Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Gezginler Ve Büyücüler

IMDB: 7,4
All Movie Guide: 3,5 yıldız
Manalı Filmler: 8,5

Bir yönetmen düşünün: Ülkesinde neredeyse hiç film çekilmiyor, kendisi de ilk kez 19 yaşında film görüyor (bir seyahatte, TV’de). Üstelik bir Budist rahip olarak yetişmektedir. O işi de çok sevmesine rağmen, sinemaya tutkuyla bağlanıyor. İngiltere’de Yerel Kültürler Okulu’na girmeyi başarıyor, ama asıl derslerini Londra sinema salonlarında alıyor. Ülkesine döndüğünde, rahip olarak yaşamaya devam ederken, “Little Buddha / Küçük Buda” filminin ön yapımıyla uğraşan Jeremy Thomas’la tanışıyor, onunla ve Bertolucci ile arkadaş oluyor. Onların da verdiği moral destekle ilk senaryosunu yazıyor, film yönetebileceği konusunda neden kendisine güvendiklerine kendisi de şaşarak “The Cup / Phorpa”yı yönetiyor (1999). Amatör (ve büyük çoğunluğu ilk kez kamera gören) oyuncularla çalıştığı bu film Cannes’a kabul ediliyor, festivalleri dolaşıyor, çeşitli ödüller alıyor. Bu başarı, “Gezginler…”in yolunu açıyor.

Bu hikayenin kendisi zaten ilham verici; böyle bir yönetmenin filmlerini, ülkesi Butan’ı merak etmemek mümkün mü?

Butan diyorum sevgili okur, lütfen dikkat: 1949’da bağımsızlığını kazanmış, takas ekonomisini 1970’lerde bırakmış, TV ile 1999’da tanışmış, yaklaşık 700 bin nüfuslu bir küçük Budist ülke (Nüfusun beşte biri rahip veya rahibe). Herhangi bir tür sinema okulu yok (kurs bile), tabii film ekipmanı da. Ayrıca dağlık bölgede olduğu için film ekipmanlarının taşınması, yerleştirilmesi vs de çok zor… Ama öte yandan dillerinde küfür ve hakaret içeren kelimeler de yok. Kendi dillerinde ülkenin adının anlamı: “Barışçıl Ejderhanın Ülkesi”…

Külliyen ilginç.

İlk Butan filmi 1989’da yapılmış (IMDB’de kayıtlı sadece 12 film var, kısa metraj ve belgeseller dahil). “The Cup” dünya çapında dağıtıma giren ilk Butan filmi.

Orijinal adı “Geçici Şeylerin Acı ve tatlı Yönleri” anlamına gelen filmin iki erkek kahramanı var, tamamen farklı iki dünyada yaşıyorlar, ikisi de kendini keşif yolculuğuna çıkıyor, ama bambaşka sonuçlara ulaşıyorlar. Bu iki hikayeyi Norbu iki farklı film gibi ele almış, ikisinde de ciddi başarı elde etmiş.

Geleneksel Butan hayatından sıkılmış, ABD’ye yerleşme sevdasındaki memur Dondup’un ana kahramanı olduğu ilk öykü günümüzde geçiyor ve adeta yaşama sevinciyle dolu: Fonda nefes kesen Butan doğası, renkli karakterler, hoş bir aşk hikayesi, komik diyaloglar ve canlı, enerjik bir görsellik… İkinci hikayeyi ise, otostop yaparken Dunlop’un karşılaştığı ve birlikte seyahat etmek durumunda kaldığı Budist Rahip anlatıyor, onu uyarmak amacıyla. Ünlü bir kıssadan Norbu’nun geliştirdiği bu öykünün ana temaları tutku ve kıskançlık. Geleneklerin belirlediği hayatından sıkılan, heyecan arayan Tashi, umduğundan çok daha fazlasını buluyor; Tashi’nin öyküsünü dinlemesi, Donlup’un düşüncelerini ve genç, masum Solam’la filizlenmekte olan ilişkisini etkiliyor.

Tashi’nin öyküsü ilerledikçe, Doğu öğeleriyle harmanlanmış çağdaş bir kara filme dönüşüyor, adeta ünlü Oshima filmi “Ai no borei / Duygu İmparatorluğu”nun mistik bir versiyonuna… Özellikle bu hikayeye ait sahnelerdeki görsellik çok üst seviyede (üstelik “Gezginler…” 16 milimetrelik filmle çekilmiş)…

Görselliğin gücünden de yararlanarak Norbu, seyirciyi hayat hakkında sarsıyor. Hayatımızdaki hangi öğelerin gerçekten değerli olduğunu, hatta neyin “gerçek” olduğunu düşünmemizi sağlamaya çalışıyor. Tashi’yle aşk yaşayan “hayali” Deki karakterini oynayan Yangzom’un, günümüzde geçen hikayede de, üstelik son model bir arabayla, çevreye Batı müziğini saçarak, otostop yapanların yüzüne bile bakmadan yoldan geçen kadın olarak görünmesi çok anlamlı. Bu planla Norbu, seyirciyi filmin ana meselesinin “gerçek” olduğu konusunda uyarıyor. Aksi takdirde Tashi’nin hikayesinin finali ve Rahip’in o hikayeyi neden Donlup’a anlattığı havada kalabilirdi (O planla ilgili nette okuduğum hoş bir yorumu da paylaşayım: Yangzom’un o geçişinin mitolojideki “siren” kavramına gönderme olduğunu düşünenler olmuş, “O plan sayesinde film, Donlup’un gemisinin ABD kayalıklarında parçalanacağını sezdiriyor” diyorlar).

Bu yoruma kapı aralayan, yönetmenin ilginç özellikleri: 19. yüzyılda yaşamış çok ünlü bir Tibet azizinin enkarnesi olduğunu çocukken kanıtlamış. Bu geçmiş ve bu hayatında aldığı dini eğitim onu sıradan bir rahip olmaktan çıkarıyor, “kutsal bir insana” dönüştürüyor. Nonru için film yönetmek “sıradan adam” olmak demek. Genelde tam tersi geçerlidir, sette yönetmen adeta Tanrı konumundadır, Nobru’nun durumunda ise, Rahip olarak yaşarken hayatı törenlerle, hayır duasını almaya gelenlerle, eğitim vermek amacıyla farklı kentlere, ülkelere yaptığı yolculuklarla ve tabii ki meditasyonla geçirdiği haftalarla dolu. Film çekerken ise sadece arada sırada sete kutsanmak için gelenlere kısa bir dua okuyup, başlarını sıvazlaması yeterli oluyormuş. Sıradan bir adam gibi yaşamak ve hissetmek onun için “çok, ama çok güzel”miş, bir söyleşisinde böyle söylüyor.

Budizm’în felsefi içeriğine adeta tutkun olan Nobru, aradan geçen yüzyıllarda katı kuralları olan bir dine dönüştürülmüş olmasını eleştiriyor. Ona göre sinema, Budist öğretiyi yaymanın en pratik ve etkili yollarından biri. Uzmanı olduğu bu felsefenin hangi millet ve dinden olursa olsun tüm insanlar için çok yararlı olduğuna inanıyor.
Sonuçta kendisi -en azından benim açımdan- mutlaka takip edilmesi gereken bir yönetmen.

Ödülleri:
2 ödül, 1 adaylık

Meraklısına:
Film 17. Uluslararası Ankara Film Festivali’nde gösterilmişti (2006)

Norbu’nun sevdiği yönetmenler: Ozu, Tarkovski, Satjayit Ray ve Antonioni imiş, ayrıca çağdaş İran sinemasını beğeniyor.

Filmdeki elma satıcısı gerçek hayatında da bu işi yapan -81 yaşındaki- bir köylüymüş. Bir filmin ne olduğunu hiç bilmediği için tüm çekimleri gerçek sanıyor, örneğin rolü gereği uyuyormuş gibi yapması gerektiğinde gerçekten uyuyormuş. Hatta son gün Nobru’ya “Buraya 4 saatte gelmiştim, neden günlerdir dönemediğimi anlayamıyorum” demiş. Nobru onun “Being There / Merhaba Dünya” filminde Peter Sellers’ın canlandırdığı bahçıvana benzediğini söylüyor.

İleri okuma için:
Filmin resmi sitesi http://www.travellersandmagicians.com/
“Butan: Bir Rüya” (filmde kullanılan bazı öğelerin Butan toplumu için ne ifade ettiğini daha iyi anlamamızı sağlayan, bol fotoğraflı, hoş bir gezi yazısı) (http://www.binrota.com/PageDetail.aspx?PageID=12369)

Seçme replikler:
Rahip (Dondup'a): "Buda'nın sözünü bilirsin: 'Beklenti acıya neden olur'..."

Rahip: "Nereye gidiyorsun?"
Dondup: "Uzağa."
Rahip: "Uzağa mı? Ne kadar uzağa? Başkente mi? Daha da uzağa mı?"
Dondup: "Çok, çok uzağa gidiyorum... Düşlerimin ülkesine."
Rahip: "Bir düş ülkesine gidiyorsun demek. Dikkatli olmanda fayda var,
uyandığında sonuç hiç hoş olmayabilir... Sana bir hikaye anlatayım."

Rahip (Dondup'a): "Sigara sağlığını mahveder. Nefesin kör bir ata benzer
ve zamanla aklını sakat bir biniciye dönüştürür"

Rahip (Dondup'a): "Belki de hayallerindeki ülke sandığından daha yakındır"

Travellers and Magicians / Chang Hup The Gi Tril Nung / Gezginler Ve Büyücüler
Senaryo ve yönetim: Khyentse Norbu
Yapımcılar: Raymond Steiner, Malcolm Watson, Jeremy Thomas
Oyuncular: Tsewang Dandup (Dondup), Sonam Lhamo (Sonam), Lhakpa Dorji (Tashi), Deki Yangzom (Deki), Sonam Kinga (Rahip)
2003 Avustralya, Butan ortak yapımı, 108 dakika.

Takip

Filmi tam 12 yıl sonra ve “Başlangıç”ın ardından izleyince, çok “manalı” bir çıkış olduğu görülüyor. Çünkü “Takip”, tipik Nolan yaklaşımının bir ürünü, ilgilendiği temalar, yapı, öyküleme teknikleri vb pek çok alanda kişisel damgası bariz (Tamer Baran)
 
IMDB: 7,0
All Movie Guide: 3.5 yıldız
Manalı Filmler: 8,5

Son 30 yılın en ilginç ve başarılı ilk filmlerinden biri. Film yapım teknikleri ve film ekonomisi bakımından en az “El Mariachi” (Robert Rodriguez, 1992) ve hatta kült “Le Dernier Combat / The Last Battle” (Luc Besson, 1983) kadar öğretici. Çok düşük bir bütçeyle çekilecek, ama en azından 60 dakika olması arzulanan bir film nasıl kurulur, nasıl kotarılır, ışık, ses, laboratuar gibi kalemlerin en düşük fiyata halledilmesi için neler yapılmalıdır vb bilgilerin epey bir kısmı, bu film dikkatle incelenerek öğrenilebilir. Ayrıca çekimlerin, tüm oyuncu ve ekibi mesaili işlerde çalıştığı için cumartesi günleri, her seferinde birkaç plan çekilerek ve yaklaşık bir yılda tamamlandığını öğrenmek, gençler için ilham verici olabilir. Tabii 16 milimetrelik filmle ve toplam 6 bin dolar bütçeyle başarılmış olması da…

Bu filmi yaparken Nolan da şirket içi eğitim filmleri çekiyormuş. Evi soyulunca, evine hırsız giren insanların duygularından hareketle bu hikayeyi yazmış.

Filmi tam 12 yıl sonra ve “Başlangıç”ın ardından izleyince, çok “manalı” bir çıkış olduğu görülüyor. Çünkü “Takip”, tipik Nolan yaklaşımının bir ürünü, ilgilendiği temalar, yapı, öyküleme teknikleri vb pek çok alanda kişisel damgası bariz.

İlham almak için insanları izleyen genç bir yazar adayının, bir hırsızla arkadaşlık kurunca başına gelenleri anlatan bir kara filmi yazıp yönetebilecek çok yönetmen var, ama sadece Nolan böyle bir hikayeyi bir gerçeklik tartışmasına/araştırmasına dönüştürebiliyor.

Doğal olarak acemilikler var filmde (yönetmenlikte de), ama çok başarılı yanları da var, örneğin ritm açısından sorunlar taşısa da film kurgusu çok hoş. Başka sahnelere ait planların olmaları gereken yerden ilerde veya geride kullanılması gibi fikirler, doruklarda gezinen bir yaratıcılık, çok düşük bütçenin yarattığı sorunlarla akıllıca başa çıkmak, geliştirilmiş zekice çözümler, yoğun sinema duygusu vs “Following”in Nolan’ın kariyeri için dev bir tramplen oluşturmasını sağlamış.

Çok katmanlı senaryo yapısını ilk kez bu filmde kullandı Nolan, sonra “Memento / Akıl Defteri”nde mükemmele ulaştırdı.

“Takip” zaten iyi bir film ama, özellikle, Nolan’ın senaryo ve filmin yapısıyla uğraşarak filmin mana seviyesini nasıl yükselttiğini görmek/incelemek için mutlaka izlenmeli.

İleri okuma için:
"Senaryo analizi: Takip"
“Rüyalar gerçek olsa”

Seçme replikler:
Bill (ifade verirken): “Diğer insanlar bana ilginç geliyor. Hiç başkalarının konuşmalarını dinlemedin mi? Otobüste, metroda?.. Sokakta ilginç görünen veya saçmalayan birilerini görüp ne iş yaptıklarını, hayatlarını, nereden gelip nereye gittiklerini hiç merak etmedin mi? Birisini seyredersin… aklına yüzlerce soru gelir. Ben o soruları sormak ve yanıtları bilmek istedim. İnsanları bu yüzden takip ettim: keşfetmek için.”

Cobb: "Bu işi para için yapmıyorum. Heyecan için yapıyorum, bir de, aynı sen gibi, insanlar ilgimi çektiği için. Eşyalarına bakarak insanlar hakkında çok şey söyleyebilirsin.”

Cobb: "Herkesin bir kutusu vardır. Genelde ayakkabı kutusu olur.”
Bill : "Değerli bir şey var mı içinde?"
Cobb: "Hayır, daha ilginç şeyler var. Mahrem şeyler. Fotoğraflar, mektuplar... (...) Bilinçsizce yapılan bir koleksiyon gibi. Bir sunum. (...) Bu şeylerin her biri insanlar hakkında özel bir şeyler söyler. (Kutuyu yere atar) Günlük tutmaya benzer. Saklarlar ama aslında birinin görmesini de isterler. Benim yaptığım da bu. Böylece birinin bunları gördüğünü anlayacaklar. İşte her şey bunun için: Birilerinin hayatına girmek, imtiyaz olduğunu sandıkları her şeye tekrar bakmalarını sağlamak. (...) Ellerinden alırsın... böylece onlara neye sahip olduklarını gösterirsin.”

Following / Takip
Görüntü yönetimi, senaryo ve yönetim: Christopher Nolan
Yapımcılar: Christopher Nolan, Jeremy Theobald, Emma Thomas
Oyuncular: Jeremy Theobald (Genç Adam/Bill), Alex Haw (Cobb), Lucy Russell (Sarışın), John Nolan (Polis memuru), Dick Bradsell (Kel adam).
1998, İngiltere yapımı, 69 dakika, siyah beyaz
DVD firması: Palermo

29 Ağustos 2010 Pazar

The Elegant Universe

IMDB: 8.2
Manalı Filmler: 8.5

Fizikçilerin, evrenin yapısına ilişkin en son bulgu ve teorileri tartıştıkları, çok manalı ve faydalı bir belgesel… Bilimsel birikimi olmayanların anlamakta zorlanacağı bilgilerden özellikle kaçınılmış; ekmek, kahve fincanı gibi, gündelik yaşamda karşılaştığımız objeler örnek olarak kullanılmış. Konular yalın bir dille işlenirken, hareketli animasyonlarla, bazen esprilerle bezenmiş.

TÜBİTAK tarafından “Evrenin Zarafeti” adıyla yayımlanan ödüllü kitaptan uyarlanan belgesel, Newton’un çekim yasasına ilişkin bulgularından başlayarak, sırasıyla Einstein ve Göreliliği, Kuantum teorisini ele alıyor ve Sicim teorisine geçiyor. “Büyük olana ilişkin yasalar (genel görelilik) ile “küçük olana ilişkin yasalar (kuantum mekaniği) arasındaki neredeyse yüz yıllık uçurumu kapatan Sicim teorisi, evrendeki her şeyin, en büyük yıldızın da, en küçük parçacığın da tek bir yapıtaşından, adına “sicim” (string) denen, hayal edemeyeceğimiz kadar küçük, titreşen enerji iplikçiklerinden oluştuğunu söylüyor. Bu teoriye göre evren -çok büyük ihtimalle- en az 11 boyuttan oluşuyor ve algılayabildiğimizden çok daha büyük. Öyle ki evren diye bildiğimiz her şey bir ekmeğin dilimi gibi, çok daha büyük bir yapının sadece bir katmanı…

Konuyla ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir çalışma… Bölümler, PBS sitesinden online olarak da izlenebiliyor.

Ödülleri:
Kurgu dalında Emmy ödülü
Bilim, Teknoloji ve Doğa programları kategorisinde En İyi Film dalında Emmy adaylığı
Amerikan Yazarlar Birliği WGA Ödülü adaylığı

The Elegant Universe
Senaryo ve yönetim: Julia Cort, Joseph McMaster (Brian Greene’in aynı adlı kitabından)
Yapımcılar: Julia Cort, Joseph McMaster, David Hickman
Sunan: Brian Grene
Katılımcılar: Michael Duff, Michael B. Green, Walter Lewin, Joseph Lykken, Amanda Peet, John Schwarz, Maria Spiropulu, Leonard Susskind, Cumrun Vafa, Gabriele Veneziano, Steven Weinberg, Edward Witten
2003, ABD yapımı, 180 dakika (3 bölüm)

24 Ağustos 2010 Salı

Düşler

IMDB: 7.6
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 60
Manalı Filmler: 9.0

Hak ettiği değeri maalesef bulamamış bir başyapıt…

Bu filmi çektiğinde Kurosawa tam 80 yaşındaydı ve neredeyse 40 yıldır (1951 tarihli “Rashomon”dan beri) dünyada tanınıyor, olumlu eleştiriler ve önemli ödüller alıyordu. “Düşler”e gerçek değerinin verilememesinde herhalde adının kanıksanmasının ve her yeni filminin başyapıtlarıyla kıyaslanmasının da payı büyüktü. Üstelik “Dreams”, çok beğenilen “Ran”dan sonraki ilk eseriydi ustanın ve uzun süredir bekleniyordu.

Ve tabii ki filmin yapısı, yani 8 ayrı kısa filmden/düşten oluşması da –bir kısım eleştirmen ve seyirci için- olumsuz bir şeydi.

Oysa “Düşler” öncelikle bu nedenle çok “manalı”dır: bir kişinin milyonlarca insana kendi düşlerini anlatma cesaretini gösterebilmesi akıllara durgunluk verebilecek bir şeydir. Kim yakın çevresi ve/veya yardımına gereksinim duyduğu uzmanlar dışındaki birine rüyasını anlatır ki? İnsanların yüzde kaçı, içlerinde psikiyatrların, psikologların da bulunduğu bir geniş kitleye rüyalarını anlatma cesaretini gösterebilir?

Rüyalarımız, en mahrem tarafımızdır. Başka işlere de yaradıkları düşüncesindeyim, ama sadece “bastırılmış arzuların ifadesi” tanımı bile, bir insanın düşlerini başkalarıyla paylaşmaması için geçerli bir neden oluşturabilir. Üstelik Kurosawa rüyalarını “öylesine görülmüş hikayeler” gibi ele alıp anlatmıyor, içlerindeki semboller her neyin ifadesi ise o gerçekliğin bizzat kendisine ait olduğunu açıkça söylüyor, hatta 7 düşün ana kahramanı “Ben” adını taşıyor (Bunların 5’inde Terao’nun canlandırdığı gençlik, ikisinde ise çocukluk halini görüyoruz yönetmenin).

Örneğin –en çarpıcı bölümlerden biri olan- “Tünel”de kahramanımız, savaş sırasında komuta ettiği birlikle karşılaşır. Askerlere kendi hatası yüzünden öldüklerini açıkça söyler. Vicdan azabı çok derindir, “keşke ben de sizinle birlikte ölseydim” derken samimi olduğu bellidir.

Son düşteki cenaze sahnesinde ise insanlar danslarla, şarkılarla merhumun sürdürdüğü güzel hayatı kutlarlar onu gömmeye giderken. Yaşlı köylünün anlattığına göre bu aynı zamanda köy halkının ölen kişiye şükranlarının ifadesidir. Çok doğal olarak o cenaze sahnesi yönetmenin iyi bir hayat sürdürdüğüne inanmak istemesinin bir ifadesi olarak yorumlandı.

Ölüm bilinci
Bu yorum belki de doğrudur ama ondan daha önemli bir şey var bununla ilgili, o da ölüm bilinci: ölümün yok oluş veya çok korkunç bir yere gitmek olmadığını anlayamamış bir insan, bir yakınını dans ve şarkıyla gömemez ki.

O bölümde başka “manalı” şeyler de var: Örneğin yaşlı köylü şunları söylüyor: “İnsanlar hep daha iyisini yapabileceklerini düşünüyorlar. Özellikle bilim insanları. Zeki olabilirler, ama çoğu doğanın kalbini anlayamıyor. Sonunda insanları mutsuz eden şeyler icat edip duruyorlar. Buna rağmen çalışmalarıyla çok da gurur duyuyorlar. Daha da kötüsü, çoğu insan da aynı düşüncede, o icatları mucize gibi görüyorlar. Onlara tapıyorlar. Doğayı tüketmekte olduğumuzu bilmiyorlar. Helak olacaklarını görmüyorlar. İnsanoğlu için en önemli şeyler temiz hava, temiz su ve onları üreten ağaçlarla çimendir. Her şey kirleniyor, zehirleniyor. Kirli hava ve kirli su, insanların yüreklerini de kirletiyor.”

Sadece bu değil, filmdeki çoğu düşün ana teması, insan-dünya ilişkisi. Kurosawa’nın insanlığın geleceğine dair kaygıları çok yoğun olmalı ki, özellikle iki düş (ki bunların biri –yukarıda fotoğrafı olan- unutulmaz “Ağlayan İblis” bölümü), adeta bir korku filmine yaraşacak öğeler içeriyor.

Zaten film, düşünsel yönüyle adeta bir vasiyet; belki de son filmini çekmekte olduğunu düşünen bir yönetmenin, tüm hayatının ve kariyerinin bir özeti. Hem işlediği temalar, hem de sinemasal açıdan. Düşlerin çoğunun ayrı bir film türü gibi kotarılmış olması bununla ilişkili çünkü Kurosawa, filmografisinde polisiyeler, tarihi filmler, savaş ve macera filmleri, ahlaki değerleri öne çıkaran dramlar, Şekspir, Dostoyevski gibi önemli yazarlardan yapılmış uyarlamalar bulunan bir yönetmen.

Renk kullanımı
Bir vasiyet eseri niteliği taşıdığı içindir ki sinemasal açıdan da çok güçlü. Yoğun düşünsel içeriği en uygun biçimde iletebilmesi için filmin biçiminin de aynı derecede etkili olması gerekir, bu da Kurosawa için öncelikle renk çalışması, kadraj düzenlemesi ve film ritmi demek.

Resim öğrenimi görmüş, filmleri için tam renkli desenler hazırladığı bilinen bir yönetmenin, hele de arzu ettiği mükemmelliğe ulaşmasını sağlayan bir bütçe bulmuşken, her bir planı adeta bir tablo gibi tasarlamaya ve çekmeye çalışması çok normal. Çoğu Kurosawa filminde bu arzu hissedilir. Bu filmde ise içeriği aktarmakla ilgili nedenlerle daha yoğun bir çaba içinde olduğu görülüyor.

Örneğin ilk iki düşte, çok sayıda insan, orman ve kırda, rengarenk yerel kostümler içinde görüntülenmiş, seyirci adeta renk sarhoşu oluyor. Fakat tablo etkisini en çok hissettiren bölüm, üzerlerini kaplayan karın altından sarı giysileri az çok fark edilen dört dağcının göründüğü “Tipi”; hele de Kar Perisi gelip de, rüzgarla savrulan uzun siyah saçları da görsel bir öğe olarak filme katıldığında, neredeyse her yeni planda ekranı dondurup uzun uzun seyretmek arzusu kaplıyor içinizi. Kurosawa’nın isteği de bu olmalı ki, özellikle bazı sahnelerde ritmi özellikle düşük tutup biraz daha fazla seyretme imkanı veriyor.

Ben’in Van Gogh tabloları içinde dolaştığı bölüm ayrıca ilginç ve önemli. Bir bütün olarak “ufuk açıcı” olması bir yana, açılış ve kapanış sahneleri iki ayrı Van Gogh resminin canlandırılmış halini sunuyor.

Ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin canlandırdığı Van Gogh’un doğadan büyülenmesi ve onu resmetme tutkusu da var bu filmde, –bir tür doğa perisi olduğu anlaşılan- Tilki’lerin düğününe tanık olan çocuğun korkuyla karışık hayreti de, Ben’in iki çocuklu bir anneyi hızla yaklaşan radyasyon bulutundan ceketini savurarak korumaya çalışmasındaki trajedi de…

Ve olan her şey çok güçlü, çok güzel…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı
Ayrıca 3 ödül ve 7 adaylık

Dreams / Yume / Düşler
Senaryo ve yönetim: Akira Kurosawa
Yapımcılar: Mike Y. Inoue, Hisao Kurosawa
Oyuncular: Akira Terao (Ben), Mitsuko Baisho ("Ben"in annesi), Mieko Harada (Kar Perisi), Martin Scorsese (Vincent Van Gogh), Mitsunori Isaki (Yeniyetme "Ben”), Toshihiko Nakano (Çocuk "Ben"), Yoshitaka Zushi (Er Noguchi), Chôsuke Ikariya (Ağlayan İblis)
1990 Japonya, ABD ortak yapımı, 119 dakika
Gösterim tarihi: Mart 1991
DVD: Ülkemizde henüz yayımlanmadı

Dehşetin Nefesi

IMDB: 7,5
Metacritic: % 62
Rotten Tomatoes: % 71
Manalı Filmler: 8,5

Gerçekle gerçeküstünün olağanüstü güzel bir sentezi; tam da ünlü “Ghost / Hayalet”in senaristine yaraşır bir ustalık gösterisi.

Vietnam gazisi Jacob, doğaüstü denebilecek olaylara tanık olmakta, bunların halüsinasyon mu, gerçek mi olduğunu bilememektedir. Savaşın ruhunda açtığı yaralar bir yana, cesaret artırması amacıyla verilmiş bazı ilaçlar yüzünden zihninin olağan işleyişini sürdüremiyor olması ihtimali de vardır. Jacob çaresizlik içinde gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışır, senaryo kahramanın savaş öncesi ve sonrası yaşantıları arasında gidip gelirken, film seyircisini düşle gerçeğin, kabuslarla sezgilerin iç içe geçtiği bir labirente çeker.

Alan Parker ve Ridley Scott’la birlikte, 90’lardan itibaren ciddi bir reform içine giren popüler anlatım tekniklerini geliştiren isimlerden biri olan yönetmen Adrian Lyne, Rubin’in bıçak sırtı senaryosunu bir görsel şölene çevirmiş. Zaman zaman hayli tedirgin edici olan atmosfer, etkili oyunculuklar, dozu ustaca ayarlanmış film ritmi, eserin diğer olumlu yönleri. Dört dörtlük bir iş olduğu içindir ki “Dehşetin Nefesi”, asıl hikayesinin ne olduğunu finale kadar gizlemeyi başarıyor.

Filmdeki her gizeme açıklık getiren o finali unutmak mümkün olsa, her izleyişinizde yine ilk seferki kadar heyecanlanacak ve büyüleneceksiniz, o duyguyu anımsıyor ve tekrar yaşamak istiyorsunuz…

Ama o finali unutmak da imkansız.

Meraklısına:
(Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz bu bölümü daha sonra okumanızı öneririm)
Yazım sürecinde Rubin’in en çok yararlandığı eser, ölüm sürecinin üç aşamasını ayrıntılı olarak işleyen “Tibet’in Ölüler Kitabı” imiş. Esere göre ölüm sürecinde, ruh bedenin kısıtlamalarından ve dünya hayatının acılarından özgürleşirken, zihin yok olacağı korkusuyla dünyaya tutunmaya çalışırmış. Filmdeki, ilk bakışta “uyanık bir Holivud senaristinin hayal gücünün ürünüymüş” gibi görülebilecek gizemli gelişmeler, aslında bu ikilemi, Jacob’un özgürleşme arzusuyla yok olma korkusu arasında gidip gelmesini anlatıyor.
Dahası da var: “Ölüm gerçekleşip de zihin bağımsızlaştığında” diyor kitap, “kendi gerçekliğini yaratır, ki bu düş görmeye benzer. Bu yeni gerçeklik, kişinin başka insanlarla karşılaşmasını, bazı alanlarda aydınlanmasını, kendine ilişkin yeni bilgiler edinmesini de içerir.”

Filmin adı iki anlamlı: Kahramanımız Jacob, Vietnam’da “Ladder” (merdiven) adı verilmiş bir ilaca maruz bırakılıyor. Öte yandan İncil kaynaklı, Jacob’s Ladder diye bir kavram var: Yakup peygamberin düşlediği, yerden cennete uzanan merdiven…

Filmin başında Jacob’un trende okuduğu kitap Albert Camus’nun “Yabancı” isimli eseri ki senaryoyla tematik yakınlığı yüzünden seçilmiş (roman idamını bekleyen bir adamın hayatını gözden geçirmesi üzerine kurulu). Ayrıca “Yabancı” en ünlü varoluşçu edebiyat eserlerinden biri.

Ödülleri:
Avoriaz Fantastik Film Festivali’nde Seyirci ve Eleştirmenler Ödüllerini kazandı.

Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi
Yönetmen: Adrian Lyne
Senaryo: Bruce Joel Rubin
Yapımcılar: Mario Kassar, Alan Marshall
Oyuncular: Tim Robbins (Jacob Singer), Elizabeth Pena (Jezzie), Danny Aiello (Louis), Matt Craven (Michael), Macaulay Culkin (Gabe), Pruitt Taylor Vince (Paul), Jason Alexander (Geary)
1990 ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim tarihi: Mayıs 1991
DVD firması: A. E. Film / Saga

Doodlebug

IMDB: 7,0
Manalı Filmler: 7,5

Nolan filmlerini burada misafir etmeye ilk kısa metrajıyla başlıyoruz.

“Adam olacak çocuk…” atasözünü anımsamamak mümkün değil: “Doodlebug” hayli başarılı ve de manalı bir film. Tabii ki aksaklıklar var, özellikle efektli planların çekimiyle ilgili sorunlar halledilememiş. Ama bu da çok normal çünkü bu bir öğrenci filmi (İngiliz Edebiyatı okurken yaptığı kısa metrajlardan biri).

3 dakikalık filmin hikayesini şöyle özetleyebilirim: Genç bir adam küçük bir canlıyı öldürmeye çalışır…

Film çok kısa, manasını açıklamak için tüm hikayeyi anlatmam gerekir. İzleme keyfini kaçırmak istemem, ancak şu kadarını söyleyebilirim: Her şey bu kısa metrajla başlamış…

Çünkü o 3 dakika Nolan’ın en önemli takıntısını açığa seriyor: “gerçekliğin(in) tutsağı olan birey”…

Meraklısına:
Bu kısa film sonradan “Cinema16: British Short Films” (2003) derlemesine alındı.

İzlemek için:
Dailymotion linki

İleri okuma için:
“Rüyalar gerçek olsa”

Doodlebug
Kurgu, görüntü yönetimi, senaryo ve yönetim: Christopher Nolan
Yapımcılar: Steve Street, Emma Thomas
Oyuncu: Jeremy Theobald
1997, İngiltere yapımı, 3 dakika

17 Ağustos 2010 Salı

Okurlardan

* * *
* * *
Alexchris123 dedi ki...
Your blog is great
If you like, come back and visit mine: http://b2322858.blogspot.com/

Thank you!!

Wang Han Pin
From Taichung,Taiwan

15 Şubat 2011 13:44
* * *
Bir rica - MF'de analizini okumak istediğim bir film:
Merhaba, İlham veren filmlerin ilham veren analizlerini bizlerle paylaştığın bu blogda, yorumunu senin kaleminden okumak isteyeceğim ve pekçok kişinin de keyifle okuyacağından emin olduğum bir film önerisinde bulunmak istiyorum. Senaryo ve yönetmenliğini Jamin Winans'ın üstlendiği, 2009 yılı yapımı Ink... Kelimenin ikincil esas anlamıyla bir akiti resmeden Ink, insanların hayatlarına, onların umutlarını destekleyerek ilham ve huzur katan Güçlerle, yine insanların suçluluk duyguları ve korkularından güç alarak bu duyguların beslenmesini sağlayan Güçlerin arasında geçen, ironik bir biçimde yanıbaşımızda sürmekte olduğu halde algı eşiğimizin dışında kalan bir savaşı anlatıyor. Sembolizmayla yüklü bir film olan Ink'i senin 'mürekkebinden'okumak için sabırsızlandığımı belirtmek isterim. Teşekkürler ve çalışmalarında başarılar...
BaNu tarafından Okurlardan hakkında tarih: 08.11.2010

* * *
Falagar dedi ki...
Yazılarınıza pek yorum bırakmasam da okunduğunuzu bilin lütfen.İlk fırsatta izleyeceğim bu filmi de.Bilmem daha önce önermiş miydim Naked'ı size, ancak bu vesileyle tekrar önermiş olayım.Filmi izlerken filmin çok daha üst düzey yapılanabilip,bir başyapıt halini alabileceğini düşünseniz dahi,bu haliyle bile bir başyapıt bence.Umarım izlerseniz.İzlememişseniz Bitter Moon'u da tavsiye ederim.

24 Ocak 2011 06:16

* * *
meraklikedi "Okurlardan" kaydınıza yeni bir yorum yaptı:

Bazen insan bir şeyin eksikliğini hisseder ama adını koyamaz. Karşılaşıncaya kadar.. Bloga ilk girdimde, içimdeki kayıp puzzle parçasının yerine oturduğunu hissettim. Kaybettiğim aşkımı bulmuştum. Mesleğime, düşlerime aitti o kayıp parça.. Ben meslekte 25 yılımı doldurdum. 9 Eylül Sinema TV mezunuyum. Bloga girdiğimde kendimi yenilenmiş hissediyorum. Unuttuklarımı hatırlıyorum. Toz toprak içinde kalıp, temiz ve serin bir havuza atlamak gibi... Mesleğime yeniden aşık oluyorum. İçimdeki eksik puzzle bulmama yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim :)
* * *
Falagar dedi ki...
Özlettiniz. Blogda sürekli The Defiant Ones'ı görmek,o film dünyanın en iyi filmi de olsa kendisinden nefret ettirdi =)))

27 Ekim 2010 20:24
* * *
Bir rica - MF'de analizini okumak istediğim bir film:
Merhaba, İlham veren filmlerin ilham veren analizlerini bizlerle paylaştığın bu blogda, yorumunu senin kaleminden okumak isteyeceğim ve pekçok kişinin de keyifle okuyacağından emin olduğum bir film önerisinde bulunmak istiyorum. Senaryo ve yönetmenliğini Jamin Winans'ın üstlendiği, 2009 yılı yapımı Ink... Kelimenin ikincil esas anlamıyla bir akiti resmeden Ink, insanların hayatlarına, onların umutlarını destekleyerek ilham ve huzur katan Güçlerle, yine insanların suçluluk duyguları ve korkularından güç alarak bu duyguların beslenmesini sağlayan Güçlerin arasında geçen, ironik bir biçimde yanıbaşımızda sürmekte olduğu halde algı eşiğimizin dışında kalan bir savaşı anlatıyor. Sembolizmayla yüklü bir film olan Ink'i senin 'mürekkebinden'okumak için sabırsızlandığımı belirtmek isterim. Teşekkürler ve çalışmalarında başarılar...
BaNu tarafından Okurlardan hakkında tarih: 08.11.2010

* * *
Merhaba, Ben blogunuzun devamlı bir okuyucusuyum. Size teşekkür etmek istiyorum böyle güzel bir bloga zaman ayırdığınız için. Değerlendirmeleriniz öyle hoş ki, e bunu ben de izledim ama hiç farkedemedim bunları diyor insan ;) E tabi bakmak vaaar, bakmak var. Usta bir göz bakınca sıradan bir film bile anlamlı oluyor. Bu usta göz hep baksın :) Bloga devam! Saygılar Elif SG
Elif SG tarafından Okurlardan hakkında tarih: 12.10.2010

"Körlük" yazısı için:
beenmaya dedi ki...
filmi seyretmedim henüz. ama şu anda kitabını okumaktayım. ve filmde geçiyor mu bilmiyorum ama kitaptan en etkilendiğim bölümlerden birini eklemek istedim ben de.

Korku, insanı kör eder, dedi koyu renk gözlüklü genç kız.

Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti. Aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek.

Konuşan kim, dedi doktor.

Bir kör, diye yanıt verdi ses. Sıradan bir kör, buradakiler gibi...

Bunun üzerine gözü siyah bantlı yaşlı adam sordu; körlüğün tam olarak var olabilmesi için, kaç kişinin kör olması gerekir?

Bu soruya kimse yanıt veremedi.

22 Ekim 2010 10:30

"Gandhi" yazısı için:
BellaRado dedi ki...
Tamer bey, Gandi'yi kaç kere seyrettik bilmiyorum, her seferinde aynı keyifle, aynı ilgiyle ve acaba daha önce nerede neleri kaçırmışım bu sefer yakalayayım diyerek... Acaba daha neler öğrenebilirim diyerek.
En güzel replikleri de almışsınız... Bravo!
Evlilik seremonilerini "oynadıkları" sahne ve Güney Afrika'ya ilk geliş sahnesi, daha pek çoğu gibi gözlerimi yaşartır hep.
Ben Kingsley'in de bu rolde şaheser olduğunu düşündüm hep. Başka kimse Gandi olamazdi sanki.
Di mi??
Ayşe Dağıstanlı, 04 Eylül 2010 19:28

"Interstate 60: Episodes of the Road" yazısı için:
En sevdigim filmlerden biri daha. Bıkmadan defalarca seyredebilirim. Kac kere seyrettik bilmem! Oyunculuk konusunda da size gönülden katılıyorum. Gary Oldman'a ayrıca Immortal Beloved'da ve de tabii ki Fifth Element'de bayılmıştım. “Geleceğe Dönüş” filmlerini daha yeni tekrar seyrettik- Christopher Lloyd'un da harika olduğuna katılıyorum. Chris Cooper'un canlandırdığı Bob Cody karakterini de çok sevmiştim. Filmde benim hoşuma giden şeylerden biri ise, film aslinda "tuhaf, sıradan, abuk" bir film gibi algılanabilir. Ama verdiği dersler inanılmaz. Okullarda böyle öğretseler öğrenciler daha başarılı olur... Yani öğretir gibi yapmadan öğreterek..
Ayşe Dağıstanlı
BellaRado tarafından Interstate 60: Episodes of the Road hakkında, 5 Eylül 2010

"Gandhi" yazısı için:
Bu yaziya ya da bir filme, sen uzerine bir soz soylemisken yorum yapmak cok hadsizce gelirdi bana. Ama yeni bi blogger olarak, heyecanim haddimi bastirdi. Ilham veren filmler basligini Ilham veren Seyler olarak genisletmeni istiyorum oncelikle, mumkunse.

Ilham veren filmler in Amerikan sinemasi hatta Amerikan Ruyasi dolayisiyla, ornekleri pek cok. Ama Gandhi de baska bir sey var, insanda filmi birakip kosma istedigi doguran! Sasirtan, inanmakta gucluk cektiren bir sey var. Sessizligi. Yalinligi. Bilgeligi. Bu kadar ofkenin icinde, bizlerin bile icinde olan siddetin ondaki tezahurunun sukunet olusu. Bir hayat dersiydi bu. Bilgeligin bagirip cagiran bir sey olmadigini hepimiz biliriz ama kac hikayede filmde, uzerine tufeklerle gelinen bir adam sadece susar? Nasil haykirmaz? Nasil sessiz kalir? Ve daha da onemlisi nasil kazanir boyle buyuk bir sessizlikle?

Oyunculugun bu kadar etkileyici oldugu cok az film sayabiliyoruz maalesef. Ne kadar dogru bir oyuncu secimi oldugunu da soylememe gerek yok sanirim. Oynamayan bir oyuncu gorduk ve oyunculuk dersi aldik filmle.

Iyi ki yazdin, iyi ki izledim.
Ceren, 31 Ağustos 2010 15:43

"Tesadüf" yazısı için:
Sitenizi takip ediyorum ve beğeniyorum."Beğenmek" kelimesini açmam gerekirse:Sadece bu yazınız için değil de, genel olarak söylemek isterim ki;özellikle insanların dilinin ucuna gelmiş ama ifade edemedikleri şeyleri ifade eden yazılar, zaten başlı başına ayrı bi başlık; bi de bu aralar sinema yazılarının ne kadar aynı açıdan, klişe cümlelerle geçiştirildiği düşünülürse…insanın sevdiği şeyleri, kendi arka bahçesini, insanların görebilecekleri ön bahçeye kendi kurallarıyla adapte etmesine benim söyleyecek bi şeyim çok olamaz, tebrik etmekten başka...
Sevgiler,
h.m.a, 18 Ağustos 2010 09:08

Ayşe dedi ki...
Tamer bey,
Bugün Koşulsuz Sevgi grubunda mesajınızı gördüm. Manalı Filmler blogunuzla ilgili...

Blogunuza gittim, şöyle bir baktım, diğer blogunuza da baktım... Baktım diyorum çünkü, içlerine dalıp saatlerce okumamak için kendimi zorladım, zorla tuttum kendimi... Çünkü elimde bitirmem gereken bir iş var... Hemen bookmark'ladım.

Demek istediğim, çok çoook ilgimi çekti yazdiklarınız. Serendipity epeydir listemde olup seyredemediğim bir film... Bu karambolde bir de "filmdiziizle" diye bir site buldum, en kısa sürede izleyecegim, filmin DVD'sini henüz bulamadım.

(...) Ben sizin taniminizla "manali filmleri" tercih ediyorum. (...) Listenizdekiler arasında -kendi favorilerimden- ilk gözüme çarpanlar: Gandi, On iki Ofkeli Adam ve Inerstate 60...
(...)
Ellerinize sağlık!

Sevgiler,
Ayşe Dağıstanlı
17 Ağustos 2010 12:08

Adsız dedi ki...
sayende daha bilinçli bir izleyici olmaya başladım ayrıca hayranlarından biri haline geldim :)
Ayşe, 17 Ağustos 2010 11:37

"Tesadüf" yazısı için:
Adsız dedi ki...
Paylaşım için teşekkürler,
Doğru zamanda doğru şekilde karşıma çıkan fikirler oldu.
‘Tesadüf’ü ve beraberinde getirdiği tüm düşünce biçimini kendi hayatımda uzun süredir çok önemsemiş/hissetmişimdir.
O yüzden ben de muhtemelen biliyor olduğunuz ve benzeri referanslara dayanan başka bir terim-benim içinse dünya algılayışı olan kavramı paylaşmak istedim; flaneur
“beklenmedik şeyleri tesadüfen bulma yeteneği/şansı” ile de çok ilintili bir kavramdır,
http://gurselkorat.blogspot.com/2008/10/flneur.html
Tuğçe, 16 Ağustos 2010 15:59

"Konuşmalı Bir Film" yazısı için:
kuşun düş perisi..... dedi ki...
sizi takip edıyorumm..ilgiyle...
06 Ağustos 2010 22:36

"Çocuk" yazısı için:
Tamer Baran'ın filmle ilgili yorumlarına katılıyorum. Kısa, öz ve güzel bir özet olmuş. Filmin kanımca kilit yerlerinden biri;Bruno ve Sonia'nın bebeği de alıp beraber arabaya gezmeye gittikleri sekanstır. Burada birbirlerine çocukca şakalar yaparlar, kovalarlar, su atarlar vb. kısaca çok eğlenirler. Dardenne kardeşler bu sekans ile filmin adının "L'enfant-Çocuk" olmasıyla bebeği değil, daha "çocuk" olan anne babayı vurguladığını anlatıyor. Bunu ustaca yazılmış ama yazılmış gibi durmayan bir sekansla yapıyorlar. Gerçekten takdire şayan...
Avrupa'nın ortasında süren yokulluk, kaybolan hayatlar, arka plandaki acılar...Dardenne kardeşler günümüz Avrupa sanat sinemasının gerçek temsilcileridir.
"Lorna's Silence-Lorna'nın Sessizliği"ni de tavsiye ederim.
Kaan, 28 Temmuz 2010 10:04

"Körlük" yazısı için:
çok iyi filmleştirilmiş bir kitap bence, harika bir roma. Jose abinin diğer kitapları da harika ayrıca ve harika filmler çıkarabilir , mesela : ölüm bir varmış bir yokmuş...yine de şunu düşünüyorum doktorunkarısı yerine olsam kötü adamları daha önce imha edebilirim sanırım, o kadar dayanmak çok mümkün gelmiyor bana
Deniz, 08 Haziran 2010 00:33

"Şimdi Ya Da Asla" için:
Merhaba

Bu film kolleksiyonumda var ama henüz izlemedim. Bu türden filmleri izlemeden önce hep bir bahane bulup ertelerim. Biliyorum çok hoşuma gidecek ama izlerken birçok sahnede boğazıma acı bir yumru oturacak, gözyaşlarımı engellemek için yanımdaki ile gözgöze gelmemeye çalışacağım. Yaşlandım galiba :)

Bu sitede tanıttığınız filmlerin çoğu kolleksiyonumda fakat aralarında duymadıkları, izlemediklerim de var. "Film" severlere katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ederim.
Simavi CAN
19 Mayıs 2010 22:17

"Başlarken: Film denen ayna" için:
"manalı filmler" kendimize bakan göz, kendimizi anlatan dile kavuşturacaktır bizi. "kurs" olarak, bilme eyleminin sadece akılla değil; kalple de gerçekleşmesini sağlayacaktır. "manalı filmler" aşıdır; yani sağaltıcıdır.. aşılama ile depolanan bilgi çağrıldığında, zengin çağrışımlarla bilme eylemini pekiştirip sağaltıcı etkisini katlayacaktır. manalı olmayan filmler ise bunların hepsinin olumsuzudur. bu yüzden insan her yerde olduğu gibi sinemada da mana arayışını elden bırakmamalıdır.
Mücella tarafından Başlarken: Film denen ayna… hakkında tarih: 05.05.2010

Tamer hocam çok çok teşekkür ederim bu güzel site için, geç rastladım ancak harika bir site, sizin gibi bir eleştirmenden film tavsiyesi almak harika, artık okadar çok film var ki; arada mutlaka izlenmesi gereken edebi özelliği olan bir çok filmi göremeden öleceğiz:) iyi çalışmalar ve başarılarınızın devamını dilerim.........inanın ki sitenizde izlemediğim kaç film var ise mutlaka izleyeceğim...saygılar..
Sensei

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Tesadüf


IMDB: 6,6
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Metacritic: % 52
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 9,0

Holivud “maskeli filmler” yapmayı iyi bilir.

Bu tabiri, önemli bir eser olmasına rağmen manasını, derinliğini gizleyen, ilk bakışta kendini ele vermeyen, tersine çok sıradan, ticari filmlermiş gibi görünen yapımlar için kullanıyorum. Bu kategorinin en güzel örneklerinden biri “What About Bob / Peki Ya Bob”dur mesela; eğlenceli bir komedi filmi kılığındadır, ama mana değeri hayli yüksektir.

“Tesadüf” de bir başka çok güzel (ve de önemli) “maskeli film”… Hayat dersleriyle dolu… O kadar ki sonunda insan şaşakalıyor, bir tek filmden hayata dair neler öğrendiğini düşününce.

İlk bakışta sıradan bir romantik komedi var karşımızda. Senaryosu hoş buluşlar içeren, zeka dolu bir iş; oyunculuklar, görüntü, müzik, reji vs ise A sınıfı bir Holivud filminden beklenebileceği gibi gayet üst seviyede ama belli bir standartta, farklı bir şey, yaratıcı bir öğe yok. Zaten filmin en önemli kısmı da senaryosu.

Metnin içerdiği manayı deşifre etmemizi sağlayacak bir plan var (fotoğrafı üstte): Metro merdivenlerindeki, arkasından görülen kişi John Cusack, ama bizim işimiz onunla değil, yeşil-beyaz lambaların arkasındaki afişle: John Guare’ın “Six Degrees of Separation” (Altı Derece Uzak) isimli oyununun posteri. Bu eser “insan ağı” adıyla da bilinen kurama yaslanıyor, onun kökeni de 1929’da Macar yazar Frigyes Karinthy’nin “Chains” isimli kısa öyküsünde işlediği tez: “Bir insanla dünya üzerindeki diğer bir birey arasında en fazla altı kişi vardır” (ilk ve son kişi de dahil). Bir başka deyişle, diyelim ki A isimli Türk’ün hayatındaki B kişisine, B’nin tanıdığı kişilerden C’ye biçiminde ilerlersek, A’nın ulaşmak istediği herhangi birine, diyelim ki Etyopyalı K’ye veya Başkan Obama’ya en fazla 5 adımda varabiliriz.

Böyle anlatınca çok saçma duruyor ama kanıtlanmış bir şey bu. Sosyal psikologlar Michael Gurevich ve Stanley Milgram 1960 ve 70’lerde bu alanda deneyler yapmışlar. İlk deneyde zarfların üzerine rast gele seçilmiş isim ve adresler yazılmış, deneye katılanlardan, zarfı, üzerindeki ismi tanıyabileceğini düşündüğü bir tanıdığına yollaması istenmiş. İkinci halka olarak zarfı alanlar da aynı şeyi yapmışlar, zarfların büyük çoğunluğu 5 adımda yerlerine ulaşmış.

2001’de Kolombiya Üniversitesi’nden profesör Duncan Watts 19 hedef belirleyip, 157 ülkeden 48 bin kişiye e-posta yollamış, iletilen metinler asıl hedeflere gerçekten de 5 adımda ulaşmış.

Dünya küçük
Bu ve benzeri deneylere kısaca “küçük dünya sorunsalı” deniyor.

John Guare’ın oyunu ve ondan uyarlanan film popüler olunca, konuyla ilgili başka ürünler de çıkagelmiş: Örneğin “Six Degrees Of Kevin Bacon” isimli bir oyun var, Bacon’ın bir film veya reklamda birlikte oynadığı başka bir oyuncuya sıçrayarak hedef olarak belirlenen isme ulaşmaya çalışıyorsunuz. Ayrıca Bacon’ın kurduğu bir site ve organizasyon da var ki, insanlar arasındaki bu yakınlığı hayırlı işler için kullanmaya çalışıyor.

Ve tabii ki konuyla ilgili filmler var, “My Date With Drew / Drew ile Randevum” veya “Babel / Babil” gibi…

“Küçük dünya” teziyle ilgili özellikle internette o kadar çok organizasyon var ki, hepsinden bahsetmek imkansız, meraklısı “ileri okuma için” linklerinden yararlanabilir.

Filme dönelim: Sara’nın yakın arkadaşı Courtney ile Jonathan’ın nişanlısı Halley’in eskiden arkadaş oldukları ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, Jonathan ile Sara arasında 6 bile değil, sadece 2 “derecelik ayrılık” var. Bu öğeyi kullanarak film “küçük dünya” meselesi ve onunla ilgili deneyleri anımsatıyor, Halley ile Courtney’in tanışıyor olmalarını sıradan bir tesadüf olarak görüp geçmemizi engelliyor.

“Küçük dünya” kavramı üzerinde temellenen iki önemli öğe daha var filmde: Jonathan’ın üzerine adını ve telefon numarasını yazıp Sara’ya verdiği (ve onun da hemen harcadığı) 5 dolarlık banknotun dönüp dolaşıp yine genç kıza ve Sara’nın adresini yazdığı kitabın Jonathan’a dönmesi. Dünya küçük olduğu için aynı kitap, para veya kişiyle tekrar rastlaşma ihtimalimiz hiç de düşük değil…

Ve belki de daha önemlisi: Film bu karşılaşmaları sağlayan tesadüflere de dikkat çekiyor, Courtney ile Sara’nın aynı marka ve model çantalarının karışması gibi.

Serendipity
Filmin ciddiyetle üzerinde durduğu bir başka kavram ise, esere adını veren “serendipity”… Yabancı sözcük kullanmak istemiyorum ama, maalesef bu kelimenin dilimizde karşılığı yok (ki kendisi yabancı dillere çevrilmesi en zor 10 İngilizce sözcükten biri olmakla ünlü). Kelimenin kökeni “The Three Princes of Serendip” isimli bir peri masalı (“Serendip” Sri Lanka’nın Arap dilindeki adı). Hoş raslantılar sonucu kazanımlara ulaşan üç prensin serüvenlerinin anlatıldığı bu eseri Horace Walpole okumuş ve kelimeyi icat edip kullanıma sokmuş. Sözlüklerde anlamı “beklenmedik şeyleri tesadüfen bulma yeteneği/şansı” biçiminde açıklanıyor. Bilim ve keşifler tarihinde bir hayli serendipity örneği var, en ünlüsü Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi.

Eşzamanlılık
Filmde diğerlerine kıyasla çok daha az işlenmesine rağmen üzerinde durmamızı gerektirecek öneme sahip bir başka kavram ise eşzamanlılık… Terimi ilk kez 1920’lerde psikolog Carl Gustav Jung kullanmış. Konuyla ilgili kitaplarda sık kullanılan bir örnekle izah edeyim: Diyelim ki tatile çıkacaksınız, ama nereye gideceğinizi henüz kararlaştırmadınız. Bununla meşgul olduğunuz dönemde rast gele kanal değiştirirken mesela Ayvalık’ı anlatan bir TV programına denk geliyorsunuz. Üzerinden fazla zaman geçmeden bir akrabanız devraldığı motelden söz ediyor, hemen ertesi gün bir sahafta tarihi romanlar arasında debelenirken alt raftaki bir kitap gözünüze çarpıyor, veya örneğin minibüste iki kişinin sohbetine kulak misafiri oluyorsunuz… Ve bunların hepsi Ayvalık’la ilgili… Böyle bir durumda hemen bavulları toplayıp Ayvalık’a gitmeniz gerekir çünkü orada yaşayacağınız bir şeyler vardır ve bunu size hayat söylemektedir.

Dolayısıyla eşzamanlılık, belirli bir konu, kişi, yer veya objenin, birbiriyle ilgisiz en az iki kaynak tarafından size hatırlatılması, karşınıza çıkarılması demek, filmde bir ara Jonathan’ın Sara ismini sürekli duyması gibi (Eşzamanlılığı “algıda seçicilik” kavramıyla karıştırmamak lazım, ikincisinde çevredeki şeylerden algınıza girenler söz konusudur, yani o şeyler sizden bağımsız olarak vardırlar, eşzamanlılık ise insan ile hayat arasındaki ilişkiye dair bir kavramdır).

Doğru zaman
Filmde yine şöyle bir değinilip geçilen, ama çok önemli bir başka kavram da bu. İlk sohbetlerinin ardından ayrılırlarken, Jonathan ısrarla telefon numarasını istediğinde Sara “doğru zaman değil” diyor, yıllar sonra, ikisi de başkalarıyla evlenmek üzereyken tekrar buluşuyorlar (Benzeri bir “doğru zaman” kavuşmasını, “My Blueberry Nights / Benim Aşk Pastam” filminde de görmüştük. “Cast Away / Yeni Hayat” filminin işlediği hayat prensipleri arasında da vardı ayrıca). İlgili hayat prensibi kültürümüzde bir atasözüyle ifade ediliyor: “Her şeyin bir zamanı vardır”. Her iki anlamda da: bir şey için henüz erken ise ne kadar çabalasanız olmaz, vakti geldiyse de gerçekleşmesini hiçbir güç durduramaz.

Kader
“Tesadüf” senaryosunun önemi, öncelikle bu kavramları yan yana kullanmasında, işlemesinde. Jonathan ve Sara yılbaşı alışverişi sırasında tanışıyorlar, kendi sevgililerine hediye alacakken yeni bir aşk kapılarını çalıyor (serendipity). Ayrıca “küçük dünya” gereği aynı banknot ve kitaba tekrar denk geliyorlar ki bu yıllar sonra birbirlerini bulmalarını sağlıyor. Bu buluşmaya yardımcı olan kişiler Courtney (para) ve Halley (kitap), yani Jonathan ve Sara arasındaki “halka”lar (“altı derece”den ikisi). Bu “işaretleri” ciddiye almaları için onları zorlayan iki faktör de var: Eşzamanlılık ve doğru zamanın geldiğini söyleyen iç sesleri…

Film bu kavramları birlikte işlemekle kalmıyor, bunların nasıl olduğuna, sistemin nasıl işlediğine dair cümleler de kuruyor. Romantik komedi yapısı gereği fazla bir felsefi derinliğe ulaşamıyor ama yine de bu yöndeki çabası takdire değer.

Romantik komediler zaten en olmadık an ve/veya durumlarda karşılaşıp birbirine aşık olan insanların öykülerini anlatır. Dolayısıyla bu türün örneklerinin ortak satır arasında zaten şu cümle vardır: “Senin için de uygun birisi mutlaka var”.

“Tesadüf” cümleyi genişletiyor: Daha ilk sahnede Jonathan ile Sara’nın “birbirleri için yaratılmış” olduklarını anlıyoruz, filmle aynı adı taşıyan kafeteryadaki sohbet sahnesi bu izlenimi pekiştiriyor. Fakat ayrılıyorlar ve yıllar sonra tekrar (bu kez doğru zamanda) buluşuyorlar. Buluşmaya yardımcı olan etmenler tesadüfler, ortak tanıdıkları ve objeler…

Bunlar sayesinde film derinleşiyor: Açılıştaki serendipity hadisesi olmasa da Jonathan ve Sara’nın tanışmaları ihtimali vardı çünkü ortak tanıdıkları var. İlk tanışmadan sonra ayrılmalarına rağmen tekrar karşılaşabildiler çünkü “küçük dünya” yapısı “serendipity”lerin oluşmasına imkan sağlıyor (parkta unuttuğu montunu geri almaya gelen Sara’nın Jonathan’ı görmesi gibi).

Dolayısıyla film gözle görünmez bir mekanizmanın sürekli çalışmakta olduğunu vurguluyor, öyle bir sistem var ki insanları, objeleri birbirine yaklaştırıyor, karşılaştırıyor.

Bu sisteme genelde kader diyoruz ama bu sözcüğün de (İngilizcedeki “fate” gibi) çift anlamlı olduğunu göz ardı etmemek lazım: Kader bir yandan her şeyin önceden belirlenmiş olması demek, bir yandan da “tüm bu buluşmaları, tanışmaları sağlayan güç” manasında, ki talih ve kısmet kelimelerinin de benzer anlamları var.

Zaten filmin asıl teması da o mekanizma; tesadüfleri, serendipity hadiselerini, tanıdıklarımızı ve eşzamanlılığı kullanarak bizi “kaderimizde olan”, yani yaşamamız murad edilmiş hadiselere, kişilere yönelten güç…

Tabii ki tüm bunlar sadece aşkla ilgili değil, aynı mekanizma insanların iş kurmalarını, uzun yıllar dost kalacakları veya birlikte muhteşem eserler yaratacakları kişilere ulaşmalarını da sağlıyor.

Sözün özü
“Maskeli filmler”in bir talihsizliği vardır, görmesini bilmeyen gözler onları çok küçümser. “Serendipity” de “alt tarafı bir romantik komedi” denilip geçilmeye çok müsait bir film…

Oysa hepimizin çevresinde, bu filmde anlatılan mekanizmanın sonucu olarak bir araya gelmiş insanlar var, hepimizin hayatları, nice serendipity örnekleriyle, anlamlı tesadüflerle dolu.

“Tesadüf” bu yüzden çok önemli…

Çünkü hayatın prensiplerini anlatıyor…

Seçme replikler:
Jonathan: “Burayı nereden buldun?”
Sara: “Önceleri adı yüzünden geliyordum buraya. Serendipity. En sevdiğim kelimelerden biri.”
Jonathan: “Öyle mi? Neden?”
Sara: “Çünkü anlamına göre çok hoş bir sesi var: şanslı kaza. Ama ben kazalara inanmam. Bence kader her şeyin arkasındaki güçtür.”
Jonathan: “Öyle mi düşünüyorsun? Her şey önceden planlanmış mı? Yani hiç seçim yapmıyor muyuz?”
Sara: “Bence kararlarımızı kendimiz veriyoruz. Kader bize sadece küçük işaretler yolluyor, işaretleri nasıl yorumladığımızsa mutlu olup olmadığımıza göre değişiyor.”

Sara: “Tekrar karşılaşmamız kısmetse, karşılaşırız zaten, şu an doğru zaman değil.”

Dean: “Biliyor musun Yunanlılar ölüm ilanı yazmazlarmış. Birisi öldüğünde tek bir soru sorarlarmış: ‘Tutkusu var mıydı?’…”

İleri okuma için:
http://kobi.milliyet.com.tr/haber/kobi-2008-de-serendipity-i-kesfedin,188 (konuyla ilgili dövme modasından söz eden bir haber)
http://en.wikipedia.org/wiki/Serendipity (kavramı açıklayıp bilim ve teknoloji tarihinden örnekler veren bir sayfa, İngilizce)
http://en.wikipedia.org/wiki/Six_degrees_of_separation (Geniş bir özetle birlikte, konuyla ilgili internet, sinema bağlantılarını da veriyor, İngilizce)
http://www.sixdegrees.org/ (Bacon’ın sitesi, İngilizce)
http://en.wikipedia.org/wiki/Small_world_phenomenon (belli başlı deneyleri özetleyen bir yazı, İngilizce)
http://www.smallworldexperiment.com (54 paketle yapılan bir deneyin sitesi, İngilizce)
http://en.wikipedia.org/wiki/Synchronicity (İngilizce)
http://www.carl-jung.net/synchronicity.html (İngilizce)
7 Secrets Of Synchronicity (İngilizce)

Serendipity / Tesadüf
Yönetmen: Peter Chelsom
Senaryo: Marc Klein
Yapımcılar: Peter Abrams, Simon Fields, Robert L. Levy
Oyuncular: John Cusack (Jonathan Trager), Kate Beckinsale (Sara Thomas), Jeremy Piven (Dean Kansky), Bridget Moynahan (Halley Buchanan), Kate Blumberg (Courtney), John Corbett (Lars Hammond), Eugene Levy (Tezgahtar)
2001 ABD yapımı, 90 dakika
Gösterim tarihi: 24 Mayıs 2002
DVD firması: Palermo

Six Degrees of Separation

IMDB: 6,9
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 90
Manalı Filmler: 8,5

John Guare’ın metni çok şaşırtıcı: Yoğunluğuyla da, işlediği temalar açısından da, ulaştığı seviye bakımından da…

Bir akşam resim simsarı Flan ve eşi Louisa’nın kapıları çalınır: Çocuklarının üniversiteden arkadaşı olan Paul yaralı vaziyette gelir, onlardan yardım ister. Tanışır, Paul’un ünlü oyuncu Sidney Poitier’in oğlu olduğunu öğrenince sevinirler. Delikanlıyı ısrarla misafir ederler, hoş bir akşam geçirilir. Fakat kısa zaman sonra Flan ve eşi çocuklarının Paul’u tanımadığını, Poitier’in hiç oğlu olmadığını ve daha acayibi birkaç dostlarının daha aynı mizansenle karşılaştığını öğrenirler. Ama evlerden bir şey çalınmamıştır, dolayısıyla ortada bir muamma vardır: Paul kimdir, amacı nedir?

Bir oyundan uyarlandığı için senaryo yoğun diyalog içeriyor, repliklerin çoğu mana bakımından çok derin, üstelik onlarca aydın ve sanatçıdan söz ediliyor, bazılarından alıntı yapılıyor. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde Guare’ın modern toplum yapısını, özellikle de burjuva aydınları eleştirdiği, “Altı Derecelik Ayrılık” teorisini bu amaçla kullandığı ortaya çıkıyor. Metnin en dibinde “Dünya bu kadar küçükken siz böyle mi yaşıyorsunuz?” sorusu gizli sanki.

Örneğin Paul, en önemli eğitim kurumlarından biri olduğu kabul edilen Harvard’ı şöyle tarif ediyor: “Herkes durağan ve lüks bir umutsuzluk, sabit keşif ve felç içinde.” Yine Paul’un ünlü Salinger romanı “Catcher in the Rye / Gönülçelen” ve Beckett oyunu “Waiting For Godot / Godot’yu Beklerken”in de insanlığın içinde bulunduğu felç halini anlattığını söylemesi ve Jung’dan “En büyük günah bilinçsizliktir” cümlesini alıntılaması eleştirel çerçeveyi tamamlıyor.

Oysa örneğin Flan, işi gereği Kandinski’yi de çok iyi tanıyor. Eserleriyle 20. yüzyıl sanat ortamını değiştirmiş bu Rus ressamdan alıntılar yapıyor, en ünlü tablosu evinin baş köşesinde ama Kandinski’nin sanatın amacının “insan ruhunu arıtıp harekete geçirmesi olduğunu” savunması üzerinde hiç durmamış, buradaki anlamı idrak edememiş. Flan ve diğer film karakterleri manevi değerlere o kadar sırt çevirmişler ki, hayatı çok sınırlı yaşıyorlar, çocuklarıyla bile ilişkileri mesafeli ve sorunlu. O nedenle Louisa’nın filmin sonunda –yalancı ve sahtekar olduğunu artık iyi bildiği- Paul için: “Birkaç saatte çocuklarımızın bizim için yaptıklarından çok daha fazlasını yaptı” demesi çok trajik.

Filmin oyunculuk seviyesi de en az metnin kendisi kadar olağanüstü. Özellikle güzel insan Will Smith’in etkili performansı, önemli ve zengin bir aileden gelmeyen bir delikanlının “birisi” olmak istemesindeki trajediyi çok iyi yansıtıyor.

Meraklısına:
Oyun İstanbul Şehir Tiyatroları’nca “Altı Derece Uzak” adıyla sahnelenmiş.

Filmde üniversiteli gençlerden Doug’u oynayan ve sadece iki sahnede görünen J. J. Abrahams yıllar sonra yapımcı ve yönetmen olarak ünlendi, özellikle “Lost”la büyük başarı kazandı. Yarattığı “Six Degrees” isimli TV dizisi de –aynen “Lost” gibi- Altı Derecelik Ayrılık temasını işliyordu...

Birkaç sahnede görünen Kandinski tablosunun temel özelliğini Flan şöyle açıklıyor: “Kanvasın iki tarafına birbirinden çok farklı tarzlarda iki resim yapmış, biri vahşi ve hayat dolu, diğeri geometrik ve kasvetli.” Flan tabloyu çevirip iki tarafını sırayla gösterirken Louisa resimleri adlandırır: “Kaos” ve “Kontrol”…
Yaşamın iki yüzü gibi…

Ödülleri:
En İyi Kadın Oyuncu dalında Oskar ve Altın Küre adaylığı.

İlgili film:
"Serendipity" (Peter Chelsom, 2001)

Seçme replikler:
Paul: “Hayal gücünün değeri çok düştü, yaratıcılık olarak görülmeye başlandı, oysa o varoluşumuzun temel taşıdır. (…) Hayal gücünü en kişisel bağlantımızdan, iç dünyamızla, dışarıdaki dünya arasındaki bağdan çıkarıp attık (…) Hayal gücü kendimizin yarattığı bir pasaporttur, gerçek dünyaya geçmemizi sağlayan (…) Kendimizle başa çıkabilmek için gözlerimizi bağlıyoruz çünkü kendinle yüzleşmek zor. Oysa hayal gücü kendimizi incelememizi katlanılabilir kılan bir Tanrı armağanıdır”…

Louisa: “Bu dünyadaki herkesin başkalarından sadece 6 kişiyle ayrıldığını okumuştum bir yerde (…) bu kadar yakın olmamızı inanılmaz rahatlatıcı bulmuştum. Ama aynı zamanda bu yakınlık Çin işkencesi gibi bir şeydi.”

Paul: “Yaşanılan her an bir öğrenme deneyimidir. Başka ne işe yarar ki?”

Flan’ın kızı Tess (babasına): “Evlenip Afganistan’a gideceğim. Hayatımı mahvedeceğim. Olmamı istediğin her şeyi kaldırıp atacağım. Çünkü bu sana acı çektirmenin tek yolu”.

Louisa (Paul için): “O biz olmak istedi. Her şeyimiz. Hayatımıza girebilmek için kendini bıçakladı (…) Ama biz onu bir anekdota dönüştürdük, yemek sohbetine, şu an yaptığımız gibi! Oysa tüm yaşadıklarımız tecrübeydi.”

Paul (son replik): “Kanvas… Kanvasın iki yüzüne de resim yapılmış”…

Six Degrees of Separation
Yönetmen: Fred Schepisi
Senaryo: John Guare (Aynı adlı kendi oyunundan)
Yapımcılar: Arnon Milchan, Fred Schepisi
Oyuncular: Stockard Channing (Louisa Kittredge), Will Smith (Paul), Donald Sutherland (Flan Kittredge), Ian McKellen (Geoffrey Miller), Mary Beth Hurt (Kitty), Bruce Davison (Larkin), Heather Graham (Elizabeth)
1993 ABD yapımı, 112 dakika

Ikigami

IMDB: 6,9
Rotten Tomatoes: % 79
Manalı Filmler: 8,0

Öyküsü akıllıca kurulmuş bir çizgi romandan uyarlanan “Ikigami”, “1984” benzeri bir Büyük Birader toplumunda geçiyor.

“Bahtiyarlık Kanunu”, herkese ilkokula başladığı gün iğne yapılmasını emreder. Her bin kişiden birinin vücuduna bir nano kapsül yerleştirilir. Belirlenen tarihte, kişi 18-24 yaşları arasındayken kapsül aktif hale geçer, o kişiyi öldürür. Yasaya karşı çıkmak yasaktır, bu “düşünce suçu”nu işleyenler “tedavi” edilirler.

Vakti dolan kişiye 24 saat önce “Ikigami” (Ölüm Bildirgesi) verilir, “ülkesine hizmet ettiğinin bilinciyle” ölüme hazırlanması ve son gününü mutlu geçirmesi beklenir. O gün toplu taşıma araçları, yemek ve sağlık hizmetleri ücretsizdir o kişi için. Ayrıca yakınlarına para ödenir.

Ünlü olmayı arzulayan bir şarkıcı, kör kız kardeşini ameliyat ettirmek isteyen bir delikanlı ve “Bahtiyarlık Kanunu”nun savunucusu ünlü bir kadın politikacının oğlu, bu belgeleri alıyor ve hepsi yaklaşan ölümü farklı şekillerde karşılıyorlar. Onların yaşadıkları ve kendilerine “Ikigami” belgelerini getiren genç memur Fujimoto ile ilişkileri, filmin öyküsünü oluşturuyor.

Çizgi romandan uyarlanan çoğu filmin tersine “Ikigami”, esaslı bir faşizm eleştirisi yapmasının yanında, felsefi açıdan da oldukça doyurucu bir yapım. Üçüncü kez kamera arkasına geçen Takimoto’nun olgun anlatımı sayesinde film, “ölüm” ve “hayatın anlamı” temaları hakkında düşünmek için ideal fırsatlar veriyor. Çok özenle seçilmiş ve işlenmiş üç “hayata veda” hikayesi ve filmin ortalarında çalınan “Signpost” (“Kılavuz”) isimli şarkı oldukça etkileyici…

Ödülü:
Japon Akademisi’nin “En İyi Genç Yetenek” Ödülü (Shota Matsuda)

Benzer filmler:
“The Handmaid's Tale” (1990, Volker Schlöndorff)
“Children of Men / Son Umut” (2006, Alfonso Cuarón)
“THX 1138” (1971, George Lucas)

Ikigami: The Ultimate Limit / Ikigami
Yönetmen: Tomoyuki Takimoto
Senaryo: Motoro Mase, Akimitsu Sasaki, Tomoyuki Takimoto, Hiroyuki Yatsu (Motoro Mase'nin çizgi romanından)
Yapımcı: Akimitsu Sasaki
Oyuncular: Shota Matsuda (Kengo Fujimoto), Koji Tsukamoto (Hidekazu Morio), Takashi Sasano (Şef Ishii), Riko Narumi (Sakura Iizuka), Takayuki Yamada (Satoshi Iizuka), Yuta Kanai (Tsubasa Tanabe), Kazuma Sano (Naoki Takazawa)
2008 Japonya yapımı, 133 dakika.

6 Ağustos 2010 Cuma

Yaşamak

IMDB: 8.2 (235. sırada)
Allmovie: 5 tam yıldız
Manalı Filmler puanı: 9.5
“İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 3. sırada
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 83. sırada

Büyük usta Kurosawa’nın erken dönem başyapıtlarından biri…

Etliye sütlüye karışmayan, insanlara mesafeli, kokmaz bulaşmaz bir şef olan Bay Watanabe, mide kanseri olduğunu öğrenir. En fazla 6 ayı kaldığını bilmek onda önce delicesine eğlenme arzusu uyandırır, ama birkaç gün sonra gece hayatından bıkar. Kalan zamanını nasıl değerlendirmesi gerektiğini bulmaya çalışır. Sonunda birkaç ay içinde kendini değiştirmeyi başarır, topluma yararlı projelerin gerçekleşmesini ve vefatından sonra adının hayırla anılmasını sağlar…

İş arkadaşlarının “Mumya” lakabı taktıkları, o derece “yaşıyormuş gibi yapan” ana karakterin dönüşümü zaten yeterince çarpıcı iken, doğal olarak Kurosawa, bu karakter çalışmasını yüksek değerde bir felsefi zemine oturtmayı da başarıyor, filmini “hayatın anlamı” üzerine yapılmış en önemli eserlerden biri kılıyor.

Bay Watanabe’yi canlandıran Shimura’nın acı dolu yüzü uzun süre aklınızda kalacak. Özellikle barda “zamanın nasıl da akıp gittiğini” anlatan o şarkıyı söylediği sahnede ve salıncakta sallanırken, ölümü çok yakın olduğu halde, hiç olmadığı kadar mutluyken…

Ünlü yönetmen Francis Ford Coppola (“The Godfather / Baba” serisi, “Apocalypse Now / Kıyamet”): “Çoğu yönetmenin birlikte anıldığı bir, bilemediniz iki başyapıtı vardır. Kurosawa’nın 8-9 tane var” demişti. “Ikiru”, onlardan biri…

Ödülü:
Berlin Film Festivali’nde, Berlin Senatosu’nun özel ödülü (1954)

Seçme replikler:
Watanabe (şarkı): “Hayat öyle kısa ki
Aşık olun sevgili kızlar
Dudaklarınız hala kırmızıyken
Ve bedeniniz soğumadan evvel
Çünkü yarın var olmayacak”

Toyo: “Benim ne yardımım olur ki?”
Watanabe: “Sana sadece bakmak bile iyi hissetmemi sağlıyor. Şu ‘mumya’ kalbimi ısıtıyor. Bana karşı çok naziksin. Hayır, bu değil. Çok gençsin, sağlıklısın. Hayır, bu da değil… Hayat dolusun. Ve ben… ben bunu kıskanıyorum. Ölmeden, hiç olmazsa tek bir gün senin gibi olabilsem keşke. Bunu beceremezsem, ölmeyi de başaramam. Bir şey yapmak istiyorum, manalı bir şey, bunu sen gösterebilirsin bana. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Nasıl yapacağım, bilmiyorum. Belki sen de bilmiyorsundur ama lütfen… mümkünse… nasıl senin gibi olabileceğimi göster bana…”

Ikiru / To Live / Yaşamak
Yönetmen: Akira Kurosawa
Senaryo: Shinobu Hashimoto, Hideo Oguni, Akira Kurosawa
Yapımcı: Sôjirô Motoki
Oyuncular: Takashi Shimura (Kanji Watanabe), Shinichi Himori (Kimura), Haruo Tanaka (Sakai), Minoru Chiaki (Noguchi), Miki Odagiri (Toyo), Bokuzen Hidari (Ohara)
1952 Japonya yapımı, 143 dakika
DVD firması: As Sanat

Konuşmalı Bir Film

IMDB: 6,8
Allmovie: 4/5 yıldız
Metacritic: % 75
Manalı Filmler puanı: 8,0

Bu filmi, “Ikiru”da ele alınan temalar bakımından çok önemli bir örnek olduğu için seçtim, sevgili okur.

Çünkü bu filmi 95 yaşında bir yönetmen çekti.

Portekizli yönetmenin ilk filmi “Working on the Douro River” 1931 tarihliydi, Oliveira, 20. yüzyılın önemli bir bölümünü setlerde geçirdi.

Halen 102 yaşında ve film yapmaya devam ediyor, bu yıl “The Strange Case Of Amelia”yı tamamladı.

“Konuşmalı Bir Film”, uygarlığa bir saygı duruşu… Tarih profesörü Rosa Maria, 7 yaşındaki kızıyla birlikte bir deniz yolculuğuna çıkar, Marsilya, Napoli, İstanbul üzerinden Hindistan’a doğru ilerlerken Rosa kızına tarihi mekanları tanıtır, bilgi aktarır (Örneğin İstanbul’da Ayasofya’yı gezerler).

Filmin en önemli sahnelerinden biri 4 ayrı ulustan 4 kişinin (Malkovich, Papas, Sandrelli ve Denevue) insanlık tarihi ve uygarlıklar üzerine yaptıkları uzun sohbet. Herkes kendi ana dilinde konuşuyor ama gayet iyi anlaşıyorlar.

A Talking Picture / Um Filme Falado / Konuşmalı Bir Film
Senaryo ve yönetim: Manoel de Oliveira
Yapımcı: Paulo Branco
Oyuncular: Leonor Silveira (Rosa Maria), Filipa de Almeida (Maria Joana), John Malkovich (Kaptan John Walesa), Catherine Deneuve (Delfina), Stefania Sandrelli (Francesca), Irene Papas (Helena).
2003 Portekiz, Fransa, İtalya ortak yapımı, 96 dakika
DVD firması: As Sanat

Gir Kanıma

IMDB: 8,1 (203. sırada)
Allmovie: 4/5 yıldız
Metacritic: % 82
Manalı Filmler puanı: 8,5

“Herkesin İçtiği Su” isimli öyküsünde Ömer Seyfettin, insanların çıldırmasına yol açan bir yağmurdan söz eder (Hikayenin Çin’de geçmesi ayrıca ilginçtir… Tabii 1919’da yazılmış olması da). Bu örnekteki gibi bazen yazarlar/sinemacılar “fantastik” tabir ettiğimiz öğeleri gerçekçi bazı temaları işlemek amacıyla eserlerinde kullanırlar.

Lindqvist de tam olarak bunu yapıyor: yalnızlık, özel koşullarda gelişen dostluk, aşk gibi temaları vampir öğesini kullanarak işliyor, tartışıyor.

Alfredson’un olgun, ölçülü anlatımıyla birlikte “Gir Kanıma” bir vampir hikayesi olmaktan çıkıyor, birey-uygarlık ilişkisini irdeleyen, çok özel bir filme dönüşüyor. Toplumun büyük bölümünün sarışın insanlardan oluştuğu bir ortamda, Eli rolünün esmer Lina Leandersson’a oynatılması çok akıllıca. O da çarpıcı fiziğine müthiş oyunculuk gücünü katmış, unutulmaz bir kız çocuğu/vampir imgesi yaratmış.

İzleyince, bu filmin neden bu kadar ünlü olduğunu gayet iyi anlayacaksınız…

Meraklısına:
Holivud filmin yeniden çevrimini yaptı, eser halen laboratuar aşamasında.

Ödülleri:
Amerikan BK, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Uluslar Arası Film” dalında Saturn Ödülü’ne layık görüldü; “En İyi Senaryo” ve “En İyi Genç Oyuncu” dallarında Saturn adayı oldu.
İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’nde, ayrıca Boston ve Chicago Film Eleştirmenleri’nce “En İyi Yabancı Film” seçildi.
En İyi Film, Yönetmen ve Beste dallarında Avrupa Ödülü’ne aday gösterildi.
Ayrıca 56 ödül, 12 adaylık.

Let the Right One In / Låt den rätte komma in / Gir Kanıma
Yönetmen: Tomas Alfredson
Senaryo: John Ajvide Lindqvist (kendi romanından)
Yapımcılar: Carl Molinder, John Nordling
Oyuncular: Kare Hedebrant (Oskar), Lina Leandersson (Eli), Per Ragnar (Hakan), Henrik Dahl (Erik), Karin Bergquist (Yvonne), Peter Carlberg (Lacke), Ika Nord (Virginia).
2008 İsveç yapımı, 115 dakika
Gösterim tarihi: 8 Ocak 2010
DVD firması: Tiglon / Video Express / Bir Film.

Tahaan


IMDB: 6,8
Manalı Filmler puanı: 8,0

8 yaşındaki Tahaan, ablası, annesi ve dedesiyle Kaşmir kırsalında yaşamaktadır. 3 yıl evvel kaybolmuş babasının dönmesini beklemektedirler. Tahaan eşekleri Birbal’ı çok sever, hep onunla zaman geçirir. Dedenin vefatı yüzünden annesi, kimi eşyalarla birlikte Birbal’ı da satmak zorunda kalır. Tahaan eşeği geri alabilmek için uğraşırken yeni insanlarla tanışır, teröristlere –bilinçsizce- yardım eder, hayat dersleri edinir…

Sivan’ın eseri tam bir “sevgi filmi”… Hümanizm filmin her karesinde hissediliyor. Ayrıca karakterler arasındaki en hakim duygu da o. Tüccar Daar’ın torunu Yasin’e duyduğu sevgi gibi… Sanki sevgi, böylesine tehlikeli bir dünyada ayakta kalmanın, yaşamını sürdürmenin tek yolu. Çünkü bu dünyada genç kadınlar kayıp kocalarını militan cesetleri arasında arıyorlar, çocuklar sokaklarda “terör oyunları” oynuyor ve içlerinden biri (Tahaan) eşeğine kavuşmak uğruna sınırdan el bombası geçirmeyi, hatta onu bir askeri birliğe atmayı kabul ediyor.

Üslup itibariyle İran filmlerini anımsatan, ama onlardan daha estetik, sinemasal açıdan daha güçlü ve sonuçta daha etkili bir film “Tahaan”. Hele ana karakteri oynayan küçük Bhandare’nin yüzünü unutmak imkansız…

Meraklısına:
Filmin uluslar arası adı "Tahaan: A Boy with a Grenade" ki bu isim: “Tahaan: El Bombalı Çocuk” anlamına geliyor

Tahaan kelimesi bölge dillerinde farklı anlamlar taşıyormuş, “şefkatli”, “hoşgörü” vb gibi.

Tahaan
Yönetmen: Santosh Sivan
Senaryo: Santosh Sivan, Ritesh Menon, Paul Hardart
Yapımcılar: Shripal Morakhia, Mubina Rattonsey
Oyuncular: Purav Bhandare (Tahaan), Victor Banerjee (Tahaan'ın dedesi), Rahul Bose (Zafer), Ankush Dubey (Idris), Rasika Dugal (Nadira), Anupam Kher (Subhan Daar), Dheirya Sonecha (Yasin), Sarika (Tahaan'ın annesi)
2008 Hindistan yapımı, 102 dakika

Ölülerle Yaşamak

IMDB: 7,0
Manalı Filmler: 7,5

70 sonlarında yönetmenliğe başlamış olsa da, Stephen Gyllenhaal asıl büyük çıkışını 90’ların başında yapmıştı. “Paris Trout” (1991), “Waterland / Su Şehri” (1992) ve “A Dangerous Woman / Tehlikeli Bir Kadın” (1993) gibi filmleri tüm dünyada ilgi görmüş, insan ilişkilerini ele alış biçimiyle, karakterlerinin derinliklerine inme becerisiyle, gerilim kurmadaki ustalığıyla takdir edilmişti. Fakat sonraları yönetmen TV’ye kaydı, çeşitli dizilerin bölümlerini ve TV filmleri çekti. Adı “Ölülerle Yaşamak” anlamına gelen “Living with the Dead” de bu TV filmlerinden biri.

Eseri “Ölülerle konuşma yeteneğini kullanabilen bir adamın maceraları” biçiminde özetlemek mümkün. Ruhlarla iletişimi sayesinde edindiği bilgileri bir dedektifle paylaşıyor, birlikte çözümlenememiş davalarla ilgileniyorlar. Sözün kısası bu film, 2005’te başlayan "Ghost Whisperer" dizisinin erken bir versiyonu sayılabilir.

Steenburgen, Ladd, Palance, Latifah gibi ustalardan etkili performanslar almayı başaran deneyimli yönetmen, film ritmine de çok hakim, yer yer bıçak sırtı bir gerilim kuruyor ve benzer temaları işleyen çoğu yüksek bütçeli sinema filminde bile görmediğimiz derecede etkili sahneler kotarmayı başarıyor.

Fakat filmin asıl önemli yönü, ölüm olgusuna dair felsefi yaklaşımı, seyircisine yararlanabileceği bilgiler sunması…

Meraklısına:
Stephen Gyllenhaal ikisi de oyuncu olan Maggie Gyllenhaal (“Crazy Heart / Çılgın Kalp”, “SherryBaby”) ve Jake Gyllenhaal’ın (“Prince of Persia: The Sands of Time / Pers Prensi: Zamanın Kumları”, “Jarhead”) babası.

Living With The Dead / Ölülerle Yaşamak
Yönetmen: Stephen Gyllenhaal
Senaryo: John Pielmeier (James Van Praagh'ın "Talking To Heaven" isimli kitabından)
Yapımcılar: Preston Fischer, Stephen Gyllenhaal, John Pielmeier, James Van Praagh
Oyuncular: Ted Danson (James Van Praagh), Mary Steenburgen (Dedektif Karen Condrin), Diane Ladd (Regina Van Praagh), Michael Moriarty (Medyum Adrian), Queen Latifah (Midge Harmon), Jack Palance (Allan Van Praagh), Jay Brazeau (psikiyatr)
2002 ABD yapımı, 142 dakika