ajanı Whitney’in, Mulder’ın gözü önünde ölmesi gibi… Filmde iki ölüm daha var: Rahip Joseph ve Scully’nin ameliyatı engelleyerek ölümüne yol açtığı Rus hasta… Hepsi birbirinden esrarengiz…

Tüm bu öykülerde ise sayılamayacak denli çok spiritüel tema var.

Carter’ın kişisel gelişimiyle ilgisi açısından önemli verilerden birini daha değerlendirmeye almak gerekiyor: Scully’nin “Tanrı’nın böyle yapmamı istediğini sandım” deyişini…

Tüm bunlarla beraber film, Carter cephesinden iki önemli haberi taşıyor: Pes etmemen, neyi ne kadar anladıysan, neye ne kadar inanıyorsan onunla yaşamaya devam etmen lazım, anlayışına ulaştığını ve (Tanrı’ya) inanmak istediğini…

Sözün kısası film, Carter’ın parapsikolojiden spiritüalizme geçişini müjdeliyor; o artık, kendi deyimiyle “dinsel deneyim yaşamak isteyen bir dinsiz” değil ve bundan sonra yapacakları daha da ilginç olacak.

Sinema, Ekim 2008

The X Files: I Want to Believe / Gizli Dosyalar: İnanmak İstiyorum
Yönetmen: Chris Carter
Senaryo: Frank Spotniz, Chris Carter
Yapımcılar: Frank Spotniz, Chris Carter
Oyuncular: David Duchovny ( Fox Mulder), Gillian Anderson (Dana Scully), Amanda Peet (Dakota Whitney), Billy Connolly (Rahip Joseph Crissman), Mitch Pileggi (Walter Skinner)
2008 ABD, Kanada ortak yapımı, 104 dakika
Gösterim tarihi: 12 Eylül 2008
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

13 Kasım 2011 Pazar

Koro

IMDB: 7.8
Rotten Tomatoes: % 68
Manalı Filmler: 8.5

Duygu ve müzikle dolu, sıcak ve de hayli manalı bir film…

En çok da tek bir insanın –özellikle zor durumdaki- bir grup insana yapabildiği katkıya güzel bir örnek olması açısından. “Koro” bir kişinin, içlerindeki güzelliğe seslenerek ve yeteneklerini açığa çıkarmalarına imkan sağlayarak pek çok insanı olumlu yönde değiştirmesinin mümkün olabildiğini gösteriyor.

1949, Fransa… İşsiz müzik öğretmeni Clement, gelen bir teklif üzerine –bir tür ıslahevi olan- “Yerin Dibi” adındaki okulda öğrenci mümessili olarak çalışmaya başlar. Bir tür “Hababam Sınıfı”dır okul; Clement daha ilk gün, acil önlemler almazsa zorba müdürle isyankar öğrenciler arasında kalıp un ufak olabileceğini fark eder. Çocuklara gizli gizli müzik öğretmeye başlar, bir süre sonra bir koro oluşturma talebini Müdür’e de kabul ettirmeyi başarır.

Clement’in bu çabaları öncelikle kendi işine yarar: Öğrenciler onu sevip saymaya başlar, giderek bağlanırlar. Fakat koro faaliyetinin asıl yararı çocuklara olur: Hayatta ilk kez güzel bir amaç için yaşayabileceklerini fark etmeleri, morallerini düzeltir. Bir kısmı savaş kurbanlarının öksüz ve yetim çocukları olan, yaşadıkları travmayla ilgilenecek kimseyi bulamamış bu güzel varlıklar, adım adım içlerindeki güzelliği açığa çıkarmaya başlarlar.

Haliyle bu durum okuldaki hayatı tepeden tırnağa değiştirir…

Kısa özetinden de anlaşıldığı üzere “Koro”, içine bolca müzik döşenmiş bir “Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği” yapısında ve aynen onun gibi seyircisine ilham veren yönleri çok. Bu filmde çocuklar daha küçük; bu da filmin sevimli ve sıcak atmosferine katkıda bulunuyor.

Fakat o atmosferin asıl mimarı hiç kuşkusuz Gerard Jugnot. Deneyimli oyuncu, okul dışındaki sahnelerde, özellikle umutsuz aşk hikayesine ait bölümlerde de dakik ve doğal performansıyla göz dolduruyor.

Özellikle yağmurların başladığı bu mevsim için ideal bir film “Koro”; yüreğinizi sımsıcak esintilerle dolduracağı kesin…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film ve Özgün Şarkı dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 11 ödül ve 21 adaylık.

Meraklısına:
Filmin yönetmeni Christophe Barratier aslen müzisyen, klasik gitarist olarak dünyada tanınan bir isim. “Koro” ilk uzun metrajlı filmi. Barratier 2008’de “Faubourg 36 / Paris 36” isimli bir başka kostüme müzikale daha imzasını atmış, o filmde de Jugnot ile çalışmış, o eser de Yabancı Film Oskar’ına aday gösterilmişti.

Yapıldığı yıl -9 milyona yakın seyirci çekerek- Fransa gişelerinde büyük başarı kazanan “Koro”dan sonra en ünlü Fransız oyuncularından biri haline gelen Gerard Jugnot, yönetmenlik de yapıyor. Çektiği filmler içinde en ünlüsü 2002 tarihli 2. Dünya Savaşı filmi “Monsieur Batignole”…

“Koro”yla aynı yıl Oskar için yarışan İsveç filmi “As it is in Heaven / Cennetin Müziği” de yetişkinlerin oluşturduğu bir koronun çalışmalarını ve başarısını öyküleştiriyordu.

Açık Gazete, 14 Ekim 2011

The Chorus / Les Choristes / Koro
Yönetmen: Christophe Barratier
Senaryo: Christophe Barratier, Philippe Lopes-Curval (René Wheeler ve Noël-Noël'e ait 1945 tarihli "La Cage aux rossignols" isimli senaryodan)
Yapımcılar: Arthur Cohn, Nicolas Mauvernay, Jacques Perrin
Oyuncular: Gérard Jugnot (Clément Mathieu), François Berléand (Rachin), Kad Merad (Chabert), Jean-Paul Bonnaire (La Père Maxence), Marie Bunel (Violette Morhange), Jean-Baptiste Maunier (Pierre Morhange), Maxence Perrin (Pépinot)
2005 Fransa, İsviçre, Almanya ortak yapımı, 97 dakika
DVD firması: D Productions / Medyavizyon

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kader Ajanları

IMDB: 7.1
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 8.0

Holivud’un gişeye yönelik yapımları arasında da mana seviyesi bakımından şaşırtıcı filmlere –artık- sıkça rastlanabiliyor, fakat “Kader Ajanları” bunlardan biri olmakla kalmıyor, eserin anlamla ilişkisi bakımından bir ölçüt de oluşturacak gibi görünüyor.

Çünkü bu film, kader/özgür irade meselesini irdeliyor.

Üstelik bu işi o kadar ciddi yapıyor ki, -senaryoyu da kendisi yazan- George Nolfi’nin müstakbel Christopher Nolan olarak selamlanmayı hak ettiğini söylemek mümkün.

Tabii ki o şapkalar biraz komik duruyor, sadece kafasında şapka olanların kapıları bir tür boyutlar arası geçit gibi kullanabilmesi, yağmurun “meleklerin” insanları görmesini zorlaştırması gibi buluşlar da öyle. Aslına bakarsanız, görünmeyen boyutlardan bazı varlıkların insanların gündelik hayatına böyle müdahale etmeleri, sürekli kontrol altında tutmaları veya düzenlemeleri fikrinin kendisi epeyce demode. Fakat neylersiniz ki Holivud’un en üst sınırı –en azından şimdilik- bu. En iyisi hikayenin o kısımlarını “fantastik” olarak görüp felsefi anlamda filmin ne söylediğine eğilmek.

Film temelde, herkes için geçerli bir “kader” olduğunu söylüyor. Fakat bu, her koşulda mutlaka aynen uygulanan bir şey değil; insanlar edimleriyle kaderlerini değiştirebiliyorlar. Daha doğrusu film bunu yapmaya cüret eden bir (senaryoya göre ilk) adamın öyküsünü anlatıyor.

Bu “ilk adam” meselesi de zaten öykünün en zayıf kısımlarından biri; insanlık başladığından beri kimsenin kendi kaderini tayin etmeye çalışmadığına, bunu ilk kez David’in yaptığına seyircinin inanması imkansız çünkü bu doğruysa David’in çok önemli, olağandışı özellikleri olması gerekir ki senaryo bu yönde herhangi bir veri içermiyor.

Tüm bu aksaklıklara rağmen, sadece büyük yazarların eserlerinde görülebilen bir güç var filmin hikayesinde, kuşkusuz bunu da Philip K. Dick’in bir öyküsünden hareket edilmiş olmasına bağlamak lazım. Dick, çok ünlü bir bilimkurgu yazarı, perdeye aktarılan eserleri arasında “Minority Report / Azınlık Raporu” ve “Blade Runner / Bıçak Sırtı” da bulunuyor. Aynen Isaac Asimov gibi Philip K. Dick de öykülerini o kadar sağlam bir temel üzerine inşa ediyor ki, yukarda belirttiğim benzer sorunlar eseri fazla yıpratmıyor. Ki aslında bu aksaklıkların Dick’ten kaynaklanmadığı çok belli, sadece filmin hikayesine temel oluşturan fikir ona ait ve o da harika.

Çünkü o fikir, tüm sanat tarihinin halli en müşkül sorunsallarından birini irdeliyor: “Yaratıcı’yı arama”… Filmde David’in sadece sevdiği kıza ulaşma çabası anlatılmıyor, kahramanımız her kim yazdıysa kaderini onunla görüşmek ve hatta onun kararlarını sorgulamak arzusu da duyuyor. İşte bu, yani bir insana böyle bir cüreti uygun görmek, korkmadan hikayeyi böyle şekillendirmek, ancak çok büyük ustaların yapabildiği bir şey.

George Nolfi ise ilerisi için umut veriyor, ilk filminde Philip K. Dick gibi çok büyük bir yazara tam manasıyla eşlik etmeyi başaramadıysa da, bu yöndeki çabası ve en azından Dick’in ağırlığı altında ezilmemiş olması takdire şayan.

Açık Gazete, 16 Eylül 2011

The Adjustment Bureau / Kader Ajanları
Senaryo ve yönetim: George Nolfi (Philip K. Dick’in "Adjustment Team" isimli öyküsünden)
Yapımcılar: Bill Carraro, Chris Moore, George Nolfi, Michael Hackett
Oyuncular: Matt Damon (David Norris), Emily Blunt (Elise Sellas), Michael Kelly (Charlie Traynor), John Slattery (Richardson), Terence Stamp (Thompson), Anthony Mackie (Harry Mitchell)
2011 ABD yapımı, 106 dakika
Gösterim tarihi: 4 Mart 2011
DVD firması: As Sanat / Universal Pictures

4 Kasım 2011 Cuma

Kayıp

IMDB: 7.7
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 8.5

“Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.”

Bu sözler dönemin ulusal güvenlik danışmanı, daha sonra Dışişleri Bakanı olan Henry Kissenger’a ait. ABD’nin 11 Eylül 1973’te Şili’de gerçekleştirilen askeri darbeye verdiği desteğin kanıtlarından biri.

1970 yılında, Şili’de dünyada ilk kez serbest seçimle sosyalist bir iktidar iş başına gelmişti. ABD’nin körüklediği ekonomik sorunlara rağmen Allende bir sonraki seçimden oylarını artırarak çıkınca askeri darbe için düğmeye basıldı.

1990’a kadar devam eden Pinochet iktidarının özellikle ilk yılında yüzlerce insan gözaltında kayboldu veya işkence sırasında öldü.

“Kayıp” filmi bu insanlardan birine odaklanıyor.

Gerçek bir hikaye.

Amerikalı işadamı Ed Horman’ın oğlunu aramasının öyküsü.

Bu trajik olay, kendine çok uygun bir yönetmen buldu, politik gerilim filmlerinin ustası Costa-Gavras’ın (“Music Box / Müzik Kutusu”, “Z / Ölümsüz”) çektiği film çok beğenildi.

Aslında “Kayıp” bir “tanıklık” filmi, yani Charles’ın başına gelenleri değil, eşi ve babasının onu ararken gördüğü ve duyduğu şeyleri aktarıyor. Örneğin bir oda dolusu ceset arasında Charles’ı arıyorlar, ama film o kişilerin neden ve nasıl öldürüldüklerini göstermiyor.

Buna rağmen filmin bu kadar güçlü olması çok şaşırtıcı. Etkileyiciliğini Costa-Gavras’ın ustalığı kadar Kafkaesk bir yapı kurmasına da borçlu: Filmin önemli bir bölümünde Ed ve Beth bir kısır döngü içinde dolanıp duruyor, aynı şahıslarla (örneğin Elçilik görevlileri) tekrar tekrar görüşüyor ama bir arpa boyu bile ilerleyemiyorlar.

Fakat bu süreçte duydukları dehşet verici: Örneğin “3 bin Amerikan şirketi Şili’de üretim yapıyor, bu yüzden bu bizim meselemiz” deniyor.

Film tamamlandığında Charles’ın darbeyi yapanlarla ABD arasındaki ilişkiye dair bir şeylere tanık olduğu için yok edildiği bilgisi kalıyor seyircinin belleğinde.

Tabii bir de o korkunç görüntüler: Sokak ortasında taranan veya kurşuna dizilen insanlar, koca bir stadyum dolusu tutuklu, köpek leşi gibi üst üste yığılmış cesetler.

Belli ki “kayıp” olan tek bir kişi değil, bir dönemin ruhu ve bir umut…

Ödülleri:
En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oskar; Film, Erkek Oyuncu (Lemmon) ve Kadın Oyuncu (Spacek) dallarında Oskar adaylığı.
Altın Palmiye’yi Şerif Gören’in “Yol” filmiyle paylaştı.
Ayrıca 7 ödül ve 11 adaylık.

Meraklısına:
Yıllar sonra yapılan bir DNA testi, ABD’ye yollanan cesedin Charles’a ait olmadığını ortaya çıkarmış. Eşi Joyce (filmdeki adı Beth) hala kocasının akıbetini araştırıyor.

Darbe sırasında binden fazla insanı elçilikte saklayıp sonra da gizlice ülke dışına çıkararak hayatlarını kurtaran dönemin İsveç büyükelçisi Harald Edelstam’ın öyküsü de sinemaya aktarıldı. Ulf Hultberg’in 2007’de yönettiği filmin adı: “The Black Pimpernel”. O da gayet başarılı; meraklısına öneririm...

Açık Gazete, 12 Eylül 2011

Missing / Kayıp
Senaryo ve yönetim: Costa-Gavras (Thomas Hauser’in “The Execution of Charles Horman” isimli kitabından)
Yapımcılar: Edward Lewis, Mildred Lewis
Müzik: Vangelis
Oyuncular: Jack Lemmon (Ed Horman), Sissy Spacek (Beth Horman), Melanie Mayron (Terry Simon), John Shea (Charles Horman), Charles Cioffi (Yüzbaşı Ray Tower), David Clennon (Phil Putnam), Richard Venture (Büyükelçi), Jerry Hardin (Binbaşı Sean Patrick), Richard Bradford (Andrew Babcock)
1982 ABD yapımı, 122 dakika
DVD firması: As Sanat

31 Ekim 2011 Pazartesi

Yeni Bir Başlangıç

Velhasıl Crowe Olimpus’tan ateşi çalıyor ama dönüp onunla Tanrılarının purolarını yakıyor…

IMDB: 7.3
Meta Critic: %77
Manalı Filmler: 8,0

Cameron Crowe ilk iki filmiyle Holivud’un ne içinde ne de dışında duran Amerikalı yönetmenlerden biri olarak tanınmıştı. 1989 yılındaki “Say Anything / Bana Sevdiğini Söyle” ve 1992’deki “Singles / Bekarlar” üretim biçimleri ve sinematografik yapılarıyla Holivud tarzı, içerikleriyle bağımsız/özgürlükçü sinemanın ürünleriydiler ama doğrusu -genel bir beğeni toplamış olsalar da- iki tarafa da yaranamamışlardı. Üçüncü filmi “Jerry Maguire” ile Crowe iki ayrı sinema tarzı arasında, tam sınırda durmaktan kaynaklanan “beynamaz” duruma bir son verip Holivud sularını kulaçlamaya koyuluyor.

Ancak “Jerry Maguire” tipik bir Holivud filmi değil. Ana temaları, özellikle başarı izleğini cüretkâr bir üslupla işlemesi, öyküsü ve öyküleme tarzıyla popüler sinemadan farklı bir tavırla yaratılmış bir film var karşımızda. Başarı temasını Holivud’un cesaret edemediği biçimde tartışmak, ama sonuçta geniş seyirci kitlelerinin beğenilerini okşamayı da ihmal etmeyecek bir film yapabilmek doğrusu kolay iş değil. Crowe 16 yaşında başladığı yazarlık kariyerinde edindiği deneyimi, müzik ve sinema alanlarındaki birikimini kullanarak, hayli ince eleyip sık dokuyarak hazırlamış filmini ve sonuçta bu zor işi başarmış.

Yönetmenin, öncelikle senarist olarak iki filminde de gördüğümüz ustalığı daha gelişmiş biçimiyle karşımızda bu kez; Crowe insanlar arasındaki ilişkileri, nüanslarıyla anlatmakta hayli yetenekli ve yaratıcı bir sanatçı, filmde Jerry ile karısı Dorothy arasındaki ilişki, uçaktaki, havaalanındaki ve özellikle ilk çıktıkları geceye ait sahneler bu ustalığın tipik göstergeleri. Crowe, Jerry ile tek müşterisi zenci futbolcu Rod arasındaki ilişkiyi işlerken de, özellikle ilk telefon konuşması ve futbolcuların soyunma odasının banyosunda geçen sahnelerde çok parlak performanslar sergiliyor. Zaten filmi benzerlerinden farklı kılan da öncelikle Crowe’un insanların küçük dünyalarına eğilme ve karakterlerinin derinliklerine girebilmedeki başarısı. Ana karakteri Jerry’den başlayarak, Dorothy’nin ablası Laurel, Rod’un karısı Marcee ve Jerry’nin zalim rakibi Bob’a varana dek çok sağlam çizilmiş karakterlerine hem mesafeli hem çok yakın durmayı başarıyor, onlara yer yer sevgiyle dokunurken, yeri geldiğinde alaya almayı da ihmal etmiyor. Özellikle ilk yarıda Jerry’nin beceriksizliğini, onu yere düşürmeye varacak kadar abartması -bir Holivud filmi için- saygın bir çaba.

Filmin açılışı Crowe’un üstün özelliklerinin bilincinde olduğunu gösteriyor. Dış sesten yararlanarak Jerry Maguire’ın dünyasını küçük fırça darbeleriyle çizen yönetmen, bir gazetede yayımlanmış, Jerry’nin, müşterisi olan sporcunun yanında bir miktar göründüğü fotoğrafı kullanımında olduğu gibi çok keyifli anlar yaratmayı iyi beceriyor. Jerry’nin yazdığı raporu şirkette dağıtmasına kadar süren bu ilk bölüm Holivud için çok yenilikçi sayılabilecek bir yapıda. Ancak filmin bu tavrı çok uzun sürmüyor çünkü Crowe bu kez sinemanın Kabe’sinin arzularını yerine getirmeye kesin kararlı.

Başarı temasını tartışmayı finale kadar sürdürüyor, ana karakterini “tutunamayan” konumuna bir yaklaştırıp bir uzaklaştırıyor, bu arada hoş bir sistem panoraması çizmeyi de ihmal etmiyor, küçük öykülerini, karakterleri arasındaki ilişkileri bir nehrin kolları gibi akıtıp getiriyor, ama sonunda anlattığı her şeyi sıradan bir Holivud romantik komedisinin sığ suları içinde bırakıyor.

Elindeki hikaye bıçak sırtı ürünlerden; rahatlıkla Jerry’nin tesadüfi başarısı olarak okunabilecek final, Dorothy ile ilişkilerinin düzeltilmesi ve ufaklığın olağanüstü atışı üzerine yapılan sohbetle başarıya övgü niteliğine bürünüveriyor. Tabii ki bunun asıl nedeni, maç sırasında Rod şiddetli bir çarpışmayla düştüğünde Crowe’un onu yerde bırakıp iki ailenin birden çökmesine razı ol(a)maması… Dolayısıyla başarıyla ilgili tartışmasını akıllıca sürdürüyor ama çıkardığı sonuçlar Holivud’un ayakta alkışlayacağı türden…

Velhasıl Crowe Olimpus’tan ateşi çalıyor ama dönüp onunla Tanrılarının purolarını yakıyor…

Geçim dünyası mı demeli?.. Sahi film Rod’un yerden kalkamadığı bir finalle bitse bu gişe başarısına ve Altın Küre ödülü ile En İyi Film dahil 5 Oskar adaylığına ulaşabilir miydi?..

Sonuçta film Holivud tarzı gariplikler listesinin anlamsız kalemlerinden biri olarak tarihe geçiyor: On altı yaşından beri parlak bir kariyer sürdüren bir yazar-yönetmen, 20 yaşından beri en beğenilen starlar arasında kalmayı başarmış, “Mission Impossible / Görevimiz Tehlike” filminin yapımcılığını üstlenmesi ve bu eserle elde ettiği gişe başarısıyla ticari zekasını da kanıtlamış bir yıldızla el ele vermiş, mesleğinde daha fazla yükselmek ve daha çok kazanmak için insanlara “yüreklerinin sesini dinlemelerini” öğütlüyor. Crowe’un yaptığını yapmak zaten hoş değil, dediğini yapmak ve filmden keyif alabilmek içinse Tom Cruise’un yalnızca “Görevimiz Tehlike”den 60 milyon dolar kazandığını unutmak gerekiyor.

Sinema, Sayı. 30, Mayıs 1997

Ödülleri:
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oskar; Film, Özgün Senaryo, Erkek Oyuncu ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı.
Ayrıca 22 ödül ve 14 adaylık.

Jerry Maguire / Yeni Bir Başlangıç
Senaryo ve yönetim: Cameron Crowe
Yapımcılar: James L. Brooks, Laurence Mark, Richard Sakai, Cameron Crowe
Oyuncular: Tom Cruise (Jerry Maguire), Cuba Gooding Jr (Rod), Renee Zellweger (Dorothy), Bonnie Hunt (Laurel), Kelly Preston (Avery), Jerry O’Connell (Frank)
1996 ABD yapımı, 138 dakika
Gösterim tarihi: 4 Nisan 1997
DVD firması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment

26 Ekim 2011 Çarşamba

Elizabethtown

Her şeyi doyasıya yaşamak ama yapışmamak, bataklığa dönüştürmemek. Claire'in başarısızlık konusunda Drew'a önerdiği gibi: "Ona sarıl, onu hisset, sonra bırak gitsin."

IMDB: 6.3
Rotten Tomatoes: % 28
Manalı Filmler: 8.5

Mümkün müdür sevmemek Cameron Crowe filmlerini?

"Say Anything / Bana Sevdiğini Söyle"den beridir, 16 yıldır yani, iki elim kanda olsa yeni filmini kaçırmayacağım birkaç yönetmenden biridir kendisi. Başarısıyla gururlandığım bir arkadaş gibidir, örnek almaya çalıştığım bir ağabey, yanında diz kırıp öğütlerini, öğretilerini dinlediğim bir hoca...

Tutkulu bir adamdır bir kere; sinemayı, müziği, karısını (ve daha kim bilir neleri) delicesine sevdiği bellidir. Heyecanlıdır, tutkusu taşar içinden, perdeden seyirciye yayılır. Sever paylaşmayı, filmlerini en sevdiği öğelerle oya gibi işler, örneğin müzikle. Yönettiği 6 filmde Yes'den Soundgarden'a onlarca grubun yüzden fazla şarkısını kullanması bir yana, sadıktır da sevdiklerine, sadece "Almost Famous / Şöhrete Bir Adım"da Rolling Stones muhabirliği yaptığı günlerde üyelerini yakından tanıdığı Led Zeppelin grubunun 5 şarkısı yer alır.

Bu yüzden bir Crowe filmi izlemek Drew'un Claire'in hazırladığı haritayla yolculuk yapmasına benzer. Şu farkla ki baştan sona bizzat Crowe rehberlik yapsa bile yetişemezsiniz çünkü sadece "Vanilla Sky"da tam 428 gönderme vardır popüler kültüre. Bunu da gene kendisi açıklar. En Tutkulu Yönetmen Oscarı'nı almaya ahdettiğinden değil, ona doğal gelir böyle olması; mümkün müdür Memphis'ten geçip de Elvis Presley'in evini gezmemek? Heart grubundan Nancy Wilson'la evli olup da her filmine karısının şarkılarını ya da fotoğrafını koymamak mümkün müdür? Veya birlikte besteledikleri şarkıları? Aynı şekilde Billy Wilder'ın hayranı olup da filmlerinde bu büyük yönetmene saygı duruşunda bulunmamak olanaksızdır onun için, tanışıp arkadaş olunca dayanamaz oturup bir de kitap yazar Wilder hakkında.

Büyük bir aşkla yapar filmlerini, o aşk size de bulaşır, seyredip kalkmak imkansızdır, film saatler sürsün istersiniz, hatta istemezsiniz, Drew'la Claire arasındaki o çok uzun telefon konuşması gibi kendiliğinden oluverir... Direnseniz bile uzun süre yankılanır içinizde Cameron Crowe filmleri.

Her şeyi çok ciddiye alır, ama delifişek yaradılışlıdır, en olmadık yerde, en beklemedik şeyi yapar, Claire gibi... Romantik komedi filmlerinin kadın karakterleri öyle olur genelde ama Crowe tutar Hollie'ye, ölen eşinin anıldığı gün sahnede (hem de "Moon River" eşliğinde) tap dansı yaptırır. O da yetmez, efsanevi Lynyrd Skynyrd şarkısı "Free Bird"ü sahnede yerel bir gruba çaldırırken (kim bilir belki de sadece gitarların karşılıklı çağıldadığı uzun sözsüz bölümünü kısa geçmemek arzusundan) gösteri için hazırlanmış kuş maketinin tutuşmasını arzu eder. Seyirci "özgür kuş" yandı diye üzülür, eleştirmen kafasında hazırlamakta olduğu analizin ciddi bir manevra yapması gerektiğini düşünürken, yaşam devam eder, bir bakarsınız yangın söndürücüler çalışmış, ciddi görünüşlü balo salonu, altında aşkın da yaşandığı bir yaz yağmuruyla sırılsıklam.

Yaşam böyledir der gibidir sanki: Ölümün ağırlığının bizi ezmesine izin vermemiz gerekmez; giden gitmiş, yapacak bir şey yok, onu gülerek de anabilir, ölümü güldürerek de anlatabiliriz: Drew'a dönüş yolculuğunda babasıyla hesaplaşma yaşatır Crowe, ağlatır da hatta, ama babasının küllerinin durduğu vazoyu balo salonunda unutturur. Ertesi gün aynı Drew babasının küllerini Claire'in ve kendisinin sevdiği yerlere serpecektir, dünya güzeli bir ırmağa örneğin...

Evde baş köşeye koyup bakıp bakıp ağlasa mıydı dersiniz?

Bilmem ki Crowe dışında bir yönetmenin filminde var mıdır, tabut mezara inerken sarsılınca müteveffanın yaslı eşinin kikirdemesi? Acaba başka bir senaristin aklına gelir mi, acılı kahramanına kaldığı oteldeki düğün misafirlerine ait biraları çaldırmak?

Sinemayı da çok sever Crowe, çok da ciddiye alır, ama uzmanı olmayanların "hafif" sanabileceği bir tarz geliştirmiştir çünkü kendisini çok önemsemez. Yeteneklerini, bilgisini seyircinin gözüne sokmaya çalışmaz. Oysa özellikle açılış sekansı ve karakter tanıtımıyla çağdaş bir klasik mertebesine erişen "Jerry Maguirre / Yeni Bir Başlangıç"tan bile çok ilerdedir artık, daha hızlı, daha ustadır, özellikle açılışta (ve örneğin Drew'un otel odasında telefonla konuştuğu sahnelerde) olağanüstü bir ritm duygusuyla yaylım ateşe tutar seyirciyi, fakat kimseyi de bunaltmaz, karakterlerini de okşar sanki, seyircisini de; öylesine şefkat doludur.

Aşk, yaratıcılık, fedakarlık, hayatın beklenmedik olayları, başarı/başarısızlık gibi temaları hep severdi Crowe, epeydir spiritüalizmle de yakından ilgili, "Jerry Maguirre"dan bu yana geçen 10 yılda çok da geliştirmiş kendini. "Elizabethtown"da da ruhsal temalar ciddi bir yoğunlukta fakat gökyüzündeki bulutlar gibiler, düşkünü olup özellikle onlara bakmadıkça kaçırırsınız.

Örneğin Crowe bilir, kınamak değildir aslolan, Samson'un yaramazlığından şikayet etmenin bir yararı yoktur, önemli olan eğitici bir video kaset bulup çocuğa izletmektir; yani sorunu çözmek...

Claire'in Drew'u bunalımdan çekip çıkarması gibi.

Alkış beklemeden.

Örneğin her şeyi doyasıya yaşamak ama yapışmamak, bataklığa dönüştürmemek.

Claire'in başarısızlık konusunda Drew'a önerdiği gibi: "Ona sarıl, onu hisset, sonra bırak gitsin."

Yaşama değer vermekle onu insanı bunaltacak kadar ciddiye almak arasındaki ayrımı Crowe da bilir, anlamıştır ki elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka çare yoktur, gerekmez her şeyi büyütmek... Filmini hafif, kendisini orta sınıf bir yönetmen sananlara gizlice gülümser. Mevlana'nın "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır" biçiminde ifade ettiği gerçeği idrak etmiştir, kimin neyi ne kadar anladığını dert etmez.

Oysa nasıl da ustadır: Drew bira çalarken damat adayı Chuck'a yakalanınca başlayan, telefondaki Claire'in de katıldığı sohbet, pırıl pırıl parlar örneğin, Hollie'nin kocasını anma konuşması olağanüstüdür. Hele 1992 yapımı "Glengarry Glenn Rose"dan çıkıp gelmişe benzeyen Alec Baldwin'in (Phil) Drew'a yaptığı, "kovuldun" sözcüğünü içermeyen ama anlamını taşıyan konuşmaya şapka çıkarmamak mümkün müdür? Hepsi bir yana, iki kelimelik bir cümleyi (İyiyim/I'm fine) daha ilk on dakikada belki yirmi ayrı kılıkta kullanması yetmez mi gayet iyi bir yönetmen ve senarist olduğunu anlamaya? Kolay mıdır filmin tamamına sinen o yüksek ritmi yakalamak, o ritmi oluşturan binlerce planı çekmek?

Sözün kısası Crowe'u en çok, elindeki tüm imkanları en akıllıca biçimde kullandığı için severim: Hayat ve sinema konusundaki tüm bilgisini ve yüreğinde köpüren bütün duygularını belli bir dengede kaynaştırmayı becerir, bunlarla yoğurur hamurunu, teknik bilgiyle pişirir, önümüze getirir. Yersiniz. Sorularınız olur belki de, örneğin Claire'in Ben adında bir sevgilisi olup olmadığı netleşmemiştir kafanızda, sormak için bakınırsınız çevreye...

Oysa Crowe çoktan uzaklaşmış, yeni bir projeye dalmıştır.

Bilir çünkü, her sorunun yanıtı zaten vardır.

Film+, sayı: 9, Aralık 2005

Meraklısına:
yazıyı bugün yeniden yayımlarken bir ek yapmak istedim: Bu filmin bunca eleştirilmesinin temel nedeni sıradan bir romantik komedi olarak algılanması ve o türün şablonlarına uymaması... Film analizi filmin adıyla, afişiyle başlar, ilk sahne (özellikle ilk replik) ve tabii ki final çok büyük önem taşır. Bu açıdan bakıldığında bu filmin romantik komedi olmadığı çok belli, Crowe bunu adeta gözümüze sokarak anlatmış zaten: Drew'ün dış sesiyle sunulan final sahnesi balıklardan söz ediyor ve özellikle ayarlanmış en son kelime, filmin asıl konusunu açıklıyor: "Hayat".

Elizabethtown
Senaryo ve yönetim: Cameron Crowe
Yapımcılar: Cameron Crowe, Tom Cruise, Paula Wagner
Oyuncular: Orlando Bloom (Drew), Kirsten Dunst (Claire), Susan Sarandon (Hollie), Alec Baldwin (Phil), Bruce McGill (Bill), Judy Greer (Heather), Jessica Biel (Ellen)
2005 ABD yapımı, 123 dakika
Gösterim tarihi: 4 Kasım 2005
DVD firması: Tiglon / Paramount Pictures

21 Ekim 2011 Cuma

Düşler Tarlası

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: %88
Manalı Filmler: 9.5

Indigo, Kristal gibi isimler verilen “zamane çocuklarının” farklı/üstün özellikleri hakkında kitaplar yayımlanıyor, belgeseller yapılıyor ya, bu varlıkların dünyayı nasıl değiştireceklerini görmek için sabırsızlanıyorum.

Dünyayı güzelleştirecekleri kesin, çünkü 68 kuşağı da bunu başarmıştı. Onlarda da benzer bir güç, cesaret ve inat vardı. “Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi” demek cüretini göstermiş, “gerçekçi ol, imkansızı iste” kelimeleriyle özetlenen bakış açısını insanlığa hediye etmişlerdi.

Başka üstün özelliklerinin yanı sıra “Düşler Tarlası”, etkileyici bir “68 kuşağı güzellemesi”... Bu bağlamda o kategorisinin en başarılı eserlerinden biri.

Filmin ana karakterleri (yazar Terence dahil) hayata teslim olmayan, elindekilerle yetinmeyen, düşlerini kovalayan, ne yaparsa yapsın “sıradan” olamayan, manevi değerlere saygı duyan, hayli hayalperest ve kesinlikle naif insanlar. Ancak onlar böyle bir hikayeyi yaşayabilir ve başkalarına anlatabilirler:

Çiftçi Ray, bir akşam mısır tarlasında “İnşa edersen o gelecek” diyen kaynağı belirsiz bir ses duyar, oraya bir beyzbol sahası kurar. Ölümünden uzun yıllar evvel şike nedeniyle oynaması yasaklanmış ünlü beyzbolcu Ayakkabısız Joe (ki gerçekten yaşamış biri ve ABD’de hala ünlü) ve arkadaşları belirip oynamaya başlarlar. Fakat Ray hala asıl “kimin” geleceğini anlayamamıştır ve Ses’in ona neden “Acısını dindir” dediğini…

Tüm bunlar olurken Ray maddi sıkıntılar içindedir, sadece kendisinin ve ailesinin görebildiği hayalet sporcular oynamaya devam edebilsinler diye sahayı korumaya çalışırken tüm çiftliğini kaybetmesi riski vardır.

Bu öyküyü tasarlayan W.P. Kinsella, Kanadalı bir Edebiyat profesörü, kısa hikayeleriyle ünlü, iki de romanı var. Değişmeyen temalarından biri Kızılderililer, çoğunlukla bugünkü yaşantıları ve beyzbol. Bu iki ana tema filme hayli ilginç biçimlerde sirayet etmiş, sonuçta ortaya, öyküleme tekniklerini çok ustaca kullanan, çarpıcı bir hikaye çıkmış.

Gerçeklikle ilişkisi bakımından da çok özel ve önemli bir film bu... Öykü çoğunlukla yapıldığı gibi tek bir fantastik tema üzerine kurulmamış, -zaman kayması gibi- bazıları bilimkurgu literatürüne ait pek çok öğeyi iç içe kullanıyor ve hepsinin toplamından yeni bir hayat tarifi çıkarıyor. Üstelik kesinlikle ciddiye alınması gereken bir çerçeve bu, “insan olma hali”nin etkileyici bir betimlemesi: Kişisel yaşantılarımızdan kaynaklanan acılar, ölen yakına duyulan hasret, içimizde ukde kalan şeyler vb temalar, haliyle varoluşçu kulvarlarda dolaşıp sonunda özgürleşme izleğine ve spiritüel bir bakış açısına varıyor.

Özetle: Çok iyi yazılmış, oynanmış ve çekilmiş bir film, zamanında Yeni Sağ’a karşı en etkili muhalif eserlerden biriydi ve hala önemini koruyor…

Ödülleri:
En İyi Film, Uyarlama Senaryo ve Müzik dallarında Oskar adaylığı, Japon Akademisi En İyi Yabancı Film Ödülü, En İyi Dram dalında Hugo adaylığı
Ayrıca 5 ödül ve 7 adaylık.

Meraklısına:
Amerikan Film Enstitüsü’nün belirlemesine göre en başarılı 6. fantastik film. Yine AFE listesine göre, “İnşa edersen o gelecek”, tüm sinema tarihinin en iyi 39. repliği.

Romanda Ray ünlü “The Catcher in the Rye / Gönülçelen” romanının yazarı J. D. Salinger’i arıyormuş. Ünlü yazarın o romanda adının geçmesinden mutsuz olduğu öğrenilince senaryo değiştirilmiş, hayali bir karakter kullanılmış.

Archibald Graham gibi Joe Jackson da gerçek bir oyuncu. 1908-1920 yılları arasında oynamış ve 1951’de ölmüş olmasına rağmen, hala en ünlü beyzbolculardan biri. Trajik bir hikayesi var: Şike yaptıkları gerekçesiyle 7 takım arkadaşıyla birlikte ceza almış, profesyonel kariyeri sona ermiş, karısıyla lokanta işleterek geçimini sağlamış ve –suçsuz olduğunu kanıtlayamadığı için- mutsuz ölmüş. Yıllar sonra diğer 7 kişi kendilerinin şikeye karıştıklarını ama Joe’nun haberi bile olmadığını açıklamışlar.

Seçme replikler:
Terence Mann: “İnsanlar gelecek Ray. Kendilerinin bile anlayamayacağı nedenlerle lowa'ya gelecekler. Ne yaptıklarını bilmeden evine giden yola girecekler. Çocuklar kadar masum, geçmişe özlem duyarak kapına gelecekler. Onlara 'Elbette etrafa bakabilirsiniz' diyeceksin. ‘Kişi başına sadece 20 dolar.’ Hiç düşünmeden parayı verecekler. (…) Ve maçı izleyecekler, sanki kendilerini büyülü sulara bırakmışlar gibi. Anılar o kadar yoğun olacak ki onları gözlerinin önünden kovmaları gerekecek. İnsanlar gelecek Ray. Yıllardır değişmeyen tek şey beyzbol oldu. Amerika silindir gibi yuvarlandı durdu. Bir karatahta gibi silindi, yeniden kuruldu, yeniden silindi. Ama beyzbol hep döneme damgasını vurdu. Bu saha, bu oyun. Bunlar geçmişimizin bir parçası Ray. Bize bir zamanlar her şeyin iyi olduğunu ve yeniden öyle olabileceğini anımsatıyor. İnsanlar gelecek Ray. İnsanlar kesinlikle gelecek.”

Açık Gazete, 19 Ağustos 2011

Field of Dreams / Düşler Tarlası
Senaryo ve yönetim: Phil Alden Robinson (W.P. Kinsella’nın "Shoeless Joe" isimli romanından)
Yapımcılar: Charles Gordon, Lawrence Gordon
Oyuncular: Kevin Costner (Ray Kinsella), Amy Madigan (Annie Kinsella), Gaby Hoffmann (Karin Kinsella), Ray Liotta (Ayakkabısız Joe Jackson), Timothy Busfield (Mark), James Earl Jones (Terence Mann), Burt Lancaster (Dr. Archibald 'Moonlight' Graham), Frank Whaley (Archie Graham)
1989 ABD yapımı, 107 dakika
DVD firması: As Sanat / Universal Pictures

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kıyamet Gecesi

IMDB: 4.9
Rotten Tomatoes: % 52
Manalı Filmler: 9.0

Bazı filmler –alışılagelmiş kalıplara uymadıkları için- seyirciye ve sinema eleştirmenlerine birkaç beden büyük geliyor.

Sırf bu yüzden, eserde ciddi bir sorun olmadığı halde, o filmi yapanlar ağır bedel ödüyor; film hak ettiğinden çok daha düşük gişe yapıyor, daha az yıldız alıyor.

Seyirci ve sinema otoritelerinin ezici çoğunluğu, film dilini okumaktaki yetersizliğinin faturasını bu kez Brad Anderson’a kesti. Tipik bir bilimkurgu-korku filmi olarak algılanan “Kıyamet Gecesi”, o şablona uymayan yönleri ve yanıtsız bıraktığı sorular yüzünden başarısızlık abidesi olarak tarihe geçti.

Oysa çok başarılı ve inanılmaz önemli bir film…

İnsanlığın geleceğine dair bir kehanette bulunmakla kalmıyor, olası bir felaketle karşılaşılırsa hayatta kalmak için ne yapılması gerektiğini de izah ediyor. Ana karakterlerden kimin neden karanlığa direnemediğini, kimin nasıl hayatta kalmayı başardığını gösteriyor, ayrıca çok güçlü sahnelerle seyirciye benzer bir deneyim yaşatıyor. Bunlar zaten filmin aynı zamanda çok da manalı ve yararlı bir eser olduğunu kabul etmek için yeterli.

Üstelik dahası var: Seyircinin filmden daha da fazla yararlanması için eseri çözümlemesine yardımcı olacak tüm veriler doğru şekilde yerleştirilmiş, analiz çabasında yanlış yollara sapması engellenmeye çalışılmış. Açılış sekansında Paul’un okuduğu kitaptaki başlıklar ve büfeci kızla yaptığı sohbette geçen cümleler, eserin “bildik konular ve klişeler”le kotarılmış tipik Holivud filmlerinden biri olmadığını belirtiyor ve seyirciyi uyarıyor: Hayatta/evrende kara madde ve Roanoke olayı gibi henüz açıklanamamış pek çok şey var, bunu zaten kabullenerek yaşıyoruz. Bu filmde izleyeceğin her şeyi açıklamaya çalışma, eser bununla ilgili değil.

Ana karakterlerin barda buluştukları sekansta geçen diyaloglar, filme temel oluşturan fenomenin bilimsel veya dini açıklaması olmadığını vurguluyor. O karanlık nasıl oluştu, içindeki “şey”ler nedir, insanları neden çekip alıyorlar vb sorular, filmin asıl meselesi değil.

Çünkü o karanlık (ve tabii ki ışık kelimesi de) bir metafor, mecazi anlamıyla ele almak gerekiyor.

2012 yaklaşıyor, çeşitli kehanetler, 20-30 yıldır dünyada olagelen “tuhaflıkları” açıklama çabası giderek artıyor. Kimilerinin iddia ettiği gibi bir tür kıyamet yaşanırsa, asıl çabanız başınıza gelenlerin açıklamasını bulmak olmayacak, kendinizi ve sevdiklerinizi korumaya, hayatta tutmaya çalışacaksınız.

Bu filmi mutlaka izlemelisiniz, o zor dönemde, işinize çok yarayacak.

Hayli aşağılanmasına aldırmayın, bu film, çok düzgün bir iş olmasının yanı sıra, insanları o felakete hazırlayan çok az sayıda eserden biri, üstelik en geniş bilgi içereni.

Kendi kodlarını kullanarak analiz edildiğinde filmden şu cümleler çıkıyor: (Yeni Dünya Düzeni’yle ilintili) İlk felaket dalgasını sadece “kendi ışığını taşıyanlar” atlatabilecek.

Onların da sonraki günlerde ışığı canlı tutmayı başarmaları gerekecek.

Dikkatli olmak lazım: Rosemary’ye yaptığı gibi karanlık, çeşitli tuzaklar kuracak.

Luke’unki gibi iyi niyetle de olsa, kişisel zaaflar yüzünden yapılan hatalar ölümcül olabilecek.

Bilinen fizik kuralları işlemez hale gelecek, “doğanın yeni yasalarına” uyum sağlamak zorunluluğu doğacak.

“Kendi elindekinden başka ışığa güvenmemek” gerekecek çünkü bilgi ve mana açısından ortalık fena karışacak.

Öte yandan: Paul’ün başına geldiği gibi, karanlık kişiyi ele geçirse bile sonradan kurtulmak mümkün olabilecek.

Ve en önemlisi: İnsanlık tümden bitmeyecek.

Açık Gazete, 30 Eylül 2011

Meraklısına:
Bir filmi onu üreten sanatçıyla birlikte ele almakta gerekir: Brad Anderson, gerilim de çekse, romantik komedi de, hep bağımsızdı ve hiçbir zaman şablonlara uygun filmler yapmadı. Tür sinemasını ve klişelerle oynamayı, şablonları değiştirmeyi seviyor... Öte yandan filmi eleştirirken, diğerleri hadi neyse, "The Machinist / Makinist" ve "Transsiberian / Sibirya Ekspresi"ni yapan bir yönetmenin bu kadar bayağı bir film çekmesi ihtimalinin çok düşük olduğunu da dikkate almak lazım.

Evet, filmdeki "karanlık bir metafor", aynen "Blindness / Körlük" filmindeki hastalığın bir metafor olduğu gibi... Fakat maalesef o çok başarılı film de çok ağır eleştirilmiş, hatta bazı yazarlar hikayeyi çok saçma bulmuşlardı. Kayda geçmekte fayda var: "Körlük" Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun romanından uyarlandı, yönetmen koltuğunda ise "City Of God / Tanrı Kent" ile büyük başarı kazanan Fernando Meirelles oturuyordu.

Vanishing on 7th Street / Kıyamet Gecesi
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Anthony Jaswinski
Yapımcılar: Tove Christensen, Norton Herrick, Celine Rattray
Oyuncular: Hayden Christensen (Luke), John Leguizamo (Paul), Thandie Newton (Rosemary), Jacob Latimore (James), Taylor Groothuis (Briana)
2010 ABD yapımı, 92 dakika
DVD firması: Tiglon / Bir Film

13 Ekim 2011 Perşembe

Sibirya Ekspresi

Film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…

IMDb: 6.8
Meta Critic: % 72
Manalı Filmler: 8.0

Öncesinde 5 uzun metrajı vardı, ama Brad Anderson’ı dünyaya tanıtan “El Maquinista” (2004) oldu. Bağımsız filmler çeken bir yönetmen için rüya gibi bir projeydi “Makinist”, çok ilgi gördü, epey konuşuldu. Ve fakat ana konu, başrolü üstlenen Christian Bale oldu, rolü için 30 kilo zayıfladığı vs yazıldı çizildi, Bale’in oyunculuk başarısı geri kalan her şeyi gölgede bıraktı. Oysa “Makinist” Anderson’ın sinemasal bir dünya yaratma yeteneğini de gösteren bir filmdi. Ayrıca varoluşçuluğa ilgi duyduğu anlaşılıyor, oyuncu yönetimi, ışık, film ritmi ve kurguya olağanüstü hakimiyeti dikkat çekiyordu. Yönetmenin hayranlık duyduğu iki dev sanatçıya, Hitchcock ve Dostoyevski’ye yaptığı göndermeler de önemliydi, özellikle Dostoyevski etkisi yoğundu filmde: Bale’in canlandırdığı Trevor’ın, “Budala”yı okuduğu görülüyor, yan hikayelerden biri “Öteki”nin izinden gidiyor, suç ve vicdan azabı temalarına odaklanan ana öykü, “Suç ve Ceza”nın kalite ve lezzetine ulaşmaya çalışıyordu.

Sonuçta Anderson, çok düşük bütçeyle tipik Hitchcock eserleri yapısında bir film kurma başarısıyla ünlendi: Sıradan ve masum bir insanın kendini içinde bulduğu, sıra dışı, tehlikeli, çoğunlukla ölümcül yönleri olan, kontrol edemediği, hatta anlayamadığı, gerilimli bir maceradan sağ kurtulma çabası… 1970’lerde “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü” gibi politik gerilimler ve 80’lerde “Die Hard / Zor Ölüm” serisi gibi eserlerin öncülüğüyle bu yapı ciddi bir evrim geçirmiş, ama temel özelliği gene de değişmemişti: Maceranın kökeni “dışarısı” idi; ana kahramanımız, kendisiyle hiçbir ilişkisi olmayan, “kirli” bir dünyaya girmek zorunda kalır, birtakım kötü niyetli adamların yol açtığı bir fırtınada savrulurdu. “Makinist”in film teorisi açısından devrimci sayılması gereken yönleri, Dostoyevski temalarıyla ilişkiliydi: Macerayı başlatan dış değil, iç dünya idi, daha doğrusu “dışarıda” olup bitenlere karşı “içerde” yaşanan tepki… Ayrıca ana kahraman masum biri değil, vicdan azabından muzdarip bir anti-kahraman idi…

Yönetmenin yeni filmi “Transsiberian”, gene Hitchcock ve Dostoyevski etkileri belirgin olsa da, ilk bakışta “Makinist”e hiç benzemiyor, büyük bölümü Çin ve Rusya kırsalında ilerleyen bir trende geçen, büyük bütçeli, gösterişli macera sahnelerine de yer veren bir film var karşımızda. Öte yandan “Sibirya Ekspresi”, temaları itibarıyla, tipik bir Brad Anderson filmi…

Film hakkında kalem oynatan neredeyse herkesin “Strangers on a Train”, “A Lady Vanishes”, “North By Northwest” gibi klasik Hitchcock filmlerini anımsaması çok doğal, ama filmin “bağımsız yapım” olduğunu atlamamak gerekiyor. Dünya sinemasını yakından izleyen herkes bilir ki “Makinist” gibi bir filmi yapmayı başaran bir yönetmene Holivud’un kapıları ardına kadar açılır, hemen ertesi yıl, yüksek bütçeli ve -genelde- abuk sabuk bir gerilim-aksiyonun afişinde adına rastlanır. Brad Anderson bağımsız kalmayı tercih etti, bunun bedelini de ödedi, bir sonraki filmini gerçekleştirebilmesi yaklaşık 3 yıl sürdü ama, değerdi, özgürlüğünü koruması ve kendine özgü bir film yapması ancak bağımsız kalmasıyla mümkün olabilecekti.

Holivud, hele de başarıyla modernize edilebilmişse klasik Hitchcock yapısındaki senaryoları çekmeye hep meyillidir, ama Dostoyevski temalarıyla uzlaşması neredeyse imkansızdır. Hele de yüksek bütçeli filmlerde Holivud için hareket önemlidir, psikolojik ve felsefi derinlik sağlamak amacıyla maceranın ritminin düşürülmesine sıcak bakmaz. Anderson ise asıl bunlarla ilgileniyor: Kendi dışındaki dünyanın pisliği ve yozlaşmış kişilikleriyle karşılaşan ana karakterin nasıl değiştiği ve (küreselleşen) “kirli” dünyada nasıl var olunacağı sorunsalıyla… Verdiği röportajlarda, Ben Kingsley’in canlandırdığı Grinko karakterinin “Suç ve Ceza”daki müfettişten hareketle yaratıldığını söylüyor, zaten bu esinlenme çok belirgin, ama “Sibirya Treni”, içeriği açısından “Budala”nın temalarına daha yakın. Ve “Suç ve Ceza”nın ikinci cildine, yani “suç” değil, “ceza” kısmına, “ruhun arınması” (ve huzura kavuşma) temasına... Filmin ikinci, ana kahramanlar Roy ve Jessie’yi ilk gördüğümüz sahnesinde masumiyet ve şefkat temalarına vurgu yapılması çok anlamlı, nitekim öykünün tüm virajları Jessie’nin, -çok sonraları edindiği- etik değerlerini ve huzurunu koruma çabası, istemeden suç işlemesi ve vicdan azabı çekmesi sayesinde oluşuyor. Özellikle finalde, -hissettiği şefkatin sonucu olarak- macera sırasında epey zarar gören Abby’nin bir tür tazminat almasını sağlaması, böylece kendi kefaretini de ödemesi, yine Dostoyevski evreniyle paralellikler taşıyor. Hikayenin tüm iniş çıkışları arasında, bu saydığım temalarla beraber, tüm film boyunca ilerleyen ana izlek ise “şuur”, yani yaşama ilişkin bilinç, hayatın tüm olumsuz taraflarının da farkında ve bilincinde olarak, ama saflığını yitirmeden, rastladığın her şey ve herkese şefkatle yaklaşarak yaşamak…

Sonuç olarak Anderson’ın ilk yüksek bütçeli, ana akım filmi olan “Sibirya Ekspresi”, hem benzerlerinden bir hayli farklı, hem de her şeyiyle o kadar başarılı ki yönetmen aynı çizgiyi sürdürmeyi uygun görürse, 4-5 yıl-film sonra “tipik Anderson yapısı”ndan söz etmek mümkün olabilecek.

Sinema, Ocak 2009

Transsiberian / Sibirya Ekspresi
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Brad Anderson, Will Conroy
Yapımcılar: Julio Fernández, Todd Dagres
Oyuncular: Woody Harrelson (Roy), Emily Mortimer (Jessie), Ben Kingsley (Grinko), Kate Mara (Abby), Eduardo Noriega (Carlos)
2008 Almanya, İngiltere, İspanya, Litvanya ortak yapımı, 111 dakika Gösterim tarihi: 19 Aralık 2008
DVD firması: Rema Film / D Productions

4 Ekim 2011 Salı

Paul

IMDB: 7,1
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 8,5

Sonunda bu da yapıldı.

İyi ki de yapıldı.

Amerikan halkı ve Holivud uzaylı istilası temasını öylesine abarttı ki bu kültür sanki tüm dünyaya aitmiş gibi algılanır oldu. Aslında iyi, yararlı uzaylı karakterleri işleyen önemli eserler yapılmasına karşın, istila temasını işleyen “V” ve “4400” gibi diziler, “Indepence Day / Kurtuluş Günü” gibi kof filmler çok daha fazla ilgi görüyor. Haliyle popüler kültür bu temayı işlemeye, bu korkuyu çoğaltmaya devam ediyor.

Steven Spielberg’in yönettiği muhteşem “War Of The Worlds / Dünyalar Savaşı”, usta işi senaryosu ve yönetmenin ana akım sinema dili ve tekniğine olağanüstü hakimiyetine rağmen özellikle gençler için “fazla yukarda” kaldı; onlara, onların anlayacağı dille seslenen, daha hafif bir esere ihtiyaç vardı.

“Paul” bu boşluğu dolduruyor, seyirciye ayna tutuyor, içinde yetiştiği kültürden otomatikman aldığı ve “gerçek” kabul ettiği şeyleri yüzüne vuruyor. Üstelik bunu hayli genç işi bir üslupla, fena halde dalga geçerek yapıyor.

Daha da önemlisi, sadece uzaylı kültürüyle ilgili bir film değil bu, hayli geniş hacimli: örneğin sığ din algısından ABD’de hayli yaygın olan ünlülerle ilgili komplo teorilerine kadar uzanıyor, gizli teşkilatlar, derin devlet gibi konularda ortalama Amerikalı’nın algılayış biçimi ve inançlarıyla, saygı duyduğu çizgi romanlar ve bilimkurgu eserleriyle alay ediyor. Tabii ki sinema da eleştiri oklarından nasibini alıyor (“X Files / Gizli Dosyalar”dan “Mac and Me”ye çeşitli filmlere gönderme yapılmış, hatta “Alien / Yaratık” serisinde canavar uzaylıyla mücadele eden Sigourney Weaver’a rol verilmiş).

70’lerde Woody Allen ve Mel Brooks yıkıcı mizahın nefis örneklerini vermiş, seyirciyi filmlerdeki klişelerle yüzleştirmişlerdi. “Paul” o filmlerin yolunu izliyor.

Üstelik çok bilinçli kotarılmış, tam nereye ait olduğunu iyi biliyor: 1938’de Superman karakterini yaratan çizgi romancıların, 1951’de “The Day the Earth Stood Still / Dünyanın Durduğu Gün”le insanlığın en ciddi sorunlarını gündeme getiren Robert Wise’ın ve tabii ki 1982’de “E.T. the Extra-Terrestrial” ile algıları sarsan Spielberg’in yanında saf tutuyor.

Andığım bu eserler Amerikalıların abartılı uzaylı korkusuna karşı durmuş, uzaylıların ille de kötü niyetli olması gerekmediğini anlatmaya çalışmışlardı. Bu bakış açısını sahiplenen “Paul” daha da ileri gidiyor, uzaylıyı gerçek bir kişiliğe dönüştürüyor. O kadar ilginç ve başarılı bir karakter çalışması yapılmış ki, Paul’u iyi veya kötü diye sınıflamak imkansız.

Dahası var: İlk kez bir film, evrenin merkezinde olmadığımızı bu kadar net biçimde vurguluyor; bundan evvelki her uzaylı filminin dünya dışı canlılara insanın gözüyle baktığını idrak etmemizi sağlıyor: Ya bize yardıma gelmişlerdi veya istilaya. Paul’unsa bunlarla ilgisi yok, aslına bakarsanız dünya da, insanlık da çok da umurunda değil… Aynen E. T. gibi o da bilimsel görevle gelmiş ve tek istediği evine dönmek.

“E. T.” büyük yönetmenin insanlığa bir armağanıydı. 1977’de Spielberg “Close Encounters of the Third Kind / Üçüncü Türle Yakınlaşmalar”la “kötü uzaylı” algısına ciddi bir darbe indirmiş, uzaylılarla ilişkimizde korkunun tek seçenek olmadığını söylemişti… “E. T.” bir adım ötesiydi, bizden çok daha ileri bile olsalar uzaylılarla sevgi ilişkisi kurabiliriz, diyordu. Bu cümleyi temellendirmek için Spielberg uzaylı karakterini “küçük bir çocuk” gibi tasarlamıştı. Yetişkinlerin algısının ve onların kurduğu uygarlığın böyle bir sevgi ilişkisine hazır olmadığını, bunu ancak çocukların yapabileceğini iddia eden bir filmdi “E. T.”.

Paul ise bir “kişi”; E.T.’nin büyümüş hali gibi, artık delikanlı olmuş, dünyayı ve insanları epey tanımış, neyi ciddiye alacağını, neyi almamak gerektiğini öğrenmiş ve sigarasıyla, argosuyla, şakaları ve eleştirel düşünceleriyle hayli “serin takılıyor”…

Ana karakteri aracılığıyla film de seyircisine –özellikle gençlere- aynı tavrı öneriyor: Tüm bu teorileri, ana kültürün size söylediklerini o kadar da ciddiye almayın, takılın…

Paul
Yönetmen: Greg Mottola
Senaryo: Nick Frost, Simon Pegg
Yapımcılar: Tim Bevan, Eric Fellner, Nira Park
Oyuncular: Simon Pegg (Graeme Willy), Nick Frost (Clive Gollings), Jane Lynch (Pat Stevens), David Koechner (Gus), Jesse Plemons (Jake), Seth Rogen (Paul'ün sesi), Jason Bateman (Ajan Zoil), Sigourney Weaver (büyük patron), Kristen Wiig (Ruth Buggs), John Carroll Lynch (Moses Buggs)
2011 ABD, İngiltere ortak yapımı, 109 dakika
Gösterim tarihi: 8 Temmuz 2011
DVD firması: As Sanat

30 Eylül 2011 Cuma

Sessizlik

IMDb: 7.9
Rotten Tomatoes: % 92
Manalı Filmler: 9.0

Bergman sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri. En İyi Yabancı Film Oskarını tam 3 kez kazandı, ayrıca 9 Oskar adaylığı var. 5 kez Altın Palmiye için yarıştı, 1997’de “Palmiyelerin Palmiyesi” ödülüne değer görüldü. “Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Film” seçmesinde 10 filmiyle yer aldı.

Steven Spielberg şöyle demişti: “Ona her zaman imrendim. Keşke onun kadar büyük bir sinemacı olabilseydim, ama bu imkansız. Ondaki sinema aşkı bana vicdan azabı yaşatır”.

O aşk Bergman’da öylesine yoğundur ki, filmlerini adeta elle tutulabilir bir sinema duygusuyla donatır, açıklanamaz bir çekicilik verir onlara. Sinemanın çok az sayıdaki gerçek büyücülerindendir o.

Büyük ustanın bu özelliklerini en çok yansıtan filmlerinden biridir “Sessizlik”. Önemli bölümü bir otelde, 3-4 kişi arasında geçen bir filmin, yapıldıktan 50 yıl sonra da sinema tarihinin en başarılı eserleri arasında kabul edilmesi, sadece Bergman adıyla açıklanabilir.

Güçlü bir filmdir “Sessizlik”. Genelinde iletişimsizlik, Anna’nın ablasına bakışlarında nefret ve kayıtsızlık ve örneğin Esther’in hastalığının nüksettiği sahnede ölüm korkusu çok yoğundur.

Zaten Bergman filmleri, aynı zamanda felsefi yönleriyle ünlüdür. Eserlerinin çoğunda varoluşa dair sorunları, iletişimsizlik, yalnızlık gibi meseleleri ve tabii ki inanç ve ölümü irdelemiştir.

Film ilk planda görülen ana temasını (iletişimsizlik) çeşitli biçimlerde irdeler: İki kız kardeş (Anna ve Esther) yabancı bir kentte iki gün kalırlar. Birbirlerinin dilini bilmedikleri için Anna ve sevgilisi olan garson cinsellik, Anna’nın oğlu Johan ile cüceler oyun, Esther ile otel görevlisi ise işaret diliyle anlaşırlar (Tüm bu insanlar içinde en az anlaşabilenler, aynı dili konuşanlardır). Müzik, fotoğraf, sinema ve gösteri sanatları da bir iletişim aracı olarak kullanılır.

Anna ile Esther’in çocukluklarından kalma ciddi meseleleri vardır, artık iletişim zeminini bile yitirmişlerdir. Yaşama arzuları da yok olmuştur. Daha dışa dönük olmasına rağmen Anna, çevresindeki dünyada sadece cinsellik arar. Aydın bir kişilik olmasına rağmen Esther de bulundukları kenti merak etmez, gezip tanımaya çalışmaz. Dış dünyayla, kendi iç dünyalarıyla ve diğer insanlarla iletişim kuramayan, buna çabalamayı bile bırakmış bu iki kadın aslında –yönetmenin ülkesi- İsveç’in simgesidirler; filmin daha az fark edilen temalarından biri modern yaşam eleştirisidir. Kente giren tanklar, o uygarlığın sonuna ilişkin bir öngörüdür.

Johan’ın otelde tanıştığı cücelerin yedi tane oluşu, ise ünlü masalı düşündürür: Ne Esther’de, ne de Anna’da o saflık kalmıştır, zihinleri kadar ruhları da kirlidir.

Filmin adıyla kastedilense, iki kız kardeş arasındaki iletişimsizlik değildir sadece, Tanrı’nın sessizliğidir. “The Seventh Seal / Yedinci Mühür” gibi filmlerinde de aynı temayı işleyen Bergman’ın ünlü “inanç üçlemesi”nin son halkasıdır bu film; Tanrı’nın var olup olmadığı tartışılmaz artık, sessiz, acılı bir kabulleniş noktasına varılmıştır.

İki kardeş, aynı kişiliğin iki yönüdür aslında. Anna, hasta ablasını otel odasında bırakıp gider, içe dönük ve entelektüel kimliğin ölüme terk edilişidir bu. Anne ile oğulun neyi geride bıraktıklarını, Esther’in yeğenine verdiği mektuptaki kelime anlatır: “Ruh”.

Aklın susuşu. Umutsuzluk.

Sessizlik.

Meraklısına:
Üçlemenin diğer filmleri, “Aynanın İçinden" ve “Kış Işığı”nın da videoları piyasada bulunuyor.

Filmin senaryosu da ülkemizde yayımlandı.

Ödülleri:
3 ödül ve 1 adaylık.

Açık Gazete, 26 Ağustos 2011

Tystnaden / The Silence / Sessizlik
Senaryo ve yönetim: Ingmar Bergman
Yapımcı: Allan Ekelund
Oyuncular: Ingrid Thulin (Ester), Gunnel Lindblom (Anna), Birger Malmsten (garson), Håkan Jahnberg (otel görevlisi), Jörgen Lindström (Johan)
1963 İsveç yapımı, 96 dakika, siyah beyaz
DVD firması: Tiglon / Bir Film

25 Eylül 2011 Pazar

Piyanist

IMDb: 8.5 (51. sırada)
Rotten Tomatoes: % 96
Manalı Filmler: 10

1 Eylül 1939’da Almanlar Polonya’yı işgale başladılar. 16 gün sonra da SSCB ülkenin doğusunu ele geçirdi. Savaş boyunca süren işgal ülkeye ağır hasar verdi ve yaklaşık 1 milyon Polonyalının ölümüne neden oldu.

Haliyle Polonya sineması işgal ve direnişi konu alan filmler yaptı: Ünlü yönetmen Andrzej Wajda “A Generation”, “Kanal”, “Katyn” gibi eserlerinde o dönemin olaylarını çeşitli açılardan irdeledi. Kayda değer bir başka çalışma ise Aleksander Ford’dan geldi, 1948 tarihli “Border Street”, işgal yüzünden bazıları birbirine düşman olan bir grup yeniyetmeye odaklanıyordu.

Bunlar önemli çalışmalardı ama konuyla ilgili film yönetmeye belki de en çok Polanski’nin hakkı vardı çünkü –“Roman” kitabında da anlattığı gibi- onun çocukluğu Nazi işgali altındaki Varşova’da geçmişti. Tüm bu filmlerde işlenen pek çok olayı bizzat yaşamış, yıllarca etkisinden kurtulamamıştı. İşgalle ilgili film çekmek istemesi doğaldı.

Sonunda Polanski aradığı projeyi buldu. Wladyslaw Szpilman’ın anılarından oluşan kitap ona, daha önce yapılanlara hiç benzemeyen bir Nazi işgali filmi çekme imkanı verdi.

Andığım diğer eserler ikiye bölünmüş bir dünyayı resmeder: Bir yanda mağdur Polonyalılar, karşılarında zalim Almanlar vardır. “Piyanist” ise çok daha gerçekçi bir tablo çiziyor: Szpilman için topladığı paralarla kaçan bir Polonyalı da var bu filmde, onun saklanmasına yardım eden, ona yiyecek götüren bir Nazi subayı da.

Seleflerinden farklı olarak “kahraman Polonyalı” imajı yok bu eserde, tersine ana kahramanı fena halde korkak, aylarca çeşitli harabelerde, terk edilmiş evlerde tek başına yaşadığı, direnişçilerin çabalarına tanık olduğu halde düşmana bir tek kurşun bile sıkmayan biri. Polonya’nın resmen hiç teslim olmadığı ve 6 yıl boyunca elden geldiğince savaştığı düşünüldüğünde, gerçek bir hikayeyi, yaşandığı biçimiyle perdeye aktarmaya çalışan Polanski’nin ne kadar cesur ve hümanist davrandığı daha iyi anlaşılıyor.

Dolayısıyla bu filmin başarısı büyük bir sürpriz değil, Polanski’nin duruşu çok daha şaşırtıcı: İnanılmaz derecede objektif kalmayı başarıyor, örneğin Nazilerin uyguladığı şiddeti özellikle vurgulamaya çalışmıyor, içeriği ne olursa olsun her planda aynı derecede sakin ve olgun. Bir insanın hayatta kalma çabasına odaklanıyor ve bunu o kadar başarıyla işliyor ki, tek bir şahsın hikayesi tüm sinema tarihinin en önemli savaş karşıtı filmlerinden birini oluşturabiliyor.

Ödülleri:
En İyi Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Uyarlama Senaryo dallarında Oskar; Film, Görüntü Yönetmeni, Kurgu ve Kostüm dallarında Oskar adaylığı.
Altın Palmiye.
Ayrıca 45 ödül ve 38 adaylık.

Meraklısına:
Polanski hep çok iyi bir yönetmendi, filmografisi “Chinatown / Çin Mahallesi” gibi başyapıtlarla dolu. Fakat bir süredir durgundu, filmleri yeterince canlı, olması gerektiği kadar parlak değildi. Çok beğenilen “Piyanist” ikinci doğuşu oldu.

Bozuk paraları masanın üzerine atarak kontrol eden müşteriyi, bir başka ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin “Trois couleurs: Blanc / Üç Renk: Beyaz” filminin başrolünde izlediğimiz Zbigniew Zamachowski oynuyor.

Oynadığı karakterin duygularını daha iyi anlayabilmek için Brody, oturduğu evden taşınmış, arabasını satmış ve çekim boyunca TV izlememiş.

İçinde tek kelime Fransızca olmadığı halde En İyi Film dalında Fransızların Oskarı sayılan Cesar’ı kazanan ilk film.

Açık Gazete, 2 Eylül 2011

The Pianist / Piyanist
Yönetmen: Roman Polanski
Senaryo: Ronald Harwood (Wladyslaw Szpilman'ın kitabından)
Yapımcılar: Roman Polanski, Alain Sarde, Robert Benmussa
Oyuncular: Adrien Brody (Wladyslaw Szpilman), Emilia Fox (Dorota), Michal Zebrowski (Jurek), Ed Stoppard (Henryk), Maureen Lipman (Wladyslaw'ın annesi), Frank Finlay (Wladyslaw'ın babası), Jessica Kate Meyer (Halina), Julia Rayner (Regina), Thomas Kretschmann (Yüzbaşı Wilm Hosenfeld)
2002 Fransa, Polonya, Almanya, İngiltere ortak yapımı, 90 dakika
DVD firması: Özen Film