Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

27 Mart 2013 Çarşamba

Öldüren Cazibe


Senaryosu, oyunculukları ve yönetmenliğiyle bütün olarak film, kılı kırk yaran bir ustalıkla kotarılmış, baştan sona ölçülü bir yapıt olduğunu her haliyle belli ediyor

IMDB: 5.8
Rotten Tomatoes: % 44
Manalı Filmler: 8.5

İnsanlığın ruhsal uyanış çağını yaşıyor olması, doğal olarak sinemacıların illüzyonistlere de ilgisini artırdı. İlginç yaşantıları, mesleki tutkuları ama asıl gerçekliği eğip bükme (veya en azından kitleleri buna inandırma) becerileri, bu renkli kişilikleri sinema için ilgi çekici kılıyor. Nitekim “Hokkabaz”, “Prestij” ve “The Illusionist / Sihirbaz”da seyrettiğimiz kurmaca karakterlerinin ardından sıra gerçek bir gözbağcıya geldi.

İllüzyonist ve kaçış ustası Harry Houdini o kadar ilginç bir kişilik ki, araştırma kitaplarına, şarkılara, romanlara konu olmuş, hakkında filmler yapılmış. Bu filmler içinde tipik biyografi olanlar da var, önde gelen metafizik araştırmacı-yazar (Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı) Sir Arthur Conan Doyle’la dalgalı ilişkisini işleyenler de… Onu perdede canlandıranlar arasında Harvey Keitel ve ünlü romancı Norman Mailer da bulunuyor. 

Gillian Armstong’un yönettiği “Öldüren Cazibe”, Houdini’yi üzerinde pek durulmamış yönlerini ön plana çıkararak işliyor: Annesinin ölümüne ilişkin vicdan azabı ve ruhunu karartan o soruyu yanıtlamak için duyduğu yakıcı arzu: Ölümden sonra yaşam var mı? 

Houdini’nin, filmde de bahsi geçen meydan okumaları, annesinin son sözlerini aynen iletecek bir medyuma vereceği para ödülü vb tüm çabalarının kökeninde bu soru var aslında… Ve tabii ki ölüm korkusu… Ve tabii ki ölümsüzlük arzusu… Sadece bunlar değil, “paranormal” denen olgulara ilişkin merakı da çok fazla, örneğin insanların doğaüstü güçlere sahip olup olmadığını öğrenmek istiyor, “A Magician Among the Spirits” (Ruhlar Arasında Bir Sihirbaz) isimli bir kitap yazacak denli uğraşmış bu meselelerle (Houdini’nin o efsanevi kilit açma, zincirden kurtulma gibi numaralarını yaparken başka alemlere ait ruhlardan yardım aldığı da iddia edilmiş)... 

“Death Defying Acts”, Houdini’nin hayatına bu felsefi çerçevede yaklaştığını öncelikle orijinal adıyla belli ediyor: “Ölüme Meydan Okuma Numaraları” biçiminde çevirebileceğimiz isim, Houdini’nin sadece sahnede sergilediği şovu değil, hayat içindeki duruşunu da simgeliyor… Tam da bu nedenle senaryo, ünlü illüzyonisti öykünün ana eksenine son derece uygun –kurmaca- karakterlerle çevrelemiş: Büyük ödülü kazanmak için ünlü gözbağcıyla yakınlaşan sahte medyum Mary McGarvie, birlikte gösteri yaptığı kızı Benji ve Houdini’nin menajeri, yardımcısı Sugarman... Gösterileri sahtekarlığa dayanmasına rağmen Mary ve Benji’nin içlerinde bir “acaba” var, Houdini’yle geçirdikleri günlerden sonra olumlu yönde cevap almaya başladıkları bir soru… Sugarman ise spiritüel olgulara tamamen kapalı biri, herhangi bir arayışa girmeyecek kadar da düşüncesinden emin... Yani kadınlar Houdini’nin inanmak isteyen yanına sesleniyor, o yönüyle etkileşim içinde oluyorlar, Sugarman ise mantık cephesinde.

Armstrong’un rejisi kadar, oyuncu seçimi de senaryonun temel hedeflerine çok uygun: Şimdiden çağdaş klasik mertebesine erişen “Memento”nun başrol oyuncusu Guy Pearce, Houdini’yi ser verse de sır vermez bir kapalılık içinde yorumluyor, eylemleri adamın içinde olup bitenleri gösteriyor ama yüzü inançlarını ve sorularını yadsıyor. Pearce sayesinde Houdini, perdede ilk kez, gerçek hayatında da bir kaçma ustası olarak görüntülenmiş oluyor… Ken Russell’ın efsanevi filmi “Gothic”in ana oyuncu kadrosundan anımsadığımız Timothy Spall’ın Sugarman yorumu da takdire şayan: Materyalizm dışında bir şeye inanmamanın getirdiği tükenmişlik rahatça izlenebiliyor bu karakterde. Jones ve Ronan da muhteşem oynuyorlar, göründükleri ilk plandan sonuncusuna oyunculukları dengeli bir seviyede ve olağanüstü kontrollü.

Böylece “Öldüren Cazibe”, oyunculuklarla da oldukça zor bir dengeyi tutturmayı başarıyor. Bu filmin en olumlu tarafı da bu zaten: senaryosu, oyunculukları ve yönetmenliğiyle bütün olarak film, kılı kırk yaran bir ustalıkla kotarılmış, baştan sona ölçülü bir yapıt olduğunu her haliyle belli ediyor. 

Gillian Armstrong’u alkışlamamız boşa değil: Bu türden bir filmin başarısı için elzem olan dengeyi yakalamakla kalmamış, Mary ile Harry arasındaki inişli çıkışlı aşk öyküsünde veya Houdini’nin annesiyle ilgili duygularının yansıtıldığı sahnelerde bile ustaca korumayı da başarmış. Ne rejisinin, ne de oyunculukların ölçüsüz olmasına izin vermiş. Ele aldığı temaları ne sulandırıyor, ne de sömürüyor… Tavrı, yaşlı bir bilgenin olay ve olgulara mesafeli yaklaşımını anımsatıyor… 

Sonuçta ortaya, çok tartışmalı bir konu olan ruhsallıkla ilgili, gayet ölçülü, belki izleyicinin ruhunu alt üst etmeyen ama kesinlikle gönlünü fethedebilecek bir yapıt çıkmış, Houdini’nin annesinin ölümünden beri peşinde koştuğu sorunun yanıtını çoktan bulmuş olanları da hoşnut kılabilecek bir film…

Sinema, Temmuz 2008

Death Defying Acts / Öldüren Cazibe
Yönetmen:
 Gillian Armstrong
Senaryo: Tony Grisoni, Brian Ward
Oyuncular: Guy Pearce (Harry Houdini), Catherine Zeta-Jones (Mary McGarvie), Timothy Spall (Sugarman), Saoirse Ronan (Benji McGarvie)
2007 İngiltere, Avusturalya ortak yapımı, 97 dakika
Gösterim tarihi: 6 Haziran 2008

14 Mart 2013 Perşembe

Bakış Açısı

Filmin yaptığı en büyük hizmet de bu: Görme hakkında düşünmemizi sağlıyor ki bu da bizi gerçeğin ne olduğu sorusuna götürüyor: “En gerçek” sandığımız şeyler bile “yapılmış” olabilir

IMDB: 6.6
Rotten Tomatoes: % 35
Manalı Filmler: 8.5


Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

“Bakış Açısı” bu cümleyi çeşitli kereler düşünmemizi sağlıyor: Örneğin Ajan Barnes meydana bakan odalardan birinde tülün kıpırdadığını görünce orada biri var sanıyoruz, sonra açık unutulmuş bir vantilatörün perdeyi oynattığı bilgisi geliyor. Film ilerliyor, bu kez de terörist grubun lideri Suarez’in uzaktan kumanda ederek o vantilatörü çalıştırdığını görüyoruz, amacı Barnes’ı meşgul etmekmiş…

Seyirci defalarca ters köşeye yatıyor, sonunda pes ediyor, filmin sunduğu gerçekliği almaya hazır hale geliyor. 

Zaten ilk kısım, gerçekliğin sunulma biçiminin seyirciye anımsatılmasına ayrılmış: TV’de izlediğimiz her haber, gerçekliğin belli kısımlarının kaydedilmesi ve tekrar düzenlenmesiyle oluşuyor, farklı biçimde düzenleyerek aynı görüntülerden (aynı gerçeklikten) farklı anlam çıkarılmasını sağlamak mümkün. Film tam olarak bunu yapacağını, çünkü gerçeğin algılanma ve aktarılma biçimleriyle ilgilendiğini ilk dakikalarında açıkça belirtiyor.

İlk bölümünde film, seyircinin TV haber programı yapımcısı Rex’le özdeşleşmesi ve -hep olduğu gibi- gördüklerini “gerçekmiş gibi” izlemesi için elinden geleni yapıyor, ama o bölüm bittiğinde, gösterdiği her şeyi başa sarıyor ve bu kez Barnes’ın bakış açısıyla izletiyor. Bu ikinci kısmı izlerken artık seyircinin Rex’le özdeşleşmesine imkan yok. Dolayısıyla film, tam 6 kez bir gerçeklik oluşturuyor ve yıkıyor, böylece seyirciyi alt üst ediyor (en azından filme “direnmeyen” kişileri).

Üstelik aynı olayı 6 ayrı “görme noktası”ndan, Rex, Ajan Barnes, İspanyol sivil polis Enrique, Amerikalı turist Howard, Başkan Ashton ve teröristlerin “ana kahraman” olduğu 6 ayrı kısa film gibi izletiyor (“Tanrısal” denen genel bakış açısıyla kotarılmış yedinci film her şeyi toparlıyor)… 

Özdeşleşmenin kurulup yıkılması şart çünkü filmi gerçekleştirenler tüm ana karakterlere eşit mesafede durmayı yeğlemiş ve bu tavrın gereğini yerine getirmişler. Diyelim ki Enrique’in ana kahraman olduğu bölümde, diğer kahramanlar da dahil olmak üzere herkes ve her şey “Enrique’in filmi”ne hizmet ediyor. 

Aynı hikayenin örneğin sadece Barnes’ın kahraman olduğu bir öyküleme tekniğiyle anlatılabileceği belli. Öyle yapılmış olsa, diyelim ki Howard’ın ifadesi alınırken onun gördükleri geriye dönüş sahneleriyle verilse (yani daha sıradan bir film yapılsa) filmi gerçekleştirenlerin işi çok kolaylaşırdı: Örneğin Ashton’ın vurulmasını, meydanın değişik bölümlerine 8-10 kamera yerleştirerek çeker, böylece aynı sahnenin değişik açı ve/veya objektifle çekilmiş 8-10 görüntüsünü elde eder, ve bunları kurguda kullanırlardı (tüm büyük bütçeli filmler böyle yapar zaten). Büyük ihtimalle bu durum Salamanca’daki Plaza Mayor’un bir benzerinin Meksika’da inşa edilmesi gibi masraflardan da kurtaracaktı yapımcıları. Fakat böyle yapsalardı, ayrı açılardan da görünse hep aynı şey oynayacaktı perdede (bir golün farklı açılardan yinelenmesi gibi).

“Bakış Açısı”nda ise her seferinde farklı görüntü var. Sadece açı değil; ışık, objektif, kullanılan film, kamera hareketi vb unsurlar farklı kılınarak, birbirinden değişik planlar elde edilmiş, seyirci üzerinde birbirinden farklı etkisi olan planlar… Örneğin Başkan’ın meydana girdiği anı içeren sahnelerde, onu alkışlayan kalabalık her seferinde aynı, ama o kişileri, seyircinin Ashton’ın başrolde olduğu bölümde sevimli, sevgi dolu, Barnes’ın gözünden gördüğünde ise şüpheli, tehditkar algılaması sağlanmış (o karakterlerin gerçekliği öyle olduğu için), hatta oyuncular kahraman ya da yan karakter olmalarına göre farklı farklı oynatılmış.

Filmin yaptığı en büyük hizmet de bu: Görme hakkında düşünmemizi sağlıyor ki bu da bizi gerçeğin ne olduğu sorusuna götürüyor: Yarın akşam TV’de ana haber bülteninde Başkan Bush’un suikaste uğradığını görürsek, belki de kendisinin değil, dublörünün öldüğü geçmeyecek mi aklımızdan? Bir sonraki Bin Ladin videosunda, ekranda tehditler savuran kişiye bakarken onun belki de bir oyuncu olduğunu, Bin Ladin diye birinin belki de var olmadığını düşünmeyecek misiniz? “Wag the Dog / Başkanın Adamları”nda anlatıldığı gibi, aynı işlemleri uygulayarak, film yapar gibi TV haberi yapılabildiğini, dolayısıyla haber sandığınız şeyin “kurmaca” olabileceğini… 

Yönetmen Pete Travis’in filmin her anında, az sonra bu izlenimi kıracağını bile bile, o plan alabildiğince gerçek görünsün diye bunca uğraşmasının nedeni de bu: “En gerçek” sandığımız şeyler bile “yapılmış” olabilir.

Tüm o “yapılmış” şeyleri aşıp “gerçeğe” ulaşması için insanın, kendi “bakış açısını” terk etmesi, filmdeki 7. bölüm gibi “Tanrısal” bakış açısına ulaşması gerek (Filmin orijinal adının vurgu yaptığı “üstünlük noktası” orası)... İşte o zaman gerçekte anlatılan hikayeye nüfuz edilebilir…

Ve bu da filmi gerçekleştirenlerin öyküsünü anlamamızı sağlar: Gerçekliği algılayış ve kabulleniş biçimine bu kadar darbe indirdiğiniz seyirci kitlesini rahatlatmadan salondan çıkaramazsınız (bu yüzden filmin son 15 dakikası adeta klişe üstüne klişe yığılıyor ve tüm “kötü”ler cezasını buluyor).

Bu ödünü verdiğiniz anda da, “farklıymış gibi görünen bir gişe filmi” damgası yersiniz. 

Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir…

Sinema, Mayıs 2008

Vantage Point / Bakış Açısı
Yönetmen: 
Pete Travis
Senaryo: Barry Levy
Yapımcılar: Neal H. Moritz, Ricardo Del Rio Galnares
Oyuncular: Dennis Quaid (Thomas Barnes), Matthew Fox (Kent Taylor), Forest Whitaker (Howard Lewis), Bruce McGill (Phil McCullough), Edgar Ramirez (Javier), Said Taghmaoui (Suarez), Ayelet Zurer (Veronica), Zoe Saldana (Angie Jones), Sigourney Weaver (Rex Brooks), William Hurt (Başkan Ashton)
2008 ABD yapımı, 90 dakika
Gösterim tarihi: 4 Nisan 2008
DVD firması:  Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment 

8 Mart 2013 Cuma

Manalı Filmler Samsun’da!


Film seyretmenin önemi üzerinde durarak, katılımcıları, daha bilinçli seyirci haline gelmeleri, filmlerdeki felsefi görüşlerden, hayat derslerinden daha fazla yararlanmaları için motive etmek amacını güden Manalı Filmler konferansı, İstanbul’dan sonra Samsun’da yapılacak.

Senaryo yazarı (“Salkım Hanımın Taneleri”, “Karışık Pizza”), senarist Tamer Baran’ın sunduğu etkinlik, “sinema büyüsü” ve “film analizine giriş” başlıklı iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümde de 8’er filmden kısa parçalar bulunuyor. İlk bölümde: filmlerdeki mananın önemi, film seyretmenin anlam ve değeri, tanık olmak, özdeşleşmek, hayat dersleri temaları işleniyor. İkinci bölümde ise daha bilinçli seyirci haline gelmenin yolları üzerinde duruluyor ve farkındalık, eğitilmiş göz gibi kavramlar işleniyor. Bu bölümde kısa analizi yapılan filmler arasında “Eyes Wide Shut / Gözleri Tamamen Kapalı”, “The Godfather / Baba” ve “Citizen Kane / Yurttaş Kane” de bulunuyor.

Samsun Atakum’da Avangart Sanat Merkezi’nde ücretsiz olarak düzenlenecek etkinlik 11 Mart 2013 Pazartesi akşamı, 19.00’da.
Salonun adresi ise: Denizevleri Mahallesi, 217. Sokak 
Atakum / Samsun