Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

25 Aralık 2016 Pazar

Sisteki Goriller


Önemli bir bölümü dağ başında, perdede bile nadiren görebildiğimiz büyüleyici doğal ortamlarda geçen, hayli başarılı, çok ilginç ve hoş bir seyirlik. Ayrıca hem doğa bilincinin gelişmesi, hem de doğa-insan ilişkisi bakımından seyircinin ufkunu açıyor, ona ilham veriyor 

Tamer Baran

IMDB: 7.0
Rotten Tomatoes: %82
Manalı Filmler: 9.0

Çok değil 40 yıl kadar önce bazı “uygar” ülkelerin “gelişmiş” insanları, ofis veya evlerinde kül tablası olarak goril pençesi kullanmaktan, duvarlarına goril kafası asmaktan hoşlanırlarmış. Sadece Afrika’da yaşayan dağ gorillerinin neslinin tükenmesine ramak kalmasının asıl nedeni buymuş.
Bunları “Sisteki Goriller” filminden öğrenmek mümkün. Dian Fossey isimli olağanüstü kadının hayatını anlatıyor, 6 aylığına gittiği Ruanda’da geçen 18 yılının özeti.
Dian’ın görevi gorilleri saymak, fakat zamanla onlardan etkilenmeye başlıyor, kendine özgü yöntemler geliştirerek onlarla yakınlaşmayı başarıyor. Ondan evvel hiç kimse o gorillerle arkadaş olmamış, özelliklerini insanlığa anlatmamış, haliyle Dian, hala önemli bir bilim insanı, öncü zoologlardan biri…
Ama Dian’ın başarısı bununla da sınırlı kalmıyor, yetkilileri de ikna ederek, önlemler alınmasını sağlayarak kaçak avlanmayı ciddi biçimde engelliyor. Sözün kısası o dağ gorilleri türlerinin devam edebilmesini Dian Fossey’ye borçlular.
Bilim insanları çeşitli maymun türlerini, ama özellikle dağ gorillerini anlamanın insanoğlunun geçmişini açığa çıkarabilmek açısından çok önemli olduğuna inanıyorlar. Dolayısıyla Fossey tüm insanlığa hizmet etmiş, çok özel bir insan.
Tecrübeli yönetmen Michael Apted’ın her zamanki ustalığıyla çektiği film, çok önemli bir bölümü dağ başında, perdede bile nadiren görebildiğimiz büyüleyici doğal ortamlarda geçen, hayli başarılı, çok ilginç ve hoş bir seyirlik. Ayrıca hem doğa bilincinin gelişmesi, hem de doğa-insan ilişkisi bakımından seyircinin ufkunu açıyor, ona ilham veriyor.
Fossey’i tanımak zaten büyük kazanım. Bu rol için Weaver’ın seçilmesi boşuna değil, Dian çok güçlü bir kişilik, tutkulu, inatçı, kolay yıkılmayan biri (zaten hiçbir şekilde yolundan döndüremedikleri için öldürmüşler kendisini). Başka bir mesleği varken, tamamen tutkusu yüzünden uygarlıktan uzaklaşıp 18 yılını dağda geçirmesi, kendini gorillere ve insanlığa böyle adayabilmesi çok etkileyici.
Çevre bilinciyle kotarılmış filmler az izlendikçe, “Planet Of The Apes / Maymunlar Cehennemi” gibi korku merkezli, insanın doğanın efendisi olduğu bilinciyle yapılmış eserler daha da popüler oluyor. Ve maalesef insanoğlu, kendini dünyanın efendisi sanarak yaşadıkça gezegeni tüm canlılar için cehenneme çeviriyor.
Sen de bir insansın sevgili okur; sadece bu nedenle bile olsa izlemen gerekir bu filmi.
Ödülleri:
En İyi Senaryo, Kadın Oyuncu, Ses, Kurgu ve Müzik (Maurice Jarre) dallarında Oskar’a aday oldu, Kadın Oyuncu ve Müzik dallarında Altın Küre kazandı.
Meraklısına:
2008’de iki önemli TV kanalı, PBS ve BBC konuyla ilgili iki belgesel hazırladı. Her ikisi de Titus isimli gümüş sırtlı gorilin hayatını anlatıyordu. Titus 1974’te, henüz iki aylıkken Fossey tarafından isimlendirilip kaydedilmiş ve 33 yıllık hayatında, tamamı insanlardan kaynaklanan felaketler, dramlar, acılar yaşamış bir hayvan. Dünyanın en ünlü gorili…

İnsanın doğayla ilişkisi hakkında ciddi bilgi içeren, neden yanlış yolda olduğumuzu ustaca açıklayan, “İsmail” adında harika bir roman var, hararetle öneririm. Meraklısı hatırlayacaktır, ana karakteri Fossey benzeri bir bilim insanı olan “Instinct / İçgüdü” (Jon Turteltaub, 1999) filmi o kitaptan hareketle yapılmıştı.
Apted doğa-insan ilişkisine dair ilginç veriler içeren iki film daha yönetmişti: “Nell” (1994) ve “Şimşek Yürek” (1992).
Filmde oynadıktan sonra Weaver, Fossey’in kurduğu vakıf (Dian Fossey Gorilla Fund) yararına çalışmaya başlamış, halen vakfın Onursal Başkanı. 2006’da ise BBC’nin teklifiyle filmin çekildiği bölgeye tekrar gitmiş, “Gorillas Revisited” belgeselinin yapımına katılmış. 

Açık Gazete, 23 Aralık 2011

Gorillas in the Mist: The Story of Dian Fossey / Sisteki Goriller
Yönetmen: Michael Apted
Senaryo: Anna Hamilton Phelan (Dian Fossey'in kitabı ve Harold T.P. Hayes'in makalesinden)
Yapımcılar: Terence A. Clegg, Arne Glimcher
Oyuncular: Sigourney Weaver (Dian Fossey), Bryan Brown (Bob Campbell), Julie Harris (Roz Carr), John Omirah Miluwi (Sembagare), Iain Cuthbertson (Dr. Louis Leakey),
1988 ABD yapımı, 129 dakika.
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

4 Aralık 2016 Pazar

Can Dostum

Bu anlamda “Can Dostum” hiçbir süprizi olmayan, gayet sıradan bir film. İyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış, ama çok da yüzeysel. Traş sahnesi veya yamaç paraşütü sekansı gibi hoş anlar içeriyor ama bu yönetmenlerin sonraki eserlerini heyecanla beklememize yol açacak bir özelliği de yok.

Tamer Baran

IMDB: 8,6 (38. sırada)
Rotten Tomatoes: % 80
Manalı Filmler: 8,0

Bir sanatçının çok popüler olması, hele hele ününü yıllarca koruyup farklı kuşaklara da kendini sevdirebilmesi için iki şart gerekir: Hem zanaatçı, hem de sanatçı olarak belli bir seviyenin üstüne çıkabilmesi ve ait olduğu toplumun bilinçaltında bir karşılığı bulunması… Aynı şekilde bir eserin çok popüler olması da benzer şartlara bağlıdır, ama bunlar içinde en önemlisi toplumsal bilinç ve bilinçaltına denk düşmesidir.

“Can Dostum” ülkesi Fransa’da 20 milyona yakın bilet keserek gişe rekorlarını alt üst etti (halen gelmiş geçmiş en yüksek  gelire sahip ikinci film konumunda). Her öğesiyle “kendini iyi hisset” filmi olarak düzenlendiği için insanların bilincinde hangi özleme karşılık geldiği belli: Sağlam, hiç kimsenin veya hiçbir gücün bozamayacağı bir dostluk kurma isteği… Böylece onaylanmak, hiç olmazsa bir kişinin sizi tanıması, özelliklerinizi, beğenilerinizi öğrenmesi, anlaması… Sosyal bilinçaltındaki yeri ise daha ilginç: Belli ki Fransızlar bir uzlaşma ve ateşkesin, hatta mümkünse toplumsal barışın yakıcı özlemini duyuyorlar.

Filmin iki ana karakteri bu “çatışan” iki kesimin simgesi: Ülkeyi yöneten, toplumsal sorunları çözemeyen, hatta çoğunlukla onların kaynağı konumunda olan burjuvaziyi temsil eden Philippe, çok zengin bir beyaz (boynundan aşağısı felçli olduğu için tekerlekli iskemlede yaşaması bu açıdan çok ilginç). Onun bakımını üstlenen, ona yarenlik eden Driss ise varoşlarda büyümüş, suça bulaşmış, Senegal kökenli bir zenci (2007’de Paris’i alt üst eden kişiler gibi o da “dış kökenli”). Ama özünde iyi biri, hümanist ve dost canlısı… Muhteşem bir evde yaşayan Philippe, sınıfının tipik özelliklerine sahip: Örneğin sanattan anlıyor, resim koleksiyonu yapıyor. Driss ise birlikte gittikleri operada kahkahalarını tutamıyor, Beethoven veya Mozart yerine Earth, Wind & Fire dinlemeyi yeğliyor. Ona göre iyi müziğin temel şartı dans etme imkanı vermesi.

Dans (hızlı araba kullanmak, kadınlara kur yapmak vs ile birlikte) Driss’in yaşamayı çok seven biri olduğunu gösteriyor. Aralarında sağlam bir dostluk kurulmasını sağlayan da bu: Driss patronunu güldürüyor, yaşamına heyecan katıyor, içindeki yaşama sevincinin tekrar alevlenmesini sağlıyor…

Bu tür bir öykünün seyircinin hoşuna gitmesi doğal. Hele de filmin başında “gerçek olaylardan alınan ilhamla yapıldığı” yazıyor ve arka jenerikte gerçek kişiler de gösteriliyorsa. Fakat yönetmenler bununla da yetinmemiş, gişe başarısını garantilemek amacıyla iki önemli tedbir almışlar: Hastabakıcı karakterini zenci yapmışlar ve romantik komedi şablonlarını dostluğa uygulamışlar. Zıt özelliklere sahip iki kişi tanışıyor, ilk başta biraz didişiyor, zamana yakınlaşıyor, birbirlerini çok seviyorlar. Her şey harika giderken ayrılmaları gerekiyor, derken tekrar buluşuyorlar.

Bu anlamda “Can Dostum” hiçbir sürprizi olmayan, gayet sıradan bir film. İyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış, ama çok da yüzeysel. Traş sahnesi veya yamaç paraşütü sekansı gibi hoş anlar içeriyor ama bu yönetmenlerin sonraki eserlerini heyecanla beklememize yol açacak bir özelliği de yok.

Dolayısıyla filmin asıl güzelliği, Fransızların kalbini fethetmesi. Herhangi bir manası olmayan aksiyonlar veya yeni yetmelere seslenen basit komediler yerine böyle bir dostluk filminin gişe şampiyonu olması, doğaldır ki insanı mutlu ediyor.

Açık Gazete, 25 Mayıs 2012

Intouchables / The Intouchables / Can Dostum
Senarist ve yönetmenler: Olivier Nakache, Eric Toledano
Yapımcılar: Jean-Jacques Annaud, John H. Williams, Iain Smith
Oyuncular: François Cluzet (Philippe), Omar Sy (Driss), Anne Le Ny (Yvonne), Audrey Fleurot (Magalie), Clotilde Mollet (Marcelle), Alba Gaïa Kraghede Bellugi (Elisa)
2011 Fransa yapımı, 112 dakika
Gösterim tarihi: 11 Mayıs 2012
DVD firması: Calinos

1 Aralık 2016 Perşembe

Aklım Karıştı

Fakat “One Flew Over The Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu”ndaki “sistem karşıtı” duruş bunda yok, tersine buradakiler –Lisa bile- daha yumuşak, daha uyumlu tipler. Nitekim Susanna bir noktada direnmeyi bırakıp sistemle uzlaşıyor ve sonunda evine geri dönmeyi başarıyor.


Tamer Baran

IMDB: 7.93
Rotten Tomatoes: % 54
Manalı Filmler: 8.5

Bu filmi kısaca şöyle tanımlamak mümkün: “90’lı yılların ‘Guguk Kuşu’…”
Çünkü Mangold’un filmi de, bir akıl hastanesinde yaşananlara “içeriden” bakıyor, yani yaşananları hastaların gözünden anlatıyor.
Ötekinden farklı olarak burada hastalar genç kızlardan oluşuyor; yani daha gürültülü, şenlikli, belli açılardan daha ilginç bir ortam var. Biraz da bu nedenle olsa gerek, bu senaryo, selefine kıyasla, ana karakter dışındaki hastaların geçmişleri ve hastalıklarıyla daha fazla ilgilenmiş; yan kişilikler daha derinlikli.
Fakat “One Flew Over The Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu”ndaki “sistem karşıtı” duruş bunda yok, tersine buradakiler –Lisa bile- daha yumuşak, daha uyumlu tipler. Nitekim Susanna bir noktada direnmeyi bırakıp sistemle uzlaşıyor ve sonunda evine geri dönmeyi başarıyor.
Selefinden felsefi anlamda daha yoksul, ama psikolojik derinlik bakımından daha zengin bir film bu. Ana karakteri Susanna değil de Lisa olsaydı, belki bu filmin muhalif tavrı daha güçlü olabilirdi.
Takvimler 1975’ten 99’a ilerlerken sinemada teknik ilerleme coştuğu için bu film o alanda selefinden üstün; ses ve görüntü çok daha kaliteli ve net. Ve tabii ki “tipik Holivud” ürünlerinden olduğu için çok özenilmiş bir sesbandı da var: 1960’ların Rock gruplarının birbirinden ünlü eserlerine Doris Day, Skeeter Davis, Aretha Franklin gibi unutulmaz seslerin şarkıları eşlik ediyor, harikulade bir derleme yapılmış.
Kuşkusuz yönetmenler arasında da fark var: “Heavy” ile başarılı bir çıkış yapıp ardından adeta modern bir klasik olarak kabul gören “Cop Land / Güçlüler Bölgesi”ni yöneten Mangold, tabii ki çok yetenekli bir sanatçı. En son “Knight and Day / Gece Ve Gündüz” ile hayal kırıklığı yaratsa da filmografisi birbirinden başarılı ve hayli önemsenen filmlerle dolu: “Identity / Kimlik”, “3:10 To Yuma” ve unutulmaz Johnny Cash biyografisi “Walk the Line / Sınırları Aşmak”… Fakat henüz bir Milos Forman seviyesinde değil…
Zaten iki film arasındaki farkı asıl yaratan da rejisörleri… Mangold tüm enerjisini Holivud’un 100 yılda geliştirdiği ve çok ustalaştığı anlatım biçimlerine, şablonlara harcamış, “eli yüzü düzgün” bir film yapmaya çalışmış. Bu hedefe büyük bir başarıyla ulaşmış olsa da sonuçta attığı taş, koştuğu mesafe bu kadar. “Guguk Kuşu” ise Holivud veya başka bir ekolün kurallarını, yaklaşımını hiç umursamayan, farklı anlatım biçimlerini kendi kişisel tarzı haline dönüştürmüş bir gerçek yaratıcının, bir büyük yönetmenin işi. O filmdeki adeta içten içe fokurdayan çılgın enerjinin varlığı ancak Forman adıyla açıklanabilir (Sonuçta hayli trajik bir hikaye anlatsa da mesela “Amadeus”ta da vardır aynı enerji). Belki bunun kökenini de –“Goya's Ghosts / Goya'nın Hayaletleri” yazısında bahsettiğim- yaşam öyküsünde bulmak olası. Nazi ve Sovyet işgallerini görmüş o ömür, o her şeye rağmen yaşama dürtüsü ve özgürlük aşkı, “Guguk Kuşu”na damgasını vurmuş. “Aklım Karıştı”nın bu anlamdaki yetersizliği çok belirgin ve filmin en zayıf yönü de bu.
Haksızlık etmeyeyim: Tek zayıf yönü bu…
       
Ödülleri:
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oskar ve Altın Küre (Jolie)
Ayrıca 3 ödül ve 8 adaylık

Meraklısına:
Filme kaynaklık eden kitabın ismi Johannes Vermeer’in bir tablosunun adından esinlenmiş: "Girl Interrupted at her Music".

Açık Gazete, 20 Ocak 2011

Girl, Interrupted / Aklım Karıştı
Yönetmen: James Mangold
Senaryo: James Mangold, Lisa Loomer, Anna Hamilton Phelan (Susanna Kaysen'in aynı adlı kitabından)
Yapımcılar: Cathy Konrad, Winona Ryder, Douglas Wick
Oyuncular: Winona Ryder (Susanna Kaysen), Angelina Jolie (Lisa Rowe), Whoopi Goldberg (Valerie Owens), Brittany Murphy (Daisy Randone), Clea DuVall (Georgina Tuskin), Elisabeth Moss (Polly Clark), Vanessa Redgrave (Dr. Sonia Wick), Jared Leto (Toby Jacobs)
1999 ABD, Almanya ortak yapımı, 127 dakika
DVDfirması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment

16 Ekim 2016 Pazar

Stranger Things

Dizinin yaratıcılarının esin kaynakları bir hayli fazla, fakat zaten hiçbirini gizlemiyor, aksine çok sayıda gönderme ile selamlıyorlar. En çok ilgilendikleri kaynak ise bir zamanlar çok sevilen Stephen King romanları ve onlardan uyarlanan filmler…

Tamer Baran

IMDb: 9.0
Manalı Filmler: 9,5

Bu dönemin başka sevilen dizileri gibi “Stranger Things” de harika bir fikir üzerine kurulu: 1970 ve 80’lerin sevilen bazı filmlerinin tema ve atmosferini küçük ekrana taşımak, seyirciyi (en azından belli türde filmlere bayılanları) o döneme götürmek…

Dizinin yaratıcılarının esin kaynakları bir hayli fazla, fakat zaten hiçbirini gizlemiyor, aksine çok sayıda gönderme ile selamlıyorlar. En çok ilgilendikleri kaynak ise bir zamanlar çok sevilen Stephen King romanları ve onlardan uyarlanan filmler… Onun pek çok romanında rastladığımız türde karakterler, küçük kasaba yapısı, boşanmış aileler ve tabii ki telekinezi, telepati, CIA’in gizli deneyleri gibi temalar burada da var (Diziyi izlerken özellikle “Firestarter / Tepki” ve “Stand by Me / Benimle Kal”ı anımsadım. Ayrıca: Morg görevlisi “Kujo” romanını okuyor, 6. bölümde bir karakter yaşanılanları King romanlarına benzetiyor vs.)  

“Evil Dead / Kötü Ruh” esini sadece Jonathan’ın odasındaki posterden değil, bazı sahnelerin/buluşların tıpatıp benzemesinden de anlaşılıyor. Şerif Jim Hopper’ın adı ise “Predator” filminden geliyor. “The Thing / Şey” filminin afişi de birkaç kez görünüyor. Ki zaten filmin müzikleri Carpenter’ın çalışmalarını çok andırıyor.

Arkadaşım Kaan Ege’nin belirttiği gibi Spielberg filmleri bir başka önemli kaynak. Örneğin Hawkins ilçesinin güvenlik teşkilatı aynen “Jaws” filmindeki gibi giyiniyorlar. Fakat Spielberg bağlantısı daha geniş: Duffer Kardeşler’in başta “E. T.” Ve “Jurassic Park” olmak üzere, özellikle çocukların başrolde olduğu Spielberg filmlerini çok iyi etüt ettikleri belli.

Dizinin bu kadar beğenilmesini sadece atmosfer ve temalarına bağlamak tabii ki haksızlık olur. Başta David Harbour olmak üzere hemen tüm oyuncular (özellikle çocuklar) çok başarılı, reji ana akım sinemanın parlak bir örneği, teknik kalite ise çok üst seviyelerde…

Meraklısına:
IMDb’nin bildirdiğine göre The Duffer Brothers, King’in “It / O” romanını tekrar uyarlamak istemişler, reddedilince bu diziye çalışmaya başlamışlar.

3. bölümde, Şef Hopper kütüphanede araştırma yaparken MKULTRA projesinden söz ediliyor ki bu isim, CIA’in telekinezi vb zihin kontrolü araştırmalarını konu alan projenin gerçek adıymış.

Nancy karakterinin kostümü, saçı vs “Nightmare on Elm Street / Elm Sokağında Kâbus” filmindeki karakterle aynı imiş ki oradaki kızın adı da Nancy.

Stranger Things

Yaratıcılar: Duffer Kardeşler
Oyuncular: Winona Ryder (Joyce), David Harbour (Jim Hopper), Dacre Montgomery (Billy), Finn Wolfhard (Mike), Millie Bobby Brown (Eleven/Onbir)
2016 ABD yapımı, 55 dakika, ilk sezon: 8 bölüm.


14 Mayıs 2016 Cumartesi

Enayi

IMDb: 8.0

Metascore: %83

Manalı Filmler: 9.0
Yuriy Bykov, nakavt yumruğu sertliğinde bir filmle seyircinin karşısında. Üstelik o Rusya’dan söz ediyor ama bu işler gelişmemiş diğer bölgelerde, örneğin ülkemizde de aynı çirkinlikte yaşanıyor. Bunu bilmek filmi hazmetmeyi zorlaştırıyor ama öte yandan Bykov’a hayranlığımızı da artırıyor.

Tamer Baran

Sanki Dostoyevski tekrar Rusya’da enkarne olmaya karar vermiş, ama bu kez edebiyatla değil, sinemayla uğraşmayı tercih etmiş.

Bykov’u büyük ustaya benzetmemin tek nedeni bu filmin adının ve ana karakterinin ünlü “Budala” romanını çağrıştırması değil. Bundan bir önceki filmi “Komiser / The Mayor” gibi “Enayi” de bir romanından uyarlandığını sanabileceğiniz kadar Dostoyevski temalarıyla yüklü. “Ezilenler”deki yoksul, cahil insanlar, “Suç VeCeza”daki ahlaksızlık üzerine servet biriktirenler vs, hepsi var bu filmde.

Komiser” bir günde geçiyordu, “Enayi” ise tüm bir geceye yayılıyor. İlkinde devlet içi yozlaşma gündemdeydi, bu kez “kötüler” küçük bir kasabanın belediyesindeki üst düzey yöneticiler. Daha önce o sorunlu binanın tadilatı için ayrılan bütçeyi cebine atan Fedotov ve onun bu yaptığına göz yuman arkadaşları, hatta bizzat Başkan… Çünkü tüm bu yöneticilerin ortak özellikleri var: O döküntü binalarda yaşayan yoksulları zerre umursamıyorlar ve “gemisini kurtaran kaptan” anlayışıyla hareket ediyorlar. Artık iyice de yüzgöz olmuşlar, örneğin Fedotov, hastane yöneticisine: “Allah beni senin ameliyat masana düşürmesin, böbreğimi çıkarır, birilerine satarsın” diyebiliyor, muhatabı ise sakin sakin votka içmeye devam ediyor… Filmin ana karakteri tesisatçı Dima’nın tesadüfen keşfettiği dev çatlak, onun iddia ettiği gibi 9 katlı binayı yıkar ve orada kalan 820 kişinin ölümüne neden olursa tüm bu yöneticilerin hayatı mahvolacak. O nedenle harekete geçmek zorunda kalıyorlar. Çözüm arayışları aralarından birilerinin namlu önüne atılmasına kadar varıyor…

Sözün kısası: Bir kez daha Yuriy Bykov, nakavt yumruğu sertliğinde bir filmle seyircinin karşısında. Üstelik o Rusya’dan söz ediyor ama bu işler gelişmemiş diğer bölgelerde, örneğin ülkemizde de aynı çirkinlikte yaşanıyor. Bunu bilmek filmi hazmetmeyi zorlaştırıyor ama öte yandan Bykov’a hayranlığımızı da artırıyor.

34. İstanbul Film Festivali'nde gösterilen filmin 15 ödül ve 10 adaylığı bulunuyor.

Seçme replikler:
Fedotov: "Bütçe verdiklerinde inşa edecektin. Ama sen çok açgözlüydün!"
Belediye Başkanı: "Paranın yarısını bölge yönetimine yediriyorum! Yarısını! Parlamentodaki herkes anca tatil yapıyor! Arabaları, apartmanları, yazlıkları, altınlarla süslü karıları var. Onlara karşı gelecek olursan bir kuruş bile vermezler. (...) Hâl böyle olunca nasıl hayatta kalıp çocuklarımı yetiştireceğim? Sürekli stres altındayım. 90'lı yıllarda diken üstündeydim. Ki hâlâ öyleyim. Bir şey olduğunda suçlu ben oluyorum. Vergi, askerî, seçim planlarını ben veririm. Yarın beni hapse de tıkabilirler, kafamı da okşayabilirler. Normal bir insan gibi yaşamak istiyorum!"

Belediye Başkanı (Hastane yöneticisine): “Sen ise yakında herkesi seninle birlikte
soğuk algınlığından öldüreceksin. Tentürdiyot falan filan, ne var ne yok çalıyorsun! Hastane için yeni malzemeler aldım ama sen yarısını sattın. Kim bilir kime sattın. Yardım etmeseydim, insanlar şifalı bitkilerle tedavi olurdu.”

Polis şefi: “Ben Rus'um. Kendimi rüşvet almaktan alıkoyamıyorum.”
Fedotov: “Sen başka bir dünyadan mı geldin? Başka biri olsa umursamaz ve evine uyumaya giderdi. Ne diye umurunda ki?”
Dima: “İnsan olduklarından.”
Fedotov: “Ne insanı be? Onlar pislik! Çöpler! Belki de orada gebermeleri en iyisi.”
Dima: “Çocukların da mı?”
Fedotov: “Ot içip, çatılarda birbiriyle oynaşan aşağılık çocuklar mı? Büyüyünce ne olacaklar? Büyüyünce ne halt olacaklarını bana söylesene!”

Durak / The Fool / Enayi
Senaryo ve yönetim: Yuriy Bykov        
Oyuncular: Artyom Bystrov (Dima Nikitin), Natalya Surkova (Başkan Nina Galaganova), Yuriy Tsurilo (Bogachyov), Boris Nevzorov (Fedotov)
Yapımcı: Aleksey Uchitel
2014 Rusya yapımı, 116 dakika


22 Şubat 2016 Pazartesi

"Dispara": Ardından kısa ve şahane bir özgürlük gelir

Şiddet uygulayan da, şiddet gören de birer “nesne” olarak değil, birer “insan” olarak belirir perdede. Zaten “Dispara”nın, şiddet filmi gibi görünen biçiminin ardında, şiddet filmlerine tümüyle ters bir yapısı vardır

Tamer Baran

IMDb: 6.2
Manalı Filmler: 9

Helikopterle çekilmiş Madrid görüntüleriyle açılır film. Kafesinde serbest bırakılmayı bekleyen kocaman bir hayvan gibidir kent; hareketin ve şiddetin uğultusu doldurur kulaklarımızı.

Kadın ve erkeği ilk sahnede birlikte görürüz. İkisi de en iyi bildikleri, varlıklarını tanımlayan işi yapmaktadır: Anna ateş etmekte, Marcos da seyretmektedir…

Tanıştıkları dakikalarda Marcos’ın ısrarlı röportaj yapma önerisine kendinden giz vermekten korkan bir tavırla kaçamak yanıtlar verir Anna. İçinde gizli ama her an açığa çıkabilir bir güç olduğunu hissederiz. Kendine güveni tamdır ve hiç bir şeyi umursamayan bir havası vardır. Marcos şaşkınlıkla, ender bulunan bir sanatsal güzelliği seyreder gibi seyreder onu. Aynı sahnede Anna’nın gazete okumadığını, televizyon seyretmeyi sevmediğini de öğreniriz. 

Ertesi gün kaçta buluşabilecekleri sorusuna ağzını yırtıcı bir hayvan gibi kocaman açarak yanıt verir Anna. İçindeki kaplanı ilk görüşümüzdür bu.

Marcos evinde sirkle ilgili yazısını yazarken daha ikinci cümlede söz Anna’ya gelir. Bir yerde Anna’yı Buffalo Bill’e benzetir, sonra hemen siler bu sözcükleri. Çünkü Anna Buffalo Bill gibi bir kahraman değildir; atıcılığı sonradan geliştirilmiş bir üstünlük değil, doğal bir alışkanlık, adeta bir güdüdür.

Sirkte buluştuklarında Marcos’un söyleşi yapma çabası Anna’nın yalanlardan oluşturduğu duvara çarpar önce. Daha fazla gücü yoktur Marcos’un, söyleşi yapmaktan vazgeçer (Marcos’un ilk zorlukla karşılaştığında mücadele etmek yerine vazgeçmeyi yeğlediğini filmin sonraki bölümlerinde de görürüz). Ödün Anna’dan gelir o noktada, belki de Marcos’a acıdığı için yaşamını anlatmaya başlar.

Aşk
İlk kez o sahnede hissederiz aralarındaki elektriklenmeyi. Sözcük aralarında uzun boşluklar bırakmakta, bakışları dudaklara, gözlere takılıp kalmaktadır. Anna’nın ateş etmekle ilişkisini daha somut çizer bu sahne. İkisi arasındaki ayrımı da: Tüfek Anna’nın vücudunun bir uzantısıdır sanki, Marcos ise tipik bir aydın tavrı içindedir, ateşli silahlardan nefret ettiğini söyler.

Alışılagelmiş kadınsı özellikler erkekte, erkeksi özellikler ise kadındadır. Bir sonraki sahnede Marcos’un tüm nefretine karşın ateş etmeyi kabul ettiğini görürüz. Anna’nın anlattıklarını dinler, ondan “Dispara!” (Ateş et!) komutunu alınca basar tetiğe, kutuları vurmaya çalışır. Ateş etmekten hoşlanmaya başlamıştır ama yazık ki çok beceriksizdir, hep ıskalar. Anna ateş edecekken, bahse girmek söz konusu olduğunda Marcos çocukça bir beceriksizlikle şekillenen ilk somut adımı atar: “Tümünü vurursan bana bir öpücük verirsin.” Anna’nın bu öneriyi reddederken gülüp geçen tavrında artık gizlemeye gerek görmediği bir arzu yatmaktadır.

Marcos gazetede bir konser için Barselona’ya gitmesi gerektiğini öğrenir. Bu kötü haberin ardından Anna’ya ait fotoğraflar ulaşır eline. Resimlere uzun uzun bakışında işini ciddiye almanın çok ötesinde bir duygunun etkili olduğu çok açıktır. Zaten filmin şarkısı da ilk kez bu sahnede çalar. Anna’nın fotoğrafları üzerine duygusal bir melodi düşer: “Amore, amore, amore / Amore mio”.

Marcos arabada giderken cadde kenarındaki binaların görüntülerinin ön cama yansıması filmin temasına ilişkin bir ipucunu barındırır: Metropolün birey üzerindeki baskısı…

Marcos fotoğrafları göstermek için Anna’ya gittiğinde güler yüzle karşılanır. Artık ikisi için de her şey çok açıktır; aşk eşikte beklemektedir. Bu öylesine açık bir gerçektir ki Anna, süren bir ilişkide olabilecek bir biçimde, birkaç gün içinde ülkeyi terk edeceklerini söyler Marcos’a. Başlaması an meselesi olan bir ilişki söz konusudur ve Anna henüz başlamadan uyarmaktadır Marcos’u.

Fotoğraflara bakarlar birlikte. Anna birini alıp günlüğünün arasına koyar, bir diğerini Marcos için imzalar: “Spara che ti passa” (Ateş et ki geçsin). Marcos izin alıp televizyonu kapatır, derin bir nefes alır ses kesilince. Fotoğraflar ve yazıdan bahsederler.

Ve birinin bir adım daha atması gereken o an gelir. İlişkinin görünen yüzüne ait her şey konuşulmuş, bitmiştir. Görünmeyen tarafına, çizginin ötesine geçilemezse başlamadan bitecektir aşkları. Marcos her zamanki edilgen tavrını sürdürüp “Ben artık kalkayım” derken Anna aralarında yaşanan şeyin birkaç günlük sıradan bir romantizm, anımsandıkça kaçırılan fırsata iç geçirilecek bir küçük anı olarak kalmasına izin vermez, Marcos’u yemeğe davet eder.

Özel bir gecesidir sirkin, çalışanlardan ikisinin nişanlanmaları kutlanmaktadır. Anna ve Marcos da spagetti yiyip şarap içer, nişanlılara “Öp!.. Öp!..” tezahüratı yaparlar. Nişanlıları kutlayan konuşmayı yapan cüce kadın masalarına gelir ve iki cümleyle yalnız Marcos’u değil, biz seyircileri de uyarır: “Dikkat et, tehlikeli bir kadındır. Yaramazlık yaparsan… Bum!”

O geceki nişandan hareketle sirk insanlarının duygusal yaşamlarından söz ederler. Anna sirkte çalışan birinin yalnızca sirkten biriyle evlenebileceğini anlatır Marcos’a. “Yoksa” der, “ya sen sirki bırakırsın ya da onlar seni.” Anna’nın sirke bağlılığını, başka tür bir yaşam sürdüremeyeceğini öğrenmişizdir artık; bu cümleler aşklarının olanaksızlığının altını bir kez daha çizer. Marcos yanıt vermek yerine lafı Anna’ya getirir: “Ya sen?” Anna önce Marcos’un hiç söyleyemediği tipten bir cümleyle “Senden hoşlanıyorum” mesajını bir kez daha geçirir: “Gözlüksüz daha yakışıklısın” ve ardından hep düşlediği yaşamı anlatır: Milyoner bir eş, teraslı bir ev, kuğular ve on çocuk… Kendisini korumasını sağlayan duvarların ötesinde göründüğünden bambaşka bir kadının olduğunu bir kez daha anlarız: Çoğu “normal” kadın gibi aile kurmaktan söz etmektedir. Çoğu kadın gibi duyarlı ve duygusaldır; zengin iç dünyasını kalın perdelerle kapalı tutar ama perde aralandıkça ateşli silahlara hiç uymayan bir ruh görünür…

Marcos dans etmeyi de bilmemektedir. Anna’nın önerisini geri çevirir, ama tabii kadının ellerinden tutup onu piste sürüklemesini de engelleyemez. Geleneksel kadın-erkek rolleri bir kez daha ters yüz edilmiştir.

Filmin en güzel bölümlerinden birini izleriz: Pistte birbirlerine sarılmış, kâh duran, kâh dönen iki vücut… Belli ki dans etmek değildir önemli olan, “temas” önemlidir: İlk yakınlaşma, iki vücudun birbirine değmesi, ruhların yakınlığı… Anna bir adım daha atar, Marcos’un gözlüğünü çıkarır. Şarkının bitmesiyle durur, müziğin yeniden başladığını da fark etmezler. Yeni bir aşka başlamanın tüm karmaşık duygularıyla; heyecan, kaygı, korku, arzu ve mutlulukla öpüşürler…

Çok iyi kotarılmış bu “ilişkiye başlama” planını, bir sevişme sonrası sahnesi izler. Erotizmi verme gibi bir kaygısı yoktur Saura’nın; ilk sevişmenin coşkusu biraz yatıştıktan, sevgililer arasındaki yakınlık perçinleştikten sonra açar sahneyi. Yatakta gülüşmektedirler. Hayatta en çok bilgiye değer veren Marcos, Anna hakkında bir şey bilmediğinden yakınır. Anna içinse bilgi değil duygu önemlidir, laf olsun diye sorar Marcos’un ilk sevgilisini. Sonra gideceklerini tekrar söyler. Marcos’un “Ardından gelirim” cümlesi basmakalıp kaçar, kadının “Ya Rusya’ya gidersem?” sorusu parçalar bu sıradanlığı. Marcos’un yanıtı edilgen tarafını vurgular: “Ağlarım”. Ardından “Cehenneme bile gitsen ardından gelirim” der. Anna’nın Marcos’a sarılışında anaç, kadınca bir sevgi gizlidir; erkeğin söylediğini yapamayacağını biliyormuş, onu anlıyormuş, onu bu haliyle de seviyor ve şefkat duyuyormuş gibidir.

Sabah 24 saat sonra buluşmak üzere ayrılırlar. Anna’nın karavanı önündeki ayrılık sahnesi, ikisinin de belki de hayatlarının aşkını bulduklarını bildiklerini düşündürür.

Farklı kişilikler
Buraya kadar olan tüm sahnelerle her iki kişiliği de tanımış oluruz. Anna genelde içine kapanık, savunma mekanizmaları güçlü, çevresine yüksek duvarlar ören, hırçın, giderek yırtıcı olabilen, ama aslında nahif -Marcos’un daha sonra söyleyeceği gibi- duyarlı, sevgiye tutkun, yaşamına duyguları yön veren, yaşamını sevginin akışına bırakabilen biridir. Marcos ise aklının rehberliğini izleyen, duygularını gizleme eğiliminde olan, girdi çıktısını bilemediği yaşama karşı korkusunu çevresine mesafe koyarak gizlemeye çalışan edilgen biri, bir entelektüeldir. İkisinin de yaşamla ilişkilerinde bir sorun vardır: Anna “çılgın kalabalıktan uzak”, kendi köşesinde yaşamaktadır, Marcos ise yaşamın ortasında olduğu halde içine girmektense izlemeyi yeğlemektedir. Bu yüzden meslekleri çok uyar kişiliklerine. Anna sirkte büyücek bir ailenin içinde yaşamaktadır; dünyadan, yaşamdan kopuktur, sıradışı bir kimlik olduğu için istese de katılamaz yaşama, toplumdan kabul görmez. Marcos ise gazetecilik yapmakta, yani dünyayı, olup bitenleri gözleyip yazıya dökmekte, bu uğraş aracılığıyla yaşamı tanımaya çalışmaktadır.

Filmin sonraki bölümünde ikisini de kaba hatlarıyla özetlediğim kişiliklerine son derece uygun davranışlar içinde görürüz. Senaryo yazarları ana kişilikleri mükemmel çizmiş, davranışlarının yeni renklerinin ana tabloya uygun olmasını sağlamış, bu başarılarını da sonuna kadar götürmeyi becermişlerdir çünkü.

Sabah ayrılmalarının üzerinden henüz birkaç saat geçmişken yaşamın ve şiddetin gölgesi vurur üzerlerine. Sirke dışarıdan gelebilecek hemen tek kişi olan bir tamirci delikanlı (Mario), Anna’yı çok beğenmiş, bakıp durmaktadır. Anna Marcos’la telefonda konuşurken de oradadır. Marcos’un “Seni seviyorum” sözünü yanıtsız bırakır Anna; Mario’nun tehditkâr bakışlarından mı rahatsız olmuştur, yoksa bu sözü çok erken mi bulmaktadır? 

Tecavüz
Mario ve iş arkadaşları Anna’yı gösterisinin ardından sıkıştırmaya çalışırken elae başları Mario’yu daha iyi gözlemleme şansını yakalarız: Siyah deri montu, daracık pantolonuyla modern bir kabadayı tavırlarındadır. Bütün davranışlarının erkeksi, giderek maço bir kimlikle belirlendiğini görürüz. Türkiye’de de sıkça rastladığımız kimi gençler gibi, ABD kökenli isyankâr kültürden etkilenmiş biridir Mario.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken üç tamirci genci taşıyan iki motosiklet sirke gelir. Anna karavanındadır, televizyonda eski bir aşk filmi izlemektedir. İki sevgili birbirlerini ne kadar sevdiklerinden söz eder, öpüşürler. “Dispara”da ilk kez yakın planda bir televizyonun göründüğü bu planın bizi ilgilendiren kısmı filmdeki kadının adama “Sen yanımda olduğun sürece hiçbir şeyden korkmam” demesidir. Marcos ise uzaktadır…

“Kim o?” sorusuna “Benim” yanıtını alan Anna gelenin Marcos olduğunu sanıp kapıyı açar. Gençler içeri girer, kadını yakalayıp yatağa atar, soyarlar. Biri televizyonda gürültülü bir şeyler aramaya başlar. Tecavüze uğrayan Anna’nın görüntülerine koşut kurgulanmış TV görüntülerini izlemeye başlarız: Acı içinde bir çocuk yüzü, Başbakan Felipe Gonzales, cinsel çağrışımları yüksek bir reklam, tecavüzcü gençler gibi giyinmiş bir Rock grubu… Sonuçta Anna hayli yüksek sesle çalınan Rock müzik eşliğinde tecavüze uğrar. Üçüncü çocuğun duraksaması üzerine arkadaşının “Hadi ne bekliyorsun; bütün bunlar bir oyun” demesi ilginçtir. Bu sözü duyunca Anna çocuğun cinsel organına tekme atar. Şiddet şiddeti doğurur: Mario kadını biraz hırpaladıktan sonra ortalığı dağıtır ve elinde bir şişeyle yatakta çıplak yatmakta olan Anna’ya yaklaşır...

Sonraki planda Anna’nın yataktaki görüntüsü kaplar perdeyi: Çarşaflara sarınmış titremektedir, yüzünde ve omuzlarında yaralar vardır.

Uğradığı tecavüz, fiziksel şiddetin ötesinde, yaşamını alt üst eden bir darbe niteliğindedir. Anna’nın yaşamı tecavüz öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmüştür ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bilinçdışı bir davranışla içeri girip tüfeğini alır. Karşılaştığı zorbalığa kendi bildiği dilde yanıt verecek, tek bildiği “kendini açıklama biçimi”ne başvuracaktır.

İntikam
Gençlerin çalıştığı tamirhanenin önünde beklemektedir Anna. Önce Patronun, ardından gençlerin geldiklerini görünce tüfeğini doldurup iner arabadan. Dükkanın içinden yaklaşmasını izleriz. Daracık pantolonu, uzun montu, çizmeleri, dağınık saçları ve tüfeğiyle yüzlerce filmden ezbere bildiğimiz bir görüntüyü, Cobra, Rambo, Terminator gibi “yokedici”lerin görüntüsünü çağrıştırmaktadır bu haliyle. Bellidir ki Saura, o tür şiddet filmlerine açık bir gönderme yapmaktadır bu planda. Kameraya yaklaştığında onların robot gibi dik yürüyüşlerinin aksine Anna’nın yürüyüşünün biraz yorgun ve kırık olduğunu gözlemleriz; “yokedici”lerle arasındaki kişilik ve ruh hali farkını yürüyüşü gösterir.

Yine şiddet filmlerinden bildiğimiz sinemasal anlatım biçimleriyle çekilmiş planlarla Anna’nın iki genci öldürüşünü görürüz. Mario’ya yaklaştığında çocuğun adını haykırır, ardından ateş eder. Her zaman 12’den vuran Anna bu kez ıska geçmiş, Mario’yu omzundan yaralayabilmiştir. Çocuk kaçmaya başlar, Anna bir el daha ateş edip yine ıskalar, üçüncü atışında Mario’yu sırtından vurmayı başarır. Silah sesini duyup yukarıdaki bürosundan bakan Patronla birlikte izleriz biz de: Anna çağdaş bir yokedici gibi gelir, yerde sürünen, ölmek üzere olan Mario’nun yanından ağır adımlarla geçin gider. Üçünü de soğukkanlılıkla, dikkatle vurmuş, bir an bile duraksamamıştır. O ana kadar Anna’yı yönlendiren “öldürme” değil, çok iyi bildiği “ateş etme” güdüsüdür (“Ateş et ki geçsin.”). Üç insanı öldürdüğünün tam olarak bilincinde değildir henüz.

Anna bir kafeteryaya girer, temizlenir, Marcos’a telefon açar. Tele sekreterle karşılaşınca ne yapacağını bilemez, “Korkunçtu… Çok korkunçtu” der ağlayarak, telefonu kapatır. O sırada televizyonda sabahki cinayetin haberi verilmektedir. Spiker çocukların cesetlerinin görüntüsü üzerine haberleri okurken “Cinayetin sebebi bilinmemektedir. Uyuşturucu çeteleri arasındaki bir hesaplaşma olduğu sanılmaktadır. Terör olasılığı da göz ardı edilmemektedir” der. Vurgu açıktır: Nedeni tespit edilemeyen cinayetlerin yüksek sayıda olasılıklarının olabildiği günlerde ve bir metropolde geçmektedir hikaye. Ardından Patron çıkıp tanık olduğu kadarıyla olayı anlatır. Bunlar olurken Anna dalmış, cinayetleri düşünmektedir, Patronun söylediklerini duymaz. Cinayetler geriye dönüşlerle tekrar verilirken Anna’nın yaptığı işin korkunçluğunu ilk kez fark ettiğini anlarız. Bu duygu içindeyken çevresindeki her şeyle ilgisini kesmiştir. Belli ki Patronun “Üçü de çok iyi, çalışkan çocuklardı” sözü Anna’dan çok bize hitaben konmuştur filme. Ve ardından, Anna kahvesini içerken çocuklardan birinin annesinin, oğlunun resmine sarılmış ağlayan görüntüsü belirir ekranda. Filmin dikkat çekici özelliklerinden biridir bu: Öyküyü yalnızca kahramanının ekseninden anlatırken olup bitenleri çeşitli yönleriyle ele alıp işlemektedir. Şiddet uygulayan da, şiddet gören de birer “nesne” olarak değil, birer “insan” olarak belirir perdede. Zaten “Dispara”nın, şiddet filmi gibi görünen biçiminin ardında, şiddet filmlerine tümüyle ters bir yapısı vardır.

Karavana gelip de Anna’yı bulamayan Marcos sevgilisinin günlüğünü alır, evine gidip beklemeye başlar. Tele sekreterdeki notu dinlerken, raslantıyla TV’de cinayet haberini görür. İçinden gelen bir dürtüyle tamirhaneye gider. Çocuklardan geriye yere tebeşirle çizilmiş şekiller kalmıştır yalnızca. Marcos Patrona Anna’nın imzaladığı resmi gösterip “O muydu?” diye sorunca adam şaşırır, “Bunu bir kadın yapmış olamaz” der. Yazık ki tüm bunları bir kadın yapmıştır; çağdaş toplumda şiddetin alabileceği yer bakımından, gerçekle “halktan biri” olan Patronun kafasındaki imaj arasındaki ayrım dikkat çekicidir; toplumun modern yaşantısı sıradan insanın kafasında kalmış yargıların dışına taşmıştır çoktan.

Gazetede Marcos, Manuel’le konuşurken televizyon şöyle bir görünür. Yine Patron ekrandadır. Bu kez “Önümden geçip gitti. Tüfeğini yere doğrultmuştu. Bir film seyrediyor gibiydim. Uzun dağınık saçları vardı. Bugünlerde gençlerin böyle saçları var” dediğini duyarız. “Uzun saçlar” çağdaş topluma ilişkin eleştirel bir olgu olarak belirirken, “film seyrediyor gibiydim” cümlesi Saura’nın şiddet filmlerinin yaşamımızdaki yeri üzerine kaygı ve eleştirilerini yansıtır.

Ayrılık
Eve gidip beklemeye başlar Marcos. Bu arada Anna’nın ıssız bir yolda arabasını park edip uyumaya başladığını görürüz. Onun hasta, yorgun ve Marcos’un baktığı günlükten görünen neşeli çocukluk görüntüleri üzerine filmin şarkısı bir kez daha düşer. İki sevgili ayrı düşmüşlerdir artık. Birbirlerinin nerede olduğunu ve nasıl ulaşacaklarını bilmemektedirler. Bu ayrılık filmin finaline kadar sürecek; ne kadar güçlü olursa olsun sevgi dış dünyadan gelen etkileri aşamayacaktır.

Antrakt, Sayı: 37, Ekim 94

Dispara / Outrage / İntikam Ateşi
Yönetmen: Carlos Saura
Senaryo: Carlos Saura, Enzo Monteleone(Giorgio Scerbanenco’nun "Spara che ti passa" isimli öyküsünden)
Oyuncular: Francesca Neri (Anna), Antonio Banderas (Marcos), Lali Ramon, Walter Vidarte, Coque Malla, Achero Manas, Rodrigo Valverde
1993 İtalya, İspanya ortak yapımı; 115 dakika
Dağıtımcı firmalar: Umut Sanat Ürünleri, UIP

Gösterim tarihi: 19 Ağustos 1994

22 Ocak 2016 Cuma

Sekizinci Gün

IMDB: 7,6

Rotten Tomatoes: % 67
Manalı Filmler: 9,0

Bugünlerde ülkemizde gösterilen filmler, sinema dünyasının iki önemli merkezi Hollywood ve Avrupa’da süregelen kimi değişiklikleri de gözlemleme olanağı veriyor. “Hollywood ve Öpücüğün Anlamı” başlıklı yazımda açıklamaya çalıştığım gibi, televizyonun yaygınlaşmasından beri gençliğe yönelik filmler yapan ve bu sayede kendini kurtaran Hollywood’un, belli bir daralma sonucu girdiği kriz sürerken, televizyona karşı etkili bir çözüm üretememiş olan Avrupa sineması da farklı yoldan kendini kurtarmaya çalışıyor.

Kuşkusuz Avrupa sineması deyince akla Fransız sineması geliyor. Dünyanın devlet eliyle en çok korunan ülke sineması olduğu için diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi durumda olan Fransız sineması, geçmişten gelen “önemli bir sinema ülkesi” olma özelliğini bir ölçüde sürdürebildi, ama orada da ciddi bir daralma söz konusu. Fransız sineması geçmişte birbirinden güzel örneklerini sunduğu psikolojik filmlerin cangılına sıkışmış, türe hiçbir yenilik getirmeyen yüzlerce filmle yolunu sürdürmüş, belli bir seyirci kitlesinin özellikle uzak durduğu bir kimliğe bürünmüştü. 80’li yılların sonlarından itibaren Fransa’da film yapmaya başlayan Carax, Annaud, Beineix, Besson gibi kimi yönetmenler, ülkelerinin sinema mirası üzerine Hollywood’un temsilcisi olduğu çağdaş bir sinema anlayışını koyabildiler, ilginç filmlere imza attılar.

 “Toto le Heros / Kahraman Toto” isimli ilk filminden tanıdığımız Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael de, adını andığım Fransız meslektaşları gibi, Avrupa yanıyla Amerikalı tarafını filmlerinde birleştirebilen, çok zor yakalanabilen bu sentezi yaşama geçirebilen yönetmenlerden biri. “Kahraman Toto”da bireylerin yaşamlarına ayrıntısıyla giren, insanlar arasındaki ilişkileri temel olarak alan, öyküsünü çok modern bir sinema anlatımıyla aktarırken özellikle hikaye kurgusuyla dikkat çeken Dormael, yeni filmi “Sekizinci Gün”de de aynı yolu izliyor. Üstelik, daha da geliştirdiği sinematografik anlatımıyla, çok daha çarpıcı bir filme imzasını atarak.

 “Sekizinci Gün”ün Avrupalı yanı, modern toplumun kıskacında bunalmış “normal” bir insan olan Harry ile bir mongolyeni, doğayı ve yaşamı olduğu gibi algılayan, sevgiyle çok üst düzey bir ilişki kurabilen bir insan olan Georges’u bir araya getirmiş olmasıyla başlıyor, Georges’un lokantadaki garson tarafından reddedildiği, diskotekte kendisini yere attığı sahnelerle ya da örneğin o unutulmaz final bölümüyle doruğa çıkıyor. Dormael’in anlattığı yalnızca iki insanın özel koşullarda karşılaşmalarıyla başlayan ilişkileri değil, yaman bir modern toplum eleştirisi de film boyunca varlığını hissettiriyor.

Filmin ana temalarından biri başarılı olmak uğruna öğrendiği yaşama biçimini sürdürürken doğadan ve kendi özünden uzaklaşmış bir bireyin, yaşamı öğrenme süreci... Normalde son derece sıkıcı, didaktik bir filme temel oluşturabilecek bu tema, Dormael’in elinde, kıpır kıpır, neşeli, coşkulu bir yapıta dönüşüyor.

Entelektüalizmi koruyarak, bir yandan da keyifle seyredilen bir filme imza atabilmek, popüler olanla elit olanı bu kadar ustalıkla birleştirebilmek için kuşkusuz ki iyi sinemacı olmak gerekiyor. Dormael’in ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğu ise filmlerinin her planından belli. Örneğin “Sekizinci Gün”ün açılışı, son derece şiirsel, inanılmaz deneysel, tek kelimeyle mükemmel bir sekans. Aynı sekansın finalde, küçük değişikliklerle yinelenmesi ve bu sayede yeni anlamlar yaratılması ise olağanüstü çarpıcı.

Dormael temalarını işler, iki ana karakteri arasındaki ilişkiyi sürdürürken, “Kahraman Toto”nun kimi bölümlerindeki gibi hınzırlık yapmaktan da geri durmuyor. Harry’nin yaşamının ne kadar sıkıcı olduğunu anlatırken, aynı planları yinelemesi, Georges’un, kaldığı yurttan kaçtıktan sonra yolu nasıl bulacağı sorununu sevimli ok esprileriyle çözmesi ve en önemlisi mongolyenleri metropolün ortasına salıvermesi, sanatçının sinematografik yeteneklerinin yanında, ne kadar zeki biri olduğunun da kanıtı.

Çoğu Hollywood filminin duygusuz hareketliliğinden ve çoğu Avrupa filminin soğuk didaktizminden uzak durmayı başaran bu film, yapay bir duygusallığın ardından koşan kimi Avrupalı sinemacıların çıkarabileceği derslerle de dolu.

Örnek mi?.. O muhteşem intihar sekansı yetmez mi?..

Antrakt, Sayı: 59, Ekim-Kasım 1996

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı
Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödülü (Daniel Auteuil, Pascal Duquenne)
Ayrıca 5 ödül ve 3 adaylık

Meraklısına:
13 yıl aradan sonra üçüncü uzun metrajı “Mr. Nobody / Bay Hiçkimse” (2009) ile dikkatleri çeken yönetmenin, bu yılki eseri “The New Testament” Belçika’nın Oskar aday adayı idi; dokuzluk listede olmasına rağmen son 5 arasına giremedi. 

Le Huitieme Jour / The Eighth Day / Sekizinci Gün

Senaryo ve yönetim: Jaco Van Dormael
Yapımcı: Philippe Godeau
Oyuncular: Daniel Auteuil (Harry), Pascal Duquenne (Georges), Miou Miou (Julie), Henri Garcin (şirket yöneticisi), Isabelle Sadoyan (Georges’un annesi)
1996 Fransa, Belçika, İngiltere ortak yapımı, 117 dakika.
Gösterim tarihi: 30 Ağustos 1996