Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

17 Kasım 2014 Pazartesi

Hayat Çok Güzel


IMDB: 7,8 
Rotten Tomatoes: % 86 
Manalı Filmler: 9,5

“Hayat Çok Güzel” son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyor, üstelik ana karakterinin trajedisini anlatmakla yetinmeyip diğer insanların (annesi gibi birkaç kişi hariç) onu sevmeye bile yanaşmadıklarını, hatta ona eşya muamelesi yaptıklarını gösteriyor

Tamer Baran
 
1989 yapımı “My Left Foot / Sol Ayağım”, (en büyük 3 ödül de dahil olmak üzere) 5 dalda Oskar'a aday gösterilmiş ve başrol oyuncuları Daniel Day Lewis'le Breanda Flicker'e bu önemli ödülü kazandırmıştı. Tüm dünyada ilgi gören bu film, beyin felci (serebral palsi, SP) hastası Christy Brown'ın gerçek öyküsünü ekranlara taşıyordu.
 
Bu Polonya filmi de gerçek bir SP hastasının iç dünyasına götürüyor bizleri. Çocukluğundan başlayarak iç sesini dinleterek, hayli zeki ve duyarlı biri olduğunu anlamamızı sağlıyor. Aslında bizler gibi, sevinci hüznüyle, geniş imkanları olan, dolu bir hayat sürebilecek Mateusz'un hastalığından kaynaklanan kısıtlamalar onu bir trajedi kahramanı yapmaya yeterli. Seyahat edemiyor örneğin, cinselliği yaşamıyor, tek başına kitap bile okuyamıyor... Fakat bir sorun daha var: Neredeyse yeni binyıla kadar SP hastaları zihinsel özürlü sanıldığı için 30'lu yaşlarına gelene kadar Mateusz bu yaygın yanlıştan payını alıyor, çevresindeki her şeyi aslında anladığını kimseye anlatamıyor. Duyarlı bir doktor sayesinde, özel bir kitap aracılığıyla başka insanlarla iletişim kurabildiğinde ilk kurduğu cümle “Ben bitki değilim” oluyor.
 
Uzun lafın kısası “Hayat Çok Güzel” son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyor, üstelik ana karakterinin trajedisini anlatmakla yetinmeyip diğer insanların (annesi gibi birkaç kişi hariç) onu sevmeye bile yanaşmadıklarını, hatta ona eşya muamelesi yaptıklarını gösteriyor.
 
Bu iç burkan filmi kurarken Maciej Pieprzyca önemli bir karar almış: İç ses aracılığıyla üst düzey bir özdeşleşme sağlarken, Mateusz'un evde ve hastanede yaşadıklarına sadece tanık olmamızı istemiş. Çoğu sahnenin tek bir açıdan çekilmiş olması, filmin etkisini çok artırıyor, işlenen temaların seyirciye ulaşmasını kolaylaştırıyor. Pieprzyca'yı bu zor anlatım biçimini üstün başarıyla uygulayabildiği için kutlamak gerek.
 
Tabii ki ana karakteri canlandıran Ogrodnik başta olmak üzere belli başlı tüm oyuncuları da... Ki onlardan biri, Mateusz'un babasını oynayan Arkadiusz Jakubik, örneğinThe Dark House / Dom Zly”de de izlediğimiz olağanüstü bir yetenek...

Ödülleri:
12 ödül ve 5 adaylık

Meraklısına:
Filmin orijinal ismi “Yaşamak İstiyorum” anlamına geliyor.

Filmin fragmanını izlemek ve seyirci yorumlarını okumak için buraya tıklayınız.

Chce sie zyc / Life Feels Good / Hayat Çok Güzel
Yazan-Yöneten: Maciej Pieprzyca
Oyuncular: Dawid Ogrodnik (Mateusz), Dorota Kolak (Mateusz'un annesi), Arkadiusz Jakubik (Mateusz'un babası), Helena Sujecka (Matylda), Mikolaj Roznerski (Tomek), Kamil Tkacz (çocuk Mateusz)
Yapımcı: Wieslaw Lysakowski
2013 Polonya yapımı, 112 dakika


26 Ekim 2014 Pazar

Meclis


Henüz küresel ölçekte yurttaşları Zhang Yimou veya Chen Kaige kadar ünlü olmasa da beğenilen filmler yönetmiş bir usta olan Xiaogang Feng'in 2007'de çektiği “Ji jie hao”, çok etkileyici bir eser...



Bu filmi izlerken Kurosawa ustanın “Yume / Düşler” filmindeki bir öyküyü hatırladım çünkü “Assembly”nin ana kişisi Yüzbaşı Gu Zidi, “Tünel”deki komutan gibi silah arkadaşlarının ölmüş olmasıyla ilgili vicdan azabı çekiyor. Şehitlerin naaşlarının tam nerede gömülü olduğunu bulursa arkadaşları hak ettikleri onura/madalyaya kavuşacak. Fakat Zidi'nin asıl meselesi bu da değil, düzgün biçimde gömülmezlerse arkadaşlarının ruhlarının huzur bulmayacağına inanıyor. Bu da -Budist inanca göre- tekrar enkarne olacakları zaman sorun çıkaracak.



Sözün kısası bu filmi önemli kılan ilk özelliği, komünist Çin'de yapılmış ama ana karakterini dini inançları olan biri olarak resmetmesi. Dahası var: Filmde olaylar 1948'de geçiyor, yani iç savaş sırasında, yani “düşman” da Çinli.



Bir başka ulusun insanlarını kötü göstermeyen, hedefini doğru belirleyip insanlara değil savaşa karşı duran az sayıda filme denk gelebiliyoruz; kaçırmayın...



Fragmanını izlemek için buraya tıklayınız.


24 Ağustos 2014 Pazar

İnfaz

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: % 90 
Manalı Filmler: 9.5

Tamer Baran

Calvary, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği tepenin adı. Diğer ismi daha yaygın bilinir: Golgotha. Filmin bu adı taşıması çok uygun çünkü ana karakterimiz rahip James aslında Hz. İsa’yı simgeliyor, yazar-yönetmen McDonagh “İsa günümüzde yaşasa ne olurdu?” sorusunu yanıtlamaya çalışıyor.

Fakat “İnfaz” sıkıcı bir dini film değil. Tersine dini eleştiriyor... James’in son haftasında görüştüğü pek çok insanla ilişkisini inceliyor, Rahip’in hiçbirinin derdine derman olamadığını gösteriyor. İnsanlar o kadar tuhaf, toplum öylesine yozlaşmış ki Hıristiyanlığın yapabileceği bir şey kalmamış, demeye getiriyor. Anlayışlı ve iyi kalpli bir din adamının bile elinden bir şey gelmiyor. Aksine o temiz kalpli adam topluma o kadar uyumsuz ki o topluluk onu öldürüyor.

“The General”, “The Guard”, “In Bruges”, “Safe House / Düşmanı Korurken” gibi filmlerden hatırlayabileceğiniz Gleeson yine muhteşem bir oyunculuk çıkarmış. McDonagh’nın rejisi de kusursuz; film sakin, akıcı, hiçbir abartısı, pürüzü yok.

Yine de bu filmin asıl büyüleyici tarafı senaryosu. Usta işi bir yapı, çok akıllıca kurulmuş, ana temalar makul ölçülerde işlenmiş… Cemaatine mensup, yakından tanıdığı birinin günah çıkarma kulübesinde Rahip’e onu öldüreceğini söylemesiyle başlayan film Rahip’in çevresinde ölümün kol gezdiğini gösteriyor: Örneğin yaşlı oyun yazarı elden ayaktan düşmeden kendini öldürmeyi planlıyor. James’in kızı zaten intihara kalkışmış, bileğinde kesikler... Birbirini hiç tanımayan çeşitli kişiler bir nedenle tartışıp birbirlerini vuruyorlar. Hatta Rahip’in köpeği boğazı kesilerek öldürülüyor.

Ki o köpeğin katilinin belirsiz kalması çok şık bir buluş. James’i öldüreceğini söyleyen adam kiliseyi kendisinin yaktığını kabul ediyor, ama köpeğe dokunmadığını belirtiyor. Öyleyse o küçük kasabada, bir katilin bile elini sürmekten kaçındığı bir köpeği gizlice öldürecek denli hasta ruhlu ve Rahip’ten nefret eden başka biri(leri?) de var. Rahip işte böyle bir dünyada yaşıyor ve insanların yaşamlarını iyileştirmeye çalışıyor.

Sözün kısası “Calvary”, önemli meseleleri işleyen, ustaca kotarılmış bir film. İrlanda sinemasından gelen bir pırlanta…

Ödülleri:
5 ödül ve 2 adaylık.

Calvary / İnfaz
Senaryo ve yönetim: John Michael McDonagh
Yapımcılar: Chris Clark, Flora Fernandez-Marengo, James Flynn
Oyuncular: Brendan Gleeson (Rahip James), Chris O'Dowd (Jack Brennan), Kelly Reilly (Fiona Lavelle), Aidan Gillen (Dr. Frank Harte), Dylan Moran (Michael Fitzgerald), M. Emmet Walsh (oyun yazarı)  
2014, İrlanda, İngiltere ortak yapımı, 100 dakika




10 Ağustos 2014 Pazar

Panama Terzisi

Andy karakteri aslında James Bond benzeri kişiliklerin bir karikatüründen başka bir şey değil ve Louisa ile Andy arasında denizde geçen sahne gibi bölümler 007 filmlerindeki benzerleri üzerinde oynanarak kotarılmış

IMDB: 6.1 
Rotten Tomatoes: %77
Manalı Filmler: 8.5

Tamer Baran

İki erkek ucuz bir genelevin bir odasında, yatağın üstünde oturmaktalar. Odadaki televizyonda çekik gözlü kadınların rol aldığı bir porno film oynarken, açık pencereden karşı odada sevişen bir çift görünüyor. Adamlar önemli devlet sırlarından bahsediyorlar; biri bu gizli işleri konuşmak için uygun bir mekan olduğundan orayı seçmiş olsalar da bir genelev yatağında olmaktan mutsuz, öteki kadınlara çok düşkün, konuşurken pornoyu seyretmeyi de ihmal etmiyor. Hatta az sonra uzanıp yatağı titreten mekanizmayı çalıştırıyor, hoplaya zıplaya konuşmayı sürdürüyorlar. Adamlardan Gizli Servis elemanı olanı, diğerine Panama devletinin sırlarına ilişkin sorular soruyor, uydurma üstadı olan beriki, porno filmden ilham alarak yanıtlar veriyor.

Bildiğim kadarıyla hiçbir filmde casusluk ve casuslarla bu kadar alay edilmemişti. Literatürün saygın ismi -1973 tarihli ünlü “Papillon / Kelebek”in yazarı- John Le Carré, casusların dünyasına ve devletler arasındaki ilişkilere gayet hakim; bu kez birikimini heyecanlı ve gerilimli bir casusluk filmi yerine bu alanın çalışanları, bürokratlar ve devlet adamlarıyla alay etmek için kullanıyor. Filmde eleştiri oklarından kurtulabilen neredeyse hiç kimse yok; özellikle her nevi bürokrat, devlet yöneticisi ve diplomat yerden yere vuruluyor. Örneğin baştan beri işini önemseyen, ciddi bir portre çizen İngiliz Konsolosu bile yeri geldiğinde sus payı istemekten çekinmiyor ki Andy ile Konsolos arasında geçen kısacık pazarlık sahnesi filmin en komik bölümlerinden biri.

Aslına bakılırsa epeyce komik olan birkaç sahne daha var: İngiliz ve Amerikalı devlet büyüklerinin Panama meselesini konuştukları toplantıda -“Happiness / Mutluluk” filminde oğlan çocuklarına düşkün aile reisini canlandıran- Dylan Baker’ın oynadığı General Dusenbaker’in gözleri dola dola yaptığı hamasi konuşma ve yine Andy ve Harry’nin rahatça iş konuşabilmek için gittikleri gay barda dans ettikleri bölüm… Zaten film seyircisini katıla katıla güldürmeyi hedeflemiyor, yönetmenin ve Carré’in da aralarında bulunduğu senaristler grubunun hedefi James Bond benzeri casusluk filmlerinin klişeleri üzerine zihin jimnastiği yapmak, seyirciyi o filmlerin şablonları üzerine düşünmeye çağırmak… Tam da bu nedenle casus/kahraman rolüne son yılların James Bond’u Pierce Brosnan seçilmiş. Çünkü Andy karakteri aslında James Bond benzeri kişiliklerin bir karikatüründen başka bir şey değil ve Louisa ile Andy arasında denizde geçen sahne gibi bölümler 007 filmlerindeki benzerleri üzerinde oynanarak kotarılmış. Andy’nin fena halde “ayağa düşmüş” bir Bond olduğunu da söyleyebiliriz; her gördüğü kadına sarkan, arada sırada işi rast gitse de genelde karşılık alamayan, vatan sevgisinden nasibini almamış, görevini cebini şişirmek için kullanan, karşısına çıkan herkese kazık atan, yaptığı planın önünü ardını düşünemeyen ve sonuçta başarıya epeyce tesadüfün yardımıyla erişen bir karakter bu. Oyunculuğuna pek saygı duyulmayan Brosnan’ın karizmatik tavırları ve ifadesiz yüzü bu kez çok işe yaramış, doğrusu kendisi de Andy karakterini ustalıkla oynuyor.

Fakat filmin oyunculuk bakımından asıl yıldızı kuşkusuz Geoffrey Rush. Diğer hemen herkes ya karikatür ya da klişe tiplerken Harry kişiliği filmin tek sağlam karakteri ve Rush bu fırsatı iyi değerlendiriyor, “Shine”dan beri hepimizin bildiği o inanılmaz yeteneğiyle, boyundan büyük işlere kalkışan, naif, iyi niyetli ama beceriksiz terziyi büyük bir rahatlıkla oynuyor. Sanırım Rush gibi bir yetenek oynamasa eskiden kundakçılık yapmış birinin bu kadar naif olabileceğine seyirci inanmazdı. Fakat onda Tanrı vergisi bir yetenek var; dahi bir piyanisti ya da Sade’yi aynı biçimde inandırıcı kılabiliyor. Açıkçası filmi izlenebilir kılan hemen tek unsur da Rush’ın oyunu. Perdede göründüğü ilk andan itibaren seyirciyi esir alıyor ve büyülüyor.

Filmin yeterince etkili olamamasında vasatı aşamayan senaryonun yanı sıra John Boorman’ın da payı var. Bir önceki çalışması “The General / Kod Adı General”de yumuşak bir mizahla yıkıcı eleştiriyi ustalıkla harmanlayan Boorman bu kez pilavın demini tam tutturamamış. Özellikle ilk yarısında filmin atmosferi hiç sağlam değil, hele ilk on dakika seyirci havaya girmekte çok zorlanıyor. Bunda jeneriğin önemli bir bölümünü Harry’nın kumaş biçmesi görüntüsünün üzerinde geçiren Boorman’ın tercihlerinin payı büyük. Pek çok kez başarılı savaş-kavga sahneleri çekmiş bir yönetmenin Marta, Harry ve Mickie arasında geçen, genç kadının yüzünün parçalandığı geriye dönüş sahnesini bu kadar acemice kotarmış olması da inanılır gibi değil.

Senaryonun yarattığı sıkıntılarsa daha da fazla. Öncelikle bir “bakış açısı” sorunu var; adını aldığı karakterin yaşadığı macerayı anlatması gereken film nedense Andy’nin Panama’ya sürgün edilmesiyle başlıyor. Harry karakterini daha renkli kılmaya çalışırken de Terzi’nin Benny Amcasıyla düşsel konuşmalarını vermek gibi filmin genel düzeyini fena halde düşüren bir teknik uygulanıyor. Ünlü oyun yazarı Harold Pinter’ı perdede izlemek hoş bir sürpriz kuşkusuz, fakat bu durum Benny Amca karakterinin fazlalık olmasını engellemiyor. Aynı biçimde Louisa’nın filmin sonlarına doğru kocasını kıskanmaya başlaması da göze batıyor.

Öyle anlaşılıyor ki bu sorunlar filmin uyarlama olmasından kaynaklanıyor. Belli ki Carré romanda hayli geniş bir yapı kurmuş, Louisa ile Harry’nin biraz monoton ama onları mutlu tutan evliliklerinin hoş bir portresini de çizmiş. Diğer bazı şeyler gibi bu portre de zaman darlığı yüzünden senaryoya tam aktarılamamış. Fakat zaten roman ve senaryo çok farklı disiplinler; romanda hoş duran bir şey perdede çok itici olabiliyor, ki bunun tersi de geçerli. Dolayısıyla Benny Amca karakteriyle düşsel konuşmaları olduğu gibi Louisa’nın kıskançlığını da konu dışı bırakmak yoluna gidilebilirdi.

Andy ile Francesca arasında ilk tanıştıkları gün geçen konuşmalarda olduğu gibi yer yer çift anlamlı cümleler kullanarak cinsel göndermelerde bulunan senaryonun bu çabaları da filmi etkileyici kılmaya yetmiyor. Asıl sorun tutturulan hatla ilişkili; ZAZ ekibinin örneğin “Top Secret / Çok Gizli”de yaptığı gibi absürde kaymadan, daha yumuşak bir mizah tutturmaya gayret edildiğinde senaryodaki buluşlar çok daha önemli hale geliyor. Ve maalesef “Panama Terzisi” bu açıdan bakıldığında pek parlak bir performans sergilemiyor.    

Sinema, sayı: 81, Ocak 2002

The Tailor of Panama / Panama Terzisi
Yapımcı ve yönetmen: John Boorman
Senaryo: John Le Carré, Andrew Davies, John Boorman (John Le Carré’in aynı adlı romanından)
Oyuncular: Pierce Brosnan (Andrew Osnard), Geoffrey Rush (Harold Pendel), Jamie Lee Curtis (Louisa Pendel), Leonor Varela (Marta), Brendan Gleeson (Mickie Abraxas), Harold Pinter (Benny Amca), Catherine McCormack (Francesca Deane)
2001 ABD, İrlanda ortak yapımı, 109 dakika
Dağıtımcı firma: WB.
Gösterim tarihi: 30 Kasım 2001

DVD firması: Sony Pictures

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Film Noir

IMDB: 6.8
Manalı Filmler: 8

İki yıl öncesinin olay Fransız filmi “Artist” özellikle sinemasal zeka açısından övülmüştü. Günümüzün teknik ve anlayışıyla, normal bir film olarak çekilse kimsenin yüzüne bakmayacağı eser, yüz yıl evvelinin rüzgarlarını perdede estirerek sinefilleri şaşırtmış ve sevindirmiş, bol da ödül toplamıştı. “Artist”ten daha eski ama, “Film Noir” de aynı mantıkla yapılmış. Günümüzde geçse bile 1940’ların kara filmlerini fazlasıyla anımsatan, bu anlamda gayet sıradan bir hikaye var elimizde: Hafızasını kaybeden adamımız, bir cinayet suçundan kurtulmak için olayı çözmek ve kim olduğunu bulmak zorundadır. Bu süreçte kuşkusuz tuhaf zevkleri olan kötü adamlarla, gizemli kadınlarla karşılaşacak ve çeşitli kereler ölümle yüzleşecektir…

Açıkçası 40’ların mantığına uygun bir dramatik örgü içinde 2000’lerin teknolojisini (cep telefonu, video kamera vs), macera sahnelerini ve silahlarını (füze bile!) görmek zaten ilginç, ama sadece bu özelliği olsa bu filmden söz etmeye zaman ayırmamız gerekmeyecekti. Filmin asıl değerli yönü, bu tür bir senaryonun iki boyutlu animasyon olarak yapılmış olması. Bir artı yön daha: Siyah beyaz olan filmde bazı planlarda sadece belli objeler renkli: Bir arabanın arka farları veya bir kadının ruj ve ojesi gibi…   

Bu yapısıyla filmin görselliği son derece parlak ve tatmin edici; bu görsellik içeriğin de seviyesini yükseltiyor, sonuçta filmi ilgiye değer, ilgiyle izlenebilen bir düzeye çıkarıyor.      

Meraklısına: Filmin fragmanını buradan seyredebilirsiniz.

Film Noir
Yönetmenler: D. Jud Jones, Risto Topaloski
Senaryo: D. Jud Jones
Yapımcılar: Oliver Shiflish, Nikola Zivanovic
Seslendirenler: Mark Keller (Sam), Bettina Devin (Angela, Spriptizci, Bayan Lopes), roger Jackson (Dedektif Riley, Dr. Kaplanski)
2007 ABD, Sırbistan ortak yapımı, 97 dakika.


11 Haziran 2014 Çarşamba

Dongmakgol'e Hoşgeldiniz


IMDB: 7.9 
Rotten Tomatoes: %86
Manalı Filmler: 9.5

2006 Oskarlarına Güney Kore'nin temsilcisi olarak katılan muhteşem film... Öncelikli meselesi: aynı tarih, dil ve kültüre sahip insanların birbirlerine düşman edilmelerinin anlamsızlığı...
Ustalıkla yazılmış senaryo birliklerinden ayrı düşen 2 Güney ve 3 Kuzey Kore askerini aynı köyde buluşturuyor. Köylülerin silahı olmadığı gibi, savaşla ilgili bir fikirleri de yok; ne miğferi tanıyorlar, ne de el bombasını. Haliyle aynı milletten insanların neden düşman olduğunu da anlayamıyorlar. O köylüler ki yakınlarda uçağı düşen Amerikalı pilotu bile alıp bakmış, tedavi etmişlerdir... Savaşmanın anlamsız olduğu bir bölgeye geldiklerini fark eden askerler ilk başta biraz hırlaşsalar da zamanla yan yana yaşamayı öğrenir, hatta dost olurlar...
Bir Ekşi Sözlük kullanıcısı Dongmakgol'u “Şirinler”deki köye benzetmiş; haksız da sayılmaz: Aksi yaşlı kadınlar, çevreye sürekli gülücük atan veya yağmur altında ıslanan yüzünü çorabıyla silen deli, bilge köy lideri ve son derece hoşgörülü, sıcak, konuksever köy halkı... Uğruna savaşarak ölmeyi anında kabul edebileceğiniz bir hayat tarzı ve güzel insanlar...
Esir tutulduğunu sandığı pilotunu kurtarmak için operasyona başlayan Amerikan ordusunun, işte bu köyün bombalanması emrini verdiğini göstererek film, ülkeyi ikiye bölen “asıl düşmanı” da eleştirmiş oluyor.
Gökten patlamış mısır yağdığı, el birliğiyle yaban domuzunu öldürdükleri ve Amerikalılara direndikleri sahneleriyle göz dolduran “Dongmakgol'e Hoşgeldiniz”, çok az çatışma, ama bolca dostluk sahnesine yer veren yapısıyla savaş değil, barış filmi...

Meraklısına:
Filmin müzikleri Takeshi Kitano ve Ghiblie animasyon stüdyosunun filmlerine yapığı bestelerle tanınan Joe Hisaishi'ye ait.

Ülkesinde 8 milyondan fazla bilet satan film, tüm zamanların en çok iş yapan 10. eseri...

Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

Dongmakgol'e Hoşgeldiniz / Welcome to Dongmakgol / Welkkeom tu Dongmakgol
Yönetmen: Kwang-Hyun Park
Senaryo: Joong Kim, Kwang-Hyun Park (Jin Jang'ın oyunundan)
Yapımcılar: Sang-yong Ji, Eun-ha Lee, Euna Lee
Oyuncular: Jae-yeong Jeong (Teğmen Lee), Ha-kyun Shin (Teğmen Pyo), Hye-jeong Kang (Yeo-il), Ha-ryong Lim (Jang), Jae-kyeong Seo (Ordu hastabakıcısı Mun), Deok-Hwan Ryu (Seo), Steve Taschler (Smith)
2005 Güney Kore yapımı, 133 dakika

5 Haziran 2014 Perşembe

Neşeli Gürültü

IMDB: 5,6
Rottentomatoes: %33
Metacritic: %44
Manalı Filmler: 8,5

Tamer Baran


“Les Choristes / Koro” ve “Så som i himmelen / Cennetin Müziği” filmlerinden hoşlandıysanız “Joyful Noise”u da seveceksiniz.
 

Filmin adı ABD'de düzenlenen aynı isimli müzik yarışmasından geliyor. Kilise koroları yarışıyorlar; haliyle şarkıların çoğu Tanrı'ya övgü cinsinden. Fakat böyle anlatıldığında akla gelebileceklerle ilişkisi yok: Eserlerin önemli bölümü yüksek ritmli, enerji dolu, ekran başındaki seyirciyi de dans ettirebilecek cinsten...
 

Uzun yıllardır koroyu yöneten şef (Kristofferson) aniden vefat edince yönetim kurulu karısı G. G.'yi (Porton) değil Vi Rose'u (Latifah) onun yerine getirir. Uzun yıllardır anlaşamayan iki kadın arasında çatışmalar artarken birinin kızı ile diğerinin torunu arasında bir ilişkinin başlaması işleri daha da karıştırır.
 

Kuşkusuz tüm bu çatışmalar, komedi formunda işlenmiş. Zaten pek de önemli değiller; tüm yan hikayeler vasat TV filmlerinde seyrettiğimiz kalitede; tam da bu yüzden müziğin bu kadar üst düzey oluşuna insan şaşırıyor. Özellikle Latifah'nın solo seslendirdiği şarkı, Michael Jackson klasiği “Man in the Mirror” ve yarışmada seslendirdikleri potpuri muhteşem.

Meraklısına:
Filmin “Man in the Mirror” bölümünü buradan izleyebilirsiniz.

Bu filmde kısa rolü olsa da Kris Kristofferson hayli ünlü bir country şarkıcısı ve sinema oyuncusu. "Me and Bobby McGee", "Help Me Make It Through the Night" gibi klasikleri besteleyen sanatçı, Sam Peckinpah'ın “Convoy” ve “Bring Me the Head of Alfredo Garcia / Bana Onun Kellesini Getirin”, Martin Scorsese'nin “Alice Doesn't Live Here Anymore”, Michael Cimino'nun “Heaven's Gate”inin ve En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Küre kazandığı “A Star Is Born / Bir Yıldız Doğuyor”un da aralarında bulunduğu 100'den fazla filmde rol aldı, “Songwriter”daki müzik çalışmasıyla 1984'te Oskar'a aday gösterildi.

“Man in the Mirror” şarkısının sözleri
Hayatımda bir kez olsun 
Bir değişiklik yapacağım
Kendimi iyi hissedeceğim
Bir şeyler değiştireceğim
Her şeyi düzelteceğim
En sevdiğim kışlık ceketimin
Yakasını kaldırırken
Bu rüzgar aklımı dağıtıyor
Sokaktaki çocukları görüyorum
Yiyecek bir şeyleri yok
 Kimim ki ben  onların ihtiyaçlarını görmüyorum?
Yazın kimse aldırmıyor
Kırık bir şise bir kenarda duruyor
Ve tek bir kişinin ruhu
Birbirlerini takip ediyorlar  rüzgara karşı
 Çünkü gidecek bir yerleri yok
 Bu yüzden bilmeni istiyorum
Aynadaki adamla başlıyorum
Huylarını değiştirmesini istiyorum
Ve bu mesaj  daha açık ve net olamaz
 Dünyayı daha güzel bir yer  yapmak istiyorsan eğer
Kendine bir bak  ve kendini değiştir 

Bencil bir sevginin  kurbanı oldum ben
Artık fark etmeliyim ki
Evsiz insanlar da var
 Tek kuruş paraları yok
Acaba ben miyim
Onlar yalnız değil diye düşünen
Hasar görmüş bir söğüt ağacı
Birisinin kırık kalbi
Ve yitirilmiş bir hayal
Rüzgarın rotasını  takip ediyorlar
Çünkü gidecek  başka bir yerleri yok
Bu yüzden kendimle başlıyorum
Aynadaki adamla başlıyorum
Huylarını değiştirmesini istiyorum
Ve bu mesaj  daha açık ve net olamaz
 Dünyayı daha güzel bir yer  yapmak istiyorsan eğer
Kendine bir bak  ve kendini değiştir 

Bu işi doğru yapmalısın
Hala vaktin varken
Çünkü kalbini kapatınca
Aklını da kapatırsın
Aynadaki adamla başlıyorum
Huylarını değiştirmesini istiyorum
Ve bu mesaj  daha açık ve net olamaz
 Dünyayı daha güzel bir yer  yapmak istiyorsan eğer
Kendine bir bak  ve kendini değiştir 

Joyful Noise / Neşeli Gürültü
Senaryo ve yönetim:
Todd Graff
Yapımcılar: Joseph Farrell, Broderick Johnson, Andrew A. Kosove
Müzik: Mervyn Warren
Oyuncular: Queen Latifah (Vi Rose Hill), Dolly Parton (G.G.Sparrow), Keke Palmer (Olivia Hill), Jeremy Jordan (Randy Garrity), Kris Kristofferson (Bernard Sparrow)
2012 ABD yapımı, 118 dakika

2 Haziran 2014 Pazartesi

Chico & Rita


IMDB: 7.2
Rottentomatoes: %86
Metacritic: %76
Manalı Filmler: 9,5

Tamer Baran

Birbirinden güzel Küba şarkılarıyla ve Dizzy Gillespie, Charlie Parker gibi 1940'ların caz devlerinin melodileriyle süslü, yetişkinlere seslenen, harika bir çizgi film...
Chico yetenekli bir caz piyanisti, Rita ise buğulu sesli bir şarkıcı. Bu ikisinin aşkı 1940'larda, Küba'da başlayıp inişli çıkışlı bir yolculuğun ardından 1990'lara, Amerika Birleşik Devletleri'ne, döküntü evlerden, kenar mahallelerden villalara, loş müzikhollerden dünyanın en ünlü konser salonlarına kadar uzanıyor. Karakterlerimiz tipik Latin; yani muhatabını fazla sahiplenen aşırı kıskanç tipler, çoğunlukla bu yüzden bozulan ilişki, birbirlerine karşı hissettikleri tutkunun büyüklüğü sayesinde onarılıyor. Sözün kısası izlediğimiz aşk hikayesi de hayli ilgi çekici...
Fakat filmin asıl güzel tarafı görselliği; o yalın çizgiler, olağanüstü iyi çalışılmış renklerle birleşince çok etkili olmuş. Küba yazının her yanı altın sarısına boyayan deli sıcaklığını veya New York karının soğuğunu hissedebiliyorsunuz izlerken. Bodrum kattaki caz kulüpleri başta olmak üzere, hemen tüm konser mekanlarında da ayrı renk çalışması yapılmış.
Sözün özü: “Chico & Rita”, her şeyiyle keyifli ve başarılı bir film...

Meraklısına:
Filmin senarist ve yönetmenlerinden Fernando Trueba, ülkemizde özellikle “Belle Epoque / Güzellik Çağı” (1992) filmiyle tanınıyor... Bu filmin Oskara aday olmasının ardından önemli birkaç yönetmen daha animasyon film yönettiler: “Chico & Rita”dan bir yol sonra Steven Spielberg “Adventures of Tintin, The / Tenten'in Maceraları”nı, Gore Verbinski “Rango”yu tamamladı. Geçen yıl da ülkemizde özellikle “La Fille sur le port / Köprüdeki Kız” filmiyle tanınan Patrice Leconte “Le Magasin Des Suicides / İntihar Dükkanı” adlı filmi yaptı.

Rango” ile “Chico & Rita” 2012 Oskarlarında yarıştılar, ödül “Rango”ya verildi.

Ödülleri:
En İyi Uzun Metrajlı Animasyon dalında Oskar adaylığı; ayrıca 6 ödül ve dokuz adaylık.

Chico & Rita

Yönetmenler: Tono Errando, Javier Mariscal, Fernando Trueba
Senaryo: Ignacio Martínez de Pisón, Fernando Trueba
Yapımcılar: Santi Errando, Cristina Huete, Martin Pope, Michael Rose
Seslendirenler: Limara Meneses (Rita), Eman Xor Oña (Chico), Mario Guerra (Ramón), Lenny Mandel (Ron)
2010 İspanya-İngiltere ortak yapımı, 94 dakika

7 Nisan 2014 Pazartesi

Uyurgezer



Filmin asıl başarısı, ana karakterlerini, pembe ile siyah, mutlulukla ölüm arasındaki gerilimde tutması… Bir tramplenin değil, usturanın ucunda yaşıyor gibiler, her an -eğlenceli anlamında- en çılgın veya -zararlı anlamında- en delice eylemi gerçekleştirebilirler. Çünkü -James’in dediği gibi- onlar birer “uyurgezer”; hayata ilişkin bilinç seviyeleri o derece düşük
IMDB: 6.3
Rotten Tomatoes: % 43
Manalı Filmler: 8.0


“Sleepwalking”in afişinde yer alan görüntü, filmin en güzel ve en anlamlı sahnesinden: Dayısı James’le, hedefi belirsiz bir yolculuğa çıkan 11 yaşındaki Tara bir motelin havuz başında güneşlenmektedir. 8-9 yaşlarında iki oğlan onu -uzaylı görmüş gibi- izlerken Tara ayağında patenlerle tramplene çıkar, yürüyüp en uçta durur ve kendini giysileriyle (hatta güneş gözlüğüyle) beraber suya bırakır. Havuzun dibinde durur, biraz dans eder ve sudan çıkar.

Sahne sürerken Tara’nın suda eğlenceyle mi, ölümle mi buluşacağını anlayamayız. Çünkü havuzda giysileriyle dans etmesi için de, intihar etmesi için de epeyce nedeni vardır…

Çünkü Tara da, filmin diğer kahramanları gibi çılgınca davranmakla delilik arasında savrulup durur.

“Uyurgezer” filminin asıl başarısı, sadece bu sahnede değil, filmin tümünde ana karakterlerini, pembe ile siyah, mutlulukla ölüm arasındaki gerilimde tutması… Bir tramplenin değil, usturanın ucunda yaşıyor gibiler, her an -eğlenceli anlamında- en çılgın veya -zararlı anlamında- en delice eylemi gerçekleştirebilirler.

Çünkü -James’in dediği gibi- onlar birer “uyurgezer”; sanki yaşamıyor da uyuyorlar sadece, hayata ilişkin bilinç seviyeleri o derece düşük. Ve bunun nedeni kökeni çocukluklarına dayanan karanlık mutsuzluğu bir yağmur bulutu gibi yanlarında gezdirmeleri. Çocukluk travmalarının yarattığı sis gözlerini kör etmiş, neyi neden yaptıklarını, kime güvenip kimden uzak duracaklarını bilemiyorlar. İnsanları tanımakta güçlük çekiyorlar çünkü kendilerini tanıyamıyorlar. Çok yaralılar… Tara’nın annesi Joyleen’in bir gecelik bir ilişkide, karşısındaki adamla oynaşırken “Beni sevdiğini söyle… Laf olsun diye…” demesi, sadece kendisinin değil, tüm ana karakterlerin nasıl bir bataklık içinde debelendiklerini iyi anlatıyor. Sonunda bir uyurgezer gibi yaşamaktan kurtulan James oluyor, iki kardeşin de hayatını cehenneme çevirmiş olan kişiyi, yani babasını öldürerek… Aslında onu esaretten kurtaran şey cinayet değil, kendisini hep ezen babasına karşı çıkmayı başarması… Hayatında ilk kez…

Çok benzer karakterlere, “Margot at the Wedding / Kızkardeşim Evleniyor” filminde de rastladık bu ay. Şu farkla ki: “Margot”, konusundan bekleneceği gibi, omuz kamerası, loş ışık kullanımı, yer yer rahatsız edici planlarla kurulmuş bir filmdi, Bill Maher ise “Uyurgezer”i, tam ters bir yapıda kurmuş: özellikle yol bölümlerinin başlamasından itibaren film, sinematografisi açısından, modern bir ana akım komedi-dram filmi gibi ilerliyor. Günlük güneşlik yollarda, sevimli hayvanlarla dolu bir çiftlikte geçen sahnelerin biçimi ile içeriği arasındaki karşıtlık, seyirciyi tokat yemiş gibi sersemletiyor. Henüz ilk yönetmenlik çalışmasında bu derece ölçülü bir görsel yapı kurması Maher’in yeteneklerinin sağlam bir göstergesi…

Filmin bir başka olumlu yönü ise oyunculuklar: Küçük bir rolde karşımıza çıkan Woody Harrelson’dan bir kez daha kötücül bir karakteri inanılmaz bir yetkinlikle canlandıran Dennis Hopper’a, Charlize Theron’dan efsanevi TV dizisi “Carnivale”in başrol oyuncusu olarak tanınan Nick Stahl’a uzanan, son derece başarılı bir oyuncu kadrosu var. Ama asıl alkışlanması gereken kişi, usta aktörlere rahatça eşlik eden küçük oyuncu AnnaSophia Robb… Genç yetenek, o kadar küçük bir yaşta bu kadar büyük bir mutsuzluğu taşımanın yorgunluğunu, isyan edememenin sıkıntısını mükemmel yansıtmış.

Kariyerini “Batman & Robin”, “X Men” gibi çok yüksek bütçeli Holivud teknoloji harikalarının görsel efekt departmanlarında sürdüren yönetmen Maher ve aslen renk uzmanı olan senarist Zac Stanford’un, önemli insanlık hallerini işleyen bağımsız bir projede bir araya gelmeleri de ayrıca takdire değer.

Tüm bunlara rağmen “Uyurgezer”, başyapıt diyebileceğimiz bir film değil. Filmde bir aksama yok, sadece senaryosu fazla sıradan. Stanford’un samimi olduğu her halinden anlaşılan çalışması, filmi benzerlerinden bir gömlek yukarı çekebilecek bir yetkinlikte değil, ana hikayesinde de, çoğu sahnelerinde de fazlasıyla bir “önceden görmüştük” havası var senaryonun. Örneğin çok benzer temaları işleyen Steve Kloves filmi “Flesh and Bone / Et ve Kemik” karakterleri de derinlemesine ele alıyor ve sonuçta, başta bahsettiğim gerilimi de çok daha iyi işliyordu. Sorunlu oğul rolünde Dennis Quaid, kötü yürekli baba rolünde James Caan unutulmaz performanslar çıkarmışlardı. Bu oyuncu kadrosu ve bu yönetmenle “Uyurgezer”, “Et ve Kemik” kadar “karanlık” veya örneğin (Sally Field’in canlandırdığı ölümcül kanser hastasının ve çocuklarının iki haftasını anlatan) “Two Weeks” kadar komik ve dramatik olamıyorsa bunun tek nedeni senaryosu...

Aslında Stanford işlenmeye çok müsait, çok ilginç bir tema yakalamış: Hayatı uyurgezer gibi yaşamak izleğine daha fazla ağırlık veren bir senaryodan, çok daha güçlü bir film çıkabilirdi.

Fakat neylersiniz, herkes Ingmar Bergman olamıyor maalesef…

Sinema, Eylül 2008

("Çocukluk travmalarının yarattığı sis: Uyurgezer" başlığıyla yayımlandı)

Sleepwalking / Uyurgezer
Yönetmen:
Bill Maher

Senaryo: Zac Stanford
Yapımcılar: A. J. Dix, J. J. Harris, Beth Kono, Rob Merilees, Charlize Theron
Oyuncular: Nick Stahl (James), AnnaSophia Robb (Tara), Charlize Theron (Joleen), Woody Harrelson (Randall), Dennis Hopper (Reedy)
2008 Kanada-ABD ortak yapımı, 101 dakika
Gösterim tarihi: 8 Ağustos 2008 
DVD firması: AS Sanat 

18 Mart 2014 Salı

Dikkat, Şehvet

Hikayenin en trajik tarafı da bu: Gençlerin binbir emek ve harcamayla yürüttükleri komplonun acemiliği, imkansızlığı… Fakat damarlarındaki kanın deli akışı yüzünden gerçeği göremiyor, uğraşmaya devam ediyorlar.  

IMDB: 7,6
Rotten Tomatoes: % 72
Manalı Filmler: 9,5

Tamer Baran


Savaşın en korkunç tarafı kanımca şudur: Sadece cephede yaşanmaz, ordu mensubu olmayanların da evine, hatta uykusuna sızar, sinmekle de kalmaz, ağırlığını koyar, herkesin yüreğini çöle çevirir.
 

Bu filmin benzerlerinden üstünlüğü de bu: Siperlerin dışındaki çarpışmaların, cephede yaşananlardan daha acımasız ve ölümcül olabileceğini gösteriyor.
 

1938 yılında, Japon işgali altındaki Hong Kong’da başlayan film, bir grup üniversiteli tiyatrocuya odaklanıyor. İşgal hükümetinde önemli bir mevkide bulunan Yee’yi öldürmek için onunla yakınlaşıyorlar; aralarından bir genç kız Yee’nin eşiyle ahbap, derken adamın metresi oluyor. Evli bir kadınmış gibi davranan Wong aslında yetenekli bir oyuncu ama bu kez üstlendiği rol boyunu çok aşıyor...
 

Hikayenin en trajik tarafı da bu: Gençlerin binbir emek ve harcamayla yürüttükleri komplonun acemiliği, imkansızlığı… Fakat damarlarındaki kanın deli akışı yüzünden gerçeği göremiyor, uğraşmaya devam ediyorlar. Daha da ilginci Direniş liderleri grubun farkına varıyor ve onlarla ilişkiye geçiyorlar. İki ayrı kadın ajanın başaramadığını Wong’un becermesi bekleniyor.
 

Zor bir iş, bıçak sırtı…
 

Elinden geleni yapıyor Wong. Fazlasını bile yapıyor. Yee ile ilk kez birlikte olduğunda foyası meydana çıkmasın diye grup arkadaşlarından biriyle sevişiyor örneğin, ondan ders alıyor.
 

O sevişme sahnesi filmin kırılma anı, yaşananların, ana karakterlerin hepsini mahvedecek bir girdaba dönüşeceğini o an seziyor seyirci.
 

O sahne, filmin en keskin virajı; o ana kadar eser, idealist, vatansever gençlerin ülkeleri uğruna nasıl savaştıklarını anlatan bir siyasi gerilim iken, yavaş yavaş bir tutku hikayesine dönüşüyor, trajedinin kapısını çalacağını adeta haykırarak.
 

Bu iki yan yana durmaz film türünü birleştirense çoğu izleyicinin gözlerinin faltaşı gibi açılmasına neden olabilecek açıklık ve yoğunluktaki sevişme sahneleri… Nefret ettiği adamla, onunla birlikte olmaya bayılıyormuş gibi davranarak sevişiyor Wong, Yee’yi elinde tutmaya, bir güvenlik boşluğu yakalamaya, arkadaşlarına silaha davranmaları için bir fırsat yaratmaya çalışıyor.
 

Bir yandan da Yee ve Wong birbirlerine bağlanıyorlar.
 

Her yakınlaşma anında daha da tükeniyor Wong, giderek o gerilime dayanamaz hale geliyor…
 

Hikayenin özeti, projenin ortalama bir yönetmen için kabusa dönüşebilecek denli zor olduğunu gösteriyor. Üstelik filmi seyredenlerin önemli bir bölümü, ne olayların geçtiği dönemi biliyor, ne de Çin ve Japon tarihini ve iki kültür arasındaki farkı. Haliyle filmin tüm dünyada rahatlıkla anlaşılabilecek seviyede yapılması gerekiyor. Bunlar yönetmenin işini birkaç misli zorlaştıran etmenler. Fakat Ang Lee –artık- o kadar usta ki, asla aksamayan, hiçbir yönü göze batmayan bir film yapabilmiş.
 

Oya gibi işlemiş her karesini…
 

Bir sahnede Wong, Yee için: “Sadece içime girmekle kalmıyor, bir yılan gibi kalbime de sızıyor” diyor.
 

Bu film de seyircisine aynı şeyi yapıyor.

Ödülleri:
Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adaylığı.
Ayrıca 15 ödül, 25 adaylık.

Meraklısına:
Yee’yi canlandıran Tony Leung, kalbimizde her daim özel bir yeri olan Wong Kar Wai filmlerinin, mesela “In The Mood For Love / Aşk Zamanı” ve “2046”nın da başrolündeydi. Bu filmde de müthiş.
 

Altın Aslan kazanması dolayısıyla Tayvan devleti Ang Lee ve film şirketine ayrı ayrı yaklaşık 300 bin dolar tutarında para ödülü vermiş. Lee ödülü genç yönetmenlerin film çalışmalarına bağışlamış.
 

Yee karakterinde hakim özelliğin “yaralı erkeklik” olduğunu düşünen Ang Lee, Tony Leung’dan üç oyuncunun performanslarını incelemesini istemiş: “Last Tango in Paris / Paris’te Son Tango”daki Marlon Brando, “In a Lonely Place”deki Humphrey Bogart ve “Equus”daki Richard Burton.

Açık Gazete, 4 Kasım 2011

Se, jie / Lust, Caution / Dikkat, Şehvet
Yönetmen: Ang Lee
Senaryo: James Schamus, Hui-Ling Wang (Eileen Chang+ın kısa öyküsünden)
Yapımcılar: William Kong, Ang Lee, David Lee, Doris Tse
Oyuncular: Tony Leung Chiu Wai (Bay Yee), Wei Tang (Wong Chia Chi / Mak Tai Tai), Joan Chen (Yee'nin karısı), Leehom Wang (Kuang Yu Min), Chung Hua Tou (Yaşlı Wu)
2007 Çin, Tayvan, ABD ortak yapımı, 157 dakika
Gösterim tarihi: 2 Kasım 2007
DVD firması: Kanal D

18 Şubat 2014 Salı

Prometheus

Prometheus” teknik açıdan mükemmel, mana bakımındansa durumu vahim… Fakat bu senaristlerin veya Scott’ın kabahati değil, Batı uygarlığının şimdilik yapabileceğinin en iyisi bu. Bir başka deyişle, bir açmazdalar, düşünme biçimlerinden ancak böyle bir hilkat garibesi çıkıyor

IMDB: 7,1
Rotten Tomatoes: % 74
Manalı Filmler: 7,0

Her şey Joseph Campbell’la başladı: Dünyanın neredeyse tüm kadim mitlerini, efsanelerini inceledi, ortak özelliklerini “Kahramanın Yolculuğu” isimli kitabında anlattı.

Bu eserden, popüler filmler yapmak arzusu duyan bazı filmciler de yararlandı, örneğin George Lucas ünlü “Star Wars / Yıldız Savaşları” serisini tasarlarken belli temaları aynen uyarladı, mesela ana karakterinin babasını aramasını sağladı. Çünkü Campbell’ın belirlemelerine göre bu izlek çağlar boyunca insanları etkilemişti, yadsınamaz bir gücü vardı.

Psikologlara göre her insanın hayatında çok önemli iki değer var: Anne şefkati ve baba onayı… Dolayısıyla tüm o eski metinlerdeki babasını bulmaya çalışan, bu uğurda yıllarca yolculuk yapan, serüven yaşayan kahramanlar aslında onaylanmanın peşindeler.

Hıristiyan uygarlığı için “onaylanma ihtiyacı” biyolojik babayla sınırlı değil, daha önemlisi Tanrı’nın kişinin özelliklerini tanıyıp beğenmesi ve doğru biçimde yaşadığını tasdik etmesi… Onlara dinlerinden gelen bir bilgi daha var: Tanrı insanlıktan memnun değil, o nedenle kendi oğlunu dünyaya yolladı (ama insanlar onu çarmıha gerdi).

Bu bilgilere seyircinin bilinçaltına ilişkin birkaç veri daha eklemek lazım: Örneğin tüm –eski usul- serüven filmleri “insanın ruhsal yolculuğunu” simgeler, filmde aslında anlatılan insanoğlunun bu dünya üzerindeki serüvenidir. O tür filmlerdeki karakterlerle kolay özdeşleşiriz, onların durumu bilinçaltımızda “dünyada bulunuş amacımızın Tanrı’yı bulmak olduğu” bilgisiyle örtüşür, bu yüzden çok değerlidir.

Prometheus”u daha iyi anlayabilmek için birkaç küçük ek daha yapmamız lazım.

Ridley Scott’ın bilimkurgu klasiği “Alien / Yaratık” da temelde bir serüven filmidir, fakat uzayda seyahat eden kahramanlar baba-Tanrı yerine korkunç bir yaratıkla karşılaşırlar. Aralarından sadece biri (Ripley adında bir kadın) Yaratık’ı öldürüp sağ kalmayı başarır. Böylece “Yaratık” iki kulvarda manayı derinleştirir: Öncelikle bir tokattır; aya gitmeyi başaran kibirli insanoğluna “ya uzayda kabuslarında bile görmediğin kadar korkunç şeyler varsa?” sorusunu sorar, onu sarsar. Öte yandan, yine bilinçaltımızda, ama bu kez daha derinlerde bir başka karşılığı vardır, şöyle özetlenebilir: Tanrı’yı ararken önce kendi içindeki karanlık tarafla (Yaratık bunu simgeler) çarpışmayı göze almalısın ve bu savaşta içindeki feminen enerji tek gücün olacaktır…

Yaratık” hem aklımıza, hem bilinçaltımıza seslenen ve her iki alan için iki çok güçlü önermesi bulunan bir filmdi. Şahane yazılmış, çekilmiş ve oynanmıştır ama bir klasik olarak anılagelmesini asıl bu mana derinliğine borçludur.

30 küsur yıl önce “Yaratık”ı çeken bir yönetmenin hem sinemasal öğeler, hem de mana derinliğiyle çok daha ileri bir seviyeye çıkması beklenir. Scott’ın elinden geleni yaptığını söylemek mümkün. “Prometheus” teknik açıdan mükemmel, mana bakımındansa durumu vahim… Fakat bu senaristlerin veya Scott’ın kabahati değil, Batı uygarlığının şimdilik yapabileceğinin en iyisi bu. Bir başka deyişle, bir açmazdalar, düşünme biçimlerinden ancak böyle bir hilkat garibesi çıkıyor.

70’ler uzay çağı idi, “Yaratık” filmi bu alana ilişkin anlamlı bir uyarı yaptı. İçinde bulunduğumuz dönem ise ruhsal uyanış çağı; “Prometheus” bu alanı deşiyor ve önemli bir soru soruyor: “Ya Tanrı/Yaratıcı seni onaylamıyorsa, hatta insanlığı var ettiği için pişman olmuşsa ve hatta yok etme arzusu duyuyorsa?”…

Bu, bilimsel çalışmalarını evrenin nasıl var olduğuna yoğunlaştıran, bir başka deyişle gerçekten Yaratıcı’yı arayan Batı uygarlığının sorabileceği en anlamlı soru. Bize saçma gelmesi ise doğal çünkü İslam kültürüne göre Allah kişisel olarak herhangi birimizin babası değildir ve bireysel bir sınav söz konusudur. Yani Müslümanların doğal düşünme biçiminde Allah’ın toplam olarak insanlıktan memnun olup olmadığı sorunsalı yoktur, dolayısıyla bizim mantığımız işi Tanrı’nın insanlığı yok etmeye çalışması noktasına vardırmaz. Peygamberlerinin insanların günahı yüzünden kendini feda ettiğine inanan Batı mantığına göreyse böyle düşünmek doğaldır, akılcıdır, bu mantığın sonucu “insanlığı yok etmek amacıyla kimyasal silah falan kullanmak yerine, bir gezegen dolusu eciş bücüş yaratık yaratmak” gibi bir akıl dışılığa varsa bile… Böyle bir filmden beklenmeyecek derecede basit, adeta fıkra gibi bir mantık, ama hikayenin varabileceği başka durak yok. Çünkü bu filmde de içimizdeki dişi enerji ve karanlık tarafla ilgili bir önerme olması gerekiyor.

Tüm bunlardan sonra, filmin mana bakımından değerli tarafı ortaya çıkıyor: Bu kez Scott, insanlığa Tanrı’dan onay beklemekten vaz geçmesini öneriyor.

Evet, Prometyus…

Prometheus
Yönetmen: Ridley Scott
Senaryo: Jon Spaihts, Damon Lindelof
Yapımcılar: David Giler, Walter Hill, Ridley Scott, Tony Scott
Oyuncular: Noomi Rapace (Elizabeth), Michael Fassbender (David), Charlize Theron (Meredith), Idris Alba (Janek), Guy Pearce (Weyland), Logan Marshall-Green (Charlie), Sean Harris (Fifield)
2012 ABD yapımı, 124 dakika
Gösterim tarihi: 1 Haziran 2012