Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

25 Aralık 2012 Salı

Cennetin Krallığı

Kudüs kuşatması sırasında kalenin zayıf noktası olan kapı parçalanıp iki ordu karşı karşıya kaldığı an çarpışmalarla ilgilenmek yerine gökyüzüne çekiyor kamerayı, hem savaşın o an kilitlendiğini, Balian'ın zekasını kullanarak yetersiz askeri gücünü kendisinden çok üstün Eyyubi ordusuyla eşitlemeyi başardığını gösteriyor, hem de Tanrısal bakış açısının avantajından yararlanarak orada o an olup bitmekte olan her şeyin aslında tarihte bir an ve evrende küçücük bir nokta olduğunu seyirciye anımsatıyor. O an mutlaka geçecek, o nokta el değiştirecektir, önemli olan geriye kalandır, yani içinde bulundukları zor koşullarda insanların nasıl davrandıkları

IMDB: 7,1
Metacritic: % 63
Manalı Filmler: 9,5

Ele aldığı temalar ve onları işleyişi bakımından büyük öneme sahip bir film var karşımızda. Batı'nın empoze ettiği resmi tarihi alt üst ettiği için değil sadece, yaşamın akacağı yönü insanların -ve dönemin- bilinç seviyesinin belirlediğini gösterdiği için. Filmin ana teması şövalyelik ruhu; değer verilen erdemlerin değişik durumlarda nasıl uygulanabileceğini, onlardan ödün verilip verilemeyeceğini tartışıyor, hemen tüm toplumların kültüründe bulunan mistik ahlak anlayışını uygulamaya çalışan karakterleri ve karşıtlarını inceliyor. Daha doğrusu, onlar arasındaki ilişki ve çatışmanın tarihe nasıl yön verdiğini... Bu çok önemli bir tavır, çünkü tarihsel öneme sahip olayları bu iki grup arasındaki çatışma belirliyor, dün olduğu gibi, bugün de...

Senarist Monahan tüm karakterlerini bütünsel gerçeklikleri içinde ele almaya çalışıyor, herkesin elinden gelenin en iyisini yaptığını vurguluyor. Reyland'a "Ben neysem oyum" dedirtiyor, hatta filmin "jöndamı" olan Kraliçe'nin de erdemli davranmayı sonradan öğrendiğini göstermekten kaçınmıyor. Bu arada seçimlerin önemine de dikkat çekiyor: Selahaddin Eyyubi durup dururken savaş başlatmakla kalmayıp aptalca bir hamleyle ordusunun yok olmasına da neden olan Guy de Lusignan'a, Kral IV. Baldwin'e çok yakın olduğu halde onu örnek alamadığını belirtiyor. Kraliçe'ye Balian'ın önerisi ise tüm dinlerdeki mistiklerin -eski- arınma (ve mutluluk) yolu: İktidarı terk etmek, sade bir hayatı seçmek; sahip olunan nesneler ve konumun değil, içsel yolculuğun daha önemli olduğunun bilinciyle...

Vicdan krallığı
Senaryo Hıristiyanlara da, Müslümanlara da aynı mesafede duruyor, yaptığı ayrım dinle değil, ahlakla ilgili: Şövalye yemininin dört cümlesiyle ifade edilen yaşam anlayışını uygulayanları olumluyor, diğerlerinin kendilerine ve başkalarına zarar verdiklerini gösteriyor. Selahaddin Eyyubi, cüzzamlı kral ve Balian bir tarafta, Guy, Reyland ve fanatik Müslüman Mullah karşıda. Bulundukları konumu, mensubu oldukları din değil, ahlak anlayışları, şefkat, onur, dürüstlük gibi erdemlere sahip olup olmadıkları belirliyor, yani aslında yaşama ilişkin bilinç seviyeleri...

Kudüs piskoposu ile Hospitaler Şövalyesi arasındaki belirgin fark, filmin bu tavrını net olarak ortaya koyuyor. Şövalye, tarikatına bağlılığı uğruna öleceğini bile bile yanlış bulduğu bir savaşa katılırken yaşamsal tehlikeyi gören piskopos din değiştirmeyi kabul etmelerini öneriyor, "Sonra tövbe ederiz" diyerek. Filmin anahtar diyaloglarından biri o, bu cümleyi duyan Balian şaşırıyor, "Sayenizde din hakkında çok şey öğrendim ekselans" diyor.

Bu film, ana karakterinin hayatı öğrenme sürecinin hikayesi olarak da okunabilir. Haçlı Seferleri'ne katıldığı için Kudüs'te bulunan Hıristiyan Balian, tüm dini öğeleri ve mabetleri aynı değerde görmeyi öğreniyor. Düşük bilinç seviyesinde olanlara küfür gibi gelen fikirler ediniyor. Kuşatma sırasında ölenlerin cesetlerini yakmak gerektiğini savunurken "Bunu Tanrı anlayacaktır. Eğer anlamazsa Tanrı değildir zaten, o zaman da sorun yok" diyor. Balian için sorumluluğu altındaki insanları ölümden korumak neyin günah olduğundan daha önemli. Yani Hz. İsa'nın öğretisine inanıyor, insanın ve hayatın kutsallığına...

Filmin her karesine sinen bu yaklaşım, çoğu kişiye fazla sert geliyor, çünkü perdede gördükleri, Hıristiyanlık hakkında bildiklerinden çok farklı. Fakat zaten sorun dinlerin kökenlerinde değil, sonradan dönüştükleri biçimde. Monahan ve Scott, Hz. İsa'nın fikirlerini temel alıyor, vicdan kavramını anımsatıyor, dinin hakimiyetinde geçen Ortaçağ'ın aslında Hz. İsa'nın fikirlerine uzak olanlar yüzünden yaratıldığını gösteriyorlar, her fırsatta "Bunu (savaşı) Tanrı istiyor" diye avaz avaz bağırsalar da...

Bu temaları, bu kadar bilinçli bir yaklaşımla ele alan kaç film var?

Anlamı derinleştirmek
Bu yaklaşımla yazılmış bir epik Ridley Scott'a "Gladyatör"de kaldığı noktadan ileriye gitme imkanını veriyor, felsefi açıdan ve yönetmenlik sanatı bakımından.

Görsel açıdan çok önemli bir farklılık başrol oyuncusunda. Orlando Bloom'un -çok eleştirilen- oyunculuğunda bir sorun yok, "Gladyatör"deki Russell Crowe'la, "Braveheart / Cesur Yürek"teki Mel Gibson'la kıyaslayınca daha zayıf duruyor, karakteri taşıyamıyormuş gibi. Oysa karakter farklı; daha mülayim, alçakgönüllü, öfkesi, nefreti, intikam duygusu yok, merhameti bol. Filmde onun kimliğinde yansıtılan bilinç seviyesinin Batı'da en yaygın bilinen simgesine çok benziyor, yani Hz. İsa'ya...

Çünkü Ridley Scott, -her büyük usta gibi- senaryodaki anlamı derinleştirmek ve artırmak için elindeki tüm gereçleri mükemmel biçimde kullanıyor ve artık çok da cesur davranıyor. Fiziksel gücü düşürerek içsel gücün vurgulanmasının etkisinin olağanüstü olacağını biliyor, olumlu anlamda da, çoğu seyirci için olumsuz anlamda da...

Bir başka örnek: Kudüs kuşatması sırasında kalenin zayıf noktası olan kapı parçalanıp iki ordu karşı karşıya kaldığı an çarpışmalarla ilgilenmek yerine gökyüzüne çekiyor kamerayı, hem savaşın o an kilitlendiğini, Balian'ın zekasını kullanarak yetersiz askeri gücünü kendisinden çok üstün Eyyubi ordusuyla eşitlemeyi başardığını gösteriyor, hem de Tanrısal bakış açısının avantajından yararlanarak orada o an olup bitmekte olan her şeyin aslında tarihte bir an ve evrende küçücük bir nokta olduğunu seyirciye anımsatıyor. O an mutlaka geçecek, o nokta el değiştirecektir, önemli olan geriye kalandır, yani içinde bulundukları zor koşullarda insanların nasıl davrandıkları, yani şövalye ruhu.

Filmde anlatılan temaların ne kadar bilinçli seçildiği, savaş sahnelerinin azlığından ve Aslan Yürekli Rişar'ın Kudüs'ü almaya çalıştığı dönemi anlatmamayı tercih etmelerinden de belli zaten, bunun da imkan dahilinde olduğu finalde anımsatılıyor.

Scott bu temaları ustalıkla işliyor, ayrıca onlara seyircinin ruhunda yankılanan bir duygu katıyor, hem de ilk plandan başlayarak: "Gladyatör" Maximus'un başakların üzerinde okşar gibi dolaşan elleriyle açılmıştı, "Cennetin Krallığı"nda yeryüzünü okşar gibi sakin sakin yağan bir karla açıyor filmini, çektiği acılara dayanamayıp kendini öldüren (pes eden) bir kadının üzerine yağan karla... Bu plan filmde, yaşanan acı-tatlı deneyimleriyle birlikte hayatın anlamının ve -hem içsel, hem dışsal anlamda- doğanın, dökülen kandan daha fazla önemsendiğini belirtiyor...

Film+, sayı: 3, Haziran 2005

Kingdom Of Heaven / Cennetin Krallığı
Yönetmen: Ridley Scott
Senaryo: William Monahan
Yapımcılar: Mark Albela, Bruce Devan, Ridley Scott
Oyuncular: Orlando Bloom (Ibelin'li Balian), Eva Green (Sybilla), Liam Neeson (Ibelin'li Godfrey), Jeremy Irons (Tiberias), Edward Norton (Kral Baldwin IV), Brendan Gleeson (Reynald), Michael Fitzgerald (Humphrey), Ghassan Massoudu (Selahattin Eyyubi)
2005, ABD yapımı, 145 dakika
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox






7 Aralık 2012 Cuma

Hayat Treni

Komedi-dram ele aldığı kişilerin hayatını acı-tatlı yönleriyle sunarken, doğal olarak karakterlerin sevimli hallerini sergiliyor, seyircinin onlarla özdeşleşmesi, onları sevmesi daha kolay oluyor. Bu özdeşleşme gereği sıcak bir hikaye izlerken, seyirci öykünün işlediği temaları da otomatikman alıyor, didaktik bir tavırla filmin bakış açısını vurgulamaya gerek kalmıyor. Karakterleri çok kolay benimsediğiniz için, onları yok etmeye çalışan ideolojiye karşı hale geliyorsunuz. Böyle bir film ve bakış açısı sayesinde Nazizm’in aslında “hayata” düşman bir ideoloji olduğu bilgisi seyirciye geçebiliyor çünkü o trende, siyasetle hiç ilgilenmeyen, sadece yaşamaya çalışan insanlar da var

IMDB: 7,6
Rotten Tomatoes: % 62
Manalı Filmler: 9,5

“Le Concert / Paris’te Son Konser”in gördüğü ilgi ve kazandığı başarı (örneğin Altın Küre’ye aday olması), Romen asıllı Fransız yönetmen Radu Mihaileanu’yu “takip edilmesi gereken” isimler arasına soktu. Dünya çapında üne kavuşan ilk filmi olan “Hayat Treni”ni anımsamakta yarar var.

Mihaileanu’yu bizim sinema sektörümüz açısından önemli kılan özelliği, komedi-dram türünde çalışıyor olması... Komedi-dram, Türk sinemasının ana kollarından biri. 1970’lerde Ertem Eğilmez’in yönettiği Arzu Film eserlerinin hala büyük ilgi gördüğü malum. O kadroda görev yapan Yavuz Turgul da özellikle “Muhsin Bey” ve “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” ile zarif komedi-dram örnekleri sergiledi. 2000’li yıllarda Murat Şeker, Yılmaz Erdoğan, Yüksel Aksu, (bazı filmleriyle) Murat Saraçoğlu, Çağan Irmak gibi yönetmenlerimiz aynı çizgiyi takip ettiler, türe “Dondurmam Gaymak”, “Babam Ve Oğlum” gibi kalburüstü filmler eklediler.

Komedi-dram türünde bir film, “Selamsız Bandosu”, “Züğürt Ağa”, “Değirmen”, “Vizontele” gibi örneklerde olduğu gibi toplumsal, “Beynelmilel” ve “Yangın Var”da yapıldığı gibi siyasi meseleleri ve temaları da makul bir seviyede işleyebiliyor. Mihaileanu bu açıdan da çok önemli bir isim. Örneğin “Paris’te Son Konser”, aynı zamanda ciddi bir Stalinizm eleştirisidir.

1941 yılında geçen “Hayat Treni”nde, toplama kampı ve soykırıma ilişkin söylentileri duymuş olan Yahudi cemaati, komşu köye Nazilerin geldiğini öğrenince, yaklaşan felaketten kaçmak amacıyla sahte bir sevkiyat düzenlemeye karar veriyor. Aralarından bazılarını Nazi kılığına sokuyor, bir gece yükte hafif, pahada ağır her şeyi doldurup trenle yola çıkıyorlar. Amaçları Rusya üzerinden Filistin’e, “kutsal topraklara” ulaşmak… Filmin yaklaşık üçte biri yolculuk hazırlığıyla, kalan kısmı ise yolda geçiyor.

Böyle bir hikaye dram, hatta gerilim-dram gibi türlerde de yapılabilirdi kuşkusuz. Komedi-dram türü ise, yaşamın bütününe dair bir bakış açısı sergileme imkanı sağlıyor. Bu tarz filmler, hikayesi ne olursa olsun, temelde “keyifli bir eğlencelik” sunma amacı güdüyor, ilk kareden sonuncusuna seyirciyi gülümsetmeyi amaçlıyorlar. Böylece film izleyicisine “her türlü olaya pozitif bakış açısıyla yaklaşmayı” önerir hale geliyor.

Ayrıca komedi-dram ele aldığı kişilerin hayatını acı-tatlı yönleriyle sunarken, doğal olarak karakterlerin sevimli hallerini sergiliyor, seyircinin onlarla özdeşleşmesi, onları sevmesi daha kolay oluyor. Bu özdeşleşme gereği sıcak bir hikaye izlerken, seyirci öykünün işlediği temaları da otomatikman alıyor, didaktik bir tavırla filmin bakış açısını vurgulamaya gerek kalmıyor. Karakterleri çok kolay benimsediğiniz için, onları yok etmeye çalışan ideolojiye karşı hale geliyorsunuz. Böyle bir film ve bakış açısı sayesinde Nazizm’in aslında “hayata” düşman bir ideoloji olduğu bilgisi seyirciye geçebiliyor çünkü o trende, siyasetle hiç ilgilenmeyen, sadece yaşamaya çalışan insanlar, evde kalmak istemeyen genç kızlar, aşık delikanlılar da var ve Mihaileanu, karakterlerinin sevinç ve sıkıntılarından hiç kopmuyor. Aralarındaki küçük anlaşmazlıkları, çekişmeleri ve dönüşümlerini (örneğin Yossi’nin Marksist olmasını, Mordechai’nin havaya girip, gerçek bir Nazi komutanıymış gibi davranmaya, cemaatin bazı üyelerini “düşman” olarak algılamaya başlamasını) da işliyor.

Filmin önemini artıran bir başka yönü ise, trendeki Yahudi’lerin Romanlarla karşılaşması, hatta yola onlarla birlikte devam etmeleri. Soykırımla ilgili filmler genelde Yahudilerin katledilmesinden söz eder, oysa Nazizm demir yumruğunu önce Çingenelere indirmiş; onlar, zihinsel özürlüler ve komünistler yok edilirken toplumun olup bitenlere ses çıkarmadığı görülünce “düşman” tarifini Yahudileri de kapsayacak biçimde genişletmişti.

Romanları da hikayeye dahil etmesi, Nazizm kadar Stalinizm eleştirisi de yapması, Mihaileanu’nun konumlandığı yer açısından çok önemli: Aslında o sadece Nazilere değil, her tür baskıcı ideolojiye karşı ve tüm renkleriyle, olanca çeşitliliğiyle hayattan yana…

Zaten o yüzden filmin adı “Hayat Treni”…

Ödülleri:
Venedik Film Festivali’nde En İyi İlk Film dalında Eleştirmenler (FIPRESCI) Ödülü
9 ödül ve 4 adaylık

Meraklısına:
İtalyan oyuncu Roberto Benigni de 1997 yılında soykırım olgusunu komedi-dram türü bir filmle işlemiş, “La Vita e Bella / Hayat Güzeldir” de çok beğenilen bir çalışma olmuştu.

Açık Gazete, 27 Nisan 2012

Train of Life / Train de Vie / Hayat Treni
Senaryo ve yönetim: Radu Mihaileanu
Yapımcılar: Marc Baschet, Ludi Boeken, Frédérique Dumas-Zajdela, Eric Dussart, Cédomir Kolar
Oyuncular: Lionel Abelanski (Shlomo), Rufus (Mordechai), Clément Harari (Başhaham), Michel Muller (Yossi), Agathe de La Fontaine (Esther), Johan Leysen (Schmecht), Bruno Abraham-Kremer (Yankele)
1998 Fransa, Belçika, Hollanda, Romanya, İsrail ortak yapımı, 103 dakika
Gösterim tarihi: 31 Mart 2000
DVD firması: Palermo

23 Kasım 2012 Cuma

Bulut Atlası

Tom Hanks’in ana karakteri oynadığı hikayelerde, reenkarnasyonun mantığı gereği, farklı kimliklerle değişik dönemlerde yaşayan aynı ruhun, zamanla nasıl bilgeleştiğini, içindeki gücü açığa çıkarmayı öğrendiğini, maddiyata değil maneviyata değer verir hale geldiğini izleyip anlayabiliyoruz

IMDB: 8,2
Rotten Tomatoes: % 63
Manalı Filmler: 6

İki ayrı ekip oluşturulmuş, birini Tykwer, diğerini Wachowski kardeşler yönetmiş. Bunların ortak elemanı yok (görüntü yönetmeni bile). Tabii ki oyuncular her iki ekiple de çalışıyorlar. Onların işi de zor ve karmaşık, örneğin Halle Berry, bir gün Tykwer’in setinde, 1930’larda geçen hikayede canlandırdığı karakteri oynuyor, ertesi gün diğer sette, gelecekte geçen öyküdeki kadın oluyor…

Böyle film çekilmez… Bu çalışma yöntemini, sadece sinemanın doğasını anlayamamış yönetmenler makul bulur. Üçü de zekice fikirler içeren senaryolar yazmış, ilginç hikayeler anlatmış popüler isimler, ama asla Hitchcock, Ridley Scott veya Spielberg seviyesinde yönetmen olamadılar, olamayacaklar.

Böyle film çekilmez çünkü sinema bir ekip işidir; filmde çalışanların enerjileri esere siner. Bir planı en iyi açıdan çekmek kimseyi büyük yönetmen yapmaz; sinemanın ustaları, ekibin enerjisini, bir orkestra şefinin çalgı gruplarını yönettiği gibi ustaca yönetir, onlarca insandan (filmin temalarını, ruhunu en uygun biçimde seyirciye iletecek) ortak bir ses çıkarırlar. Başyapıtlar öncelikle uyumlu yapılardır; ne yaptığını iyi bilen insanlar ancak “büyük film” üretebilirler.

Filmin nasıl çekildiğini öğrenince insan, izlediğimiz yapının neden karmakarışık, katlanılmaz derecede eklektik olduğunu daha iyi anlıyor. Örneğin: Başarısız yayıncının hikayesindeki –filme neden dahil edildiği belirsiz- geriye dönüş sahnelerini düşünün: Genç adamın sevgilisinin anne babasına yakalandıkları an yaşananlar C sınıfı bir Amerikan gençlik komedisinde rastlayabileceğiniz yapının tıpatıp aynısı. Aynı filmin içinde dramatik ve komik, hatta gerilimli anlar yer alabilir elbette; fakat birbirlerinden bu derece farklı olmazlar, çünkü filmler, senaristin/yönetmenin aklına esen her şeyi içine tıkıştırdığı bohçalar değildir.

“Bulut Atlası” ise tam “duyan gelmiş” türü bir film; bir hikayenin yapısı, Pollack, Pakula gibi yönetmenlerin 1970’lerde çektiği siyasi içerikli macera-gerilimlerinden aynen kopyalanmış; sanki “Three Days Of The Condor / Akbabanın Üç Günü”ne ait planlardan oluşuyor. Bir diğeri “Master and Commander / Dünyanın Uzak Ucu” gibi yelkenli gemilerde geçen serüven/macera filmlerinin kötü bir taklidi…

O nedenle ortaya çıkan hilkat garibesi, o heyecan verici içeriği aktarmayı başaramıyor. Anlaşılan romanda gerçekten üst düzey bir bilgelik ve teknik ustalık var; eser, yetenekli ve usta bir sanatçının ellerinde, muhteşem bir filme dönüşebilirdi. Öyle bir yönetmen, senaryoyu fazlalıklardan arındırır (büyük ihtimalle 6 hikayeyi 3 veya 4’e indirir), hedefe olabilecek en makul biçimde ilerlerken filme ihtiyaç duyduğu derinliği katmayı başarırdı (Bu kadar uzun olup da bu kadar “koşturmak” zorunda kalan bir başka film herhalde yoktur).

Tom Hanks’in ana karakteri oynadığı hikayelerde, reenkarnasyonun mantığı gereği, farklı kimliklerle değişik dönemlerde yaşayan aynı ruhun, zamanla nasıl bilgeleştiğini, içindeki gücü açığa çıkarmayı öğrendiğini, maddiyata değil maneviyata değer verir hale geldiğini izleyip anlayabiliyoruz. Fakat bu aslen Hanks’in ustalığı ve yeteneği sayesinde, yönetmenlerin değil. Örneğin Broadbent ve Weaving de usta oyuncular ama klişelerle dolu bir senaryoyla ve vasat yönetmenlerle çalışmanın kurbanı olmuşlar, projeye Hanks kadar ağırlık koyamadıkları belli.

Sonuç olarak “Bulut Atlası” önemli temalar işleyen, kesinlikle çok ilginç ama fena halde yetersiz bir film olarak tarihteki yerini alıyor. Eleştirmenlerin değerlendirmesiyle IMDB kullanıcılarının puanı arasındaki fark ise, yönetmenlerin, bir kez daha “konuşulan” bir film yapmayı başardıklarının kanıtı. Ama tek başarıları bu.

Açık Gazete, 5 Kasım 2012
Haber Anı, 6 Kasım 2012

Cloud Atlas / Bulut Atlası
Senaryo ve yönetim: Tom Tykwer, Andy Wachowski, Lana Wachowski (David Mitcell’in aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Stefan Arndt, Grant Hill, Tom Tykwer, Andy Wachowski, Lana Wachowski
Oyuncular: Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Hugo Weaving, Jim Sturgess, Susan Sarandon, Hugh Grant
2012 ABD, Almanya, Hong Kong, Singapur ortak yapımı, 172 dakika
Gösterim tarihi: 26 Ekim 2012

23 Ekim 2012 Salı

Savaş Tanrısı

Sonuç olarak "Savaş Tanrısı" başarılı ve önemli bir film. Özellikle de tanık olduğu şiddete "Bu bizim savaşımız değil" diyerek gözlerini yumanlar için. Çünkü, bugün değilse bile yarın, o savaş sizin savaşınız olacaktır

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: % 61
Manalı Filmler: 9.0

Son derece vurucu bir planla açılıyor film: Kamera yere dizilmiş yüzlerce -kullanılmış- fişeğin üzerinden kayarak Yuri Orlov'a yaklaşıyor, Yuri kameraya konuşarak seyirciye dünyadaki silahlanma oranlarıyla ilgili bilgi veriyor, "Her 12 kişiden birine bir silah düşüyor" diyor ve soruyor: "Geriye kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?"

Düşünebiliyor musunuz, bazı insanlar gerçekten bu soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar...

Yazıp yönettiği "Gattaca" ve "Simone" ile senaryosuna imzasını attığı "Truman Show"dan Andrew Niccol'ün gerçeğin ne olduğunu, insanın gerçekle ilişkisini ve bireyin gerçeğe uyum sağlamak adına yapabileceklerini araştırmayı sevdiğini biliyoruz. Fakat o filmlerin üçü de bir anlamda "fantastik" ürünlerdi; Niccol, kendi yarattığı bir fantezi dünyasına bir bireyi hapsediyor ve kendi gerçekliğini yaratmak ("Simone"), kendi gerçekliğini dış gerçekliğe uydurmak ("Gattaca") ya da dış gerçekliği yıkmak ("Truman Show") çabalarını belli ölçüde derinleşerek izliyor/izlettiriyordu. Bu kez kahramanı kendi seçimlerinin sonucunu yaşıyor ve tamamen gerçek bir dünya tarafından çevrelenmiş.

Dolayısıyla ilk plan çok anlamlı: Diğerlerinden farklı olarak bu kez son derece gerçek bir hikaye anlatacağını ve bu filmi seyirciye bir şeyler anlatmak amacıyla bu biçimde kotardığını vurguluyor yönetmen. Özdeşleşmeyi daha filmin ilk saniyelerinde kırması bu yüzden; "Savaş Tanrısı"nın "alt tarafı bir film" olarak algılanmasını engellemeye çalışıyor.

Bunu başarıyor da; filmin seyircide yaptığı en büyük etki, korkunç bir gerçeklik duygusu yaratması. Başta Yuri olmak üzere tüm karakterler, ilişkiler, olaylar tamamen gerçekmiş, hiç kurmaca yokmuş gibi geliyor insana.

Bu duyguya ulaşmak için Niccol çok uğraşmış: Senaryonun uzun araştırmaların sonucu yazıldığı zaten anlaşılıyor. Ana karakter Yuri Orlov 5 ayrı silah satıcısının kişisel özellikleri kullanılarak oluşturulmuş. Bir başka örnek: Filmin bir sahnesinde görülen tanklar gerçek ve gerçek bir silah satıcısına aitler.

Gerçeklik duygusu tüm filme siniyor, en önemli bölümlerden biri ise jenerik: Bir merminin fabrikada üretilmesinin çeşitli aşamalarını görüntüleyen planları, merminin taşınması izliyor. En sonunda mermi (amaçlandığı üzere) bir gencin alnında patlıyor.

Silahlanma, silah satışları ve bunların yol açtığı şiddet olaylarını irdelemek için ideal bir yol bulmuş yönetmen: Filmin baş kahramanının kendi arzusuyla silah satışına başlayan ve bu işi iyi beceren bir adam olması, silah ticaretiyle ilgili pek çok bilginin birinci elden edinilmesini sağlıyor. Bu bilgiler ise son derece rahatsız edici. Hepsini sıralamaya yerim yetmez, birkaç örnek vereyim: Bir sahnede Yuri, kendisi gibi silah kaçakçılarını yakalamakla görevli Interpol ajanı Jack Valentine'a dünyadaki en büyük silah satıcısının bizzat ABD Başkanı olduğunu söylüyor: "Silahlarda onun parmak izlerini görmek gerçekten utanç verici," diyor. Bir başka sahnede ise SSCB'nin dağılmasının ardından sadece Ukrayna'daki Kızıl Ordu mallarından 32 milyar dolarlık silah ve cephanenin çalınıp yasadışı yollarla satıldığını öğreniyoruz. Soğuk Savaş döneminde yapılmış tüm o silahlar, örneğin Kalaşnikof'lar Yuri ve benzerleri yüzünden tüm dünyaya dağılmış durumda: PKK'nın elinde de onlardan var, bir türlü durulmayan çatışmaların hala yaşandığı Afrika'da da. Zaten bir başka sahne Soğuk Savaş sonrası dönemin en büyük silah pazarının Afrika olduğunu söylüyor. Çünkü "Orada olup bitenler Batı devletlerinin umurunda bile değil." Filmin bitiminde ise ekranda bir yazı beliriyor ve en büyük silah satıcısı ülkelerin (ABD, Çin vs) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri olduğunu söylüyor.

Bu anlamda "Savaş Tanrısı" çok gerçek ve çok rahatsız edici bir film... Neredeyse her 10 kişiden birine bir ateşli silah düşen ülkemiz için özellikle önemli, çünkü bu oran (nüfusun neredeyse yarısının 20 yaşın altında olduğu da düşünülürse) inanılmaz yüksek ve öyle görülüyor ki bu rakamlar kimi sivil toplum kuruluşları dışında kimsenin umurunda bile değil.

Holivud'un imkanları
Silahlanma ve şiddet aslında tüm dünyanın sorunu ve dolayısıyla tüm dünya sinemacılarının ilgilenebileceği bir konu durumunda, fakat doğrusu şiddeti övmeyen, tehlikelerini ve sonuçlarını gerçekçi bir bakış açısıyla işleyen pek az film yapılıyor. Yapılanlarsa meselenin çok küçük bir boyutunu perdelere taşıyor. Bu anlamda "Savaş Tanrısı" büyük bir film: Güney Afrika'dan Ukrayna'ya değişik ülkelere götürüyor seyircisini, zengin prodüksiyonun da yardımıyla konuyu hemen tüm boyutlarıyla geniş biçimde işliyor. Andrew Niccol belki de en çok bu başarısı yüzünden kutlanmalı: Böyle bir filmi ancak Holivud yapabilirdi ve böyle bir filmi en çok Holivud'da yapmak zor. Niccol oradaki pozisyonunu ve imkanlarını olumlu bir çaba için seferber etmiş.

Ve iyi bir film yapmak için... "Savaş Tanrısı" senaryosundan rejisine tüm öğeleriyle hayli başarılı bir film. Tüm oyuncular akıllıca dokunuşlarla çizilmiş karakterleri gayet iyi canlandırıyorlar. Yuri'nin kardeşi Vitaly rolünde Jared Leto, bir başka silah satıcısını canlandıran Ian Holm ve Başkan Baptiste ile oğlunu oynayan Sammi Rotibi ile Eamonn Walker özellikle göz dolduruyorlar. Zaten Baptiste ikilisi evlere şenlik karakterler; çok komik, çok eğlenceli, çok zalim ve çok tehlikeliler, bir şekilde ele geçirilmiş bir iktidarın sarhoşluğu içinde yapamayacakları rezillik ya da kötülük kalmamış gibi görünüyor. Yuri'nin rakibi Simeon Weisz'ın ölümü Başkan Baptiste'in elinden tatması, ayrıca anlamlı: Onun sonu, Yuri'nin geleceği olacak: Şiddetin yaratılmasına bu kadar hizmet eden bir kişinin şiddetle yüzleşmesi kaçınılmazdır çünkü.

Nicolas Cage ise son yıllardaki en iyi kompozisyonlarından birinde, gerçekliği akıllıca oluşturulmuş Yuri karakterini ete kana büründürüyor. Bu rol için olabilecek belki de en uygun aday o, çünkü Cage hem "Birdy", "Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas" gibi sanat düzeyi yüksek filmlerde "kurban"ı olağanüstü bir zerafetle canlandırabiliyor, hem de "The Rock / Kaya", "Con Air" gibi hareketli filmlerde canlandırdığı limitlerini aşmak zorunda kalan aksiyon kahramanı oyunculuğunun deneyimine sahip. Mutluluk arayışı, hayatta belli öğelere değer verirken başkalarını elden kaçırmak gibi temalara ise "Family Man / Aile Babası" gibi yapıtlardan alışkın. Tüm bu deneyimi ve olağanüstü yeteneğiyle Cage, kendi yarattığı gerçekliğin kurbanı olan Yuri'yi tüm korkunçluğu ve zavallılığıyla canlandırmayı başarıyor.

Sonuç olarak "Savaş Tanrısı" başarılı ve önemli bir film.

Özellikle de tanık olduğu şiddete "Bu bizim savaşımız değil" diyerek gözlerini yumanlar için.

Çünkü bugün değilse bile yarın, o savaş sizin savaşınız olacaktır.

Film+, sayı: 8, Kasım 2005

Lord Of War / Savaş Tanrısı
Senaryo ve yönetim: Andrew Niccol
Yapımcılar: Andrew Niccol, Chris Roberts, Norman Golightly, Andreas Grosch, Teri-Lin Robertson, Philippe Rousselet
Oyuncular: Nicolas Cage (Yuri Orlov), Bridget Moynahan (Ava Fontaine), Jared Leto (Vitaly Orlov), Shake Tukhmanyan (Irina Orlov), Jean-Pierre Nshanian (Anatoly Orlov), Ian Holm (Simeon Weisz), Ethan Hawke (Jack Valentine), Eamonn Walker (Andre Baptiste Sr.), Sammi Rotibi (Andre Baptiste Jr.)
2005 Fransa, ABD ortak yapımı, 122 dakika
Gösterim tarihi: 14 Ekim 2005
DVD firması: Tiglon / PRA Films

16 Ekim 2012 Salı

Rüya

Budizm’e göre insanlar asıl hayatlarını, “geldikleri ve sonunda gidecekleri” alemde yaşıyorlar, gerçek özgürlük orada mümkün. O özgürlüğe burada ulaşmanın tek yolu var: Başta benlik bağımlılığı olmak üzere tüm zincirlerden kurtulup aydınlanmak, “uyanmak”
IMDB: 6,5
Manalı Filmler: 9,0

Kim Ki Duk yine kıssa tadında ve etkisinde bir film yapmış... “Dream”, herhangi bir ülkede, herhangi iki kişi arasında geçebilecek bir öykü anlatıyor. Yapısı ve işlediği temalar dolayısıyla yönetmenin 2003’te kotardığı “Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring / İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar”a çok benziyor… O filmdeki tanımlamayla söylersek “dini olmayan” (seküler) toplumsal yapı içinde, aşkı, (sevginin değil) aşkın yol açtığı bağımlılık halini irdeleyen bir film… Dolayısıyla “İlkbahar…”daki Yaşlı Rahip’in şu cümlesi, “Rüya”nın karakterleri için de geçerli: “Şehvet sahiplenme arzusunu, o da öldürme güdüsünü uyandırır”…

Erkek onu terk eden sevgilisine aşkını/özlemini yansıtan düşler görüyor. Kız ise uyurgezer, Erkek’in rüyalarını yaşıyor, nefret ettiğini söylediği, terk ettiği eski sevgilisinin evine gidiyor, onunla sevişiyor vs... Kız’ın Doktoru aralarındaki bağa dikkat çekiyor, hatta “Siz Bir’siniz” diyor ve sevgili olmalarını öneriyor. Erkek hala eski kız arkadaşını sevdiğini belirtiyor, Kız da istemiyor. Birlikte olmak yerine, Erkek’in rüyalarına ve/veya Kız’ın bilinçsiz eylemlerine bir son vermeye çalışıyorlar. Aynı mekanda nöbetleşe uyumaktan, Erkek’i uyanık tutmaya veya Kız uykusunda gidemesin diye kelepçe kullanmaya kadar varan hiçbir yöntem, sürüklendikleri trajik sonu engelleyemiyor. Önce cinayet geliyor ve ardından insanın kendine uygulayabileceği en büyük şiddet eylemi…

İsimleri kullanmadan özetleyince, hikayenin, hemen her dinsel kültürde rastlanan, fakat özellikle Budizm’de çok yaygın olan küçük öykülerle benzerliği daha iyi anlaşılıyor. Belirli ahlaki veya dini davranış biçimlerini, erdemleri veya ilkeleri insanlara aktarmak için kullanılan örnek hikayelerle aynı yapıda; seyircinin “hisse” çıkarması için ustaca düzenlenmiş, sinema filmi formatında bir “kıssa”…

Kim Ki-Duk, -artık- çok usta bir senarist ve yönetmen olduğu içindir ki, elindeki formatın imkanlarından (örneğin sürenin uzun oluşundan) yararlanarak filmini “kıssalar resmi geçidine” dönüştürmeyi başarıyor. Kıssa, yapısı gereği felsefi bir meseleyi işlediğinden, aşkla ve ikili ilişkilerle ilgili çok sayıda kıssa üretmek ve bunları anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde düzenleyebilmek hiç de kolay bir iş değil. Tüm bu kıssaları artarda dizerek, hem Budizm’deki “özgürlük” kavramına, hem de kendi film teorisine uygun bir “ana kıssa” kurması ise gerçekten inanılması güç bir başarı.

Kim Ki-Duk’un, çeşitli röportajlarında da dile getirdiği kişisel film anlayışını, Doktor kelimelere döküyor: “Siyah ve beyaz aynıdır”. Yani “karşıt” olarak algıladığımız her şey (kadın ve erkek, ışık ve karanlık vs) aslında tek bir şeyin iki veçhesidir, biri olmadan, diğeri de var olamaz... Her veçhe “karşıtını” da içinde barındırır, ihanete uğrayan aldatmaya, terk edilen terk etmeye yakındır, birinden ötekine dönüşebilir. Filmin ilk bölümlerinde Kız’ın kostümünde ve evinin dekorasyonunda beyaz, Erkek’inkilerde ise siyahı kullanan yönetmen, hikayenin en ciddi yol ayrımında (tarladaki dörtlü sahne) ana karakterleri bu kez ters renklerde giydirerek, özetlemeye çalıştığım “bir ve aynı olma” özelliğini perdeye renklerle de yansıtıyor.

Ayrıca Budist literatürde beyaz renk bilgeliğin, siyah ise şefkatin simgesi. Dolayısıyla o replik, bilgelik ve şefkatin aynı olduklarını da vurguluyor. Şu da doğru: Bilgelik azsa, şefkat de azdır… Yani: Her kim ki öfke, nefret vb şefkate karşıt duygularla doludur, o kişi, bilgelikten de yoksundur, yani “hayat cahili”dir.

Aynen Erkek ve Kız gibi… Doktor’un sunduğu bilgeliği anlamaya bile çalışmıyor, kendi çözümleri işe yaramadığında ise birbirlerini suçluyor ve yönetmeye kalkışıyorlar: “Hala bu fotoğrafları atamadığın için eski sevgilini rüyalarında görüyorsun” vb eleştirel replikler havada uçuşurken, birbirlerine uygulanması imkansız emirler vermekten de geri durmuyorlar: Kız Erkek’e “Öyleyse uyuma” diye bağırıyor ve hatta Erkek, Kız’a -uyurgezer olduğunu bildiği halde- “Eski sevgilinin evine gitme” diyor.

Kahramanlarının otomatikman bir arada durmak zorunda kaldıkları bir öykü geliştiren Kim Ki-Duk, bir arada olmanın “birlik bilinci” geliştirmeye yeterli olmadığını, o bilinç seviyesi için bilgeliğin gerektiğini vurguluyor. Ana karakterlerin bilgeliğe (ve dolayısıyla şefkate) ulaşamamalarının temel nedeni ise kendilerini sevmemeleri. Sadece muhataplarına değil, kendilerine de şiddet uyguluyorlar: Örneğin Erkek uyumamak için koyu kahve içmek gibi yöntemleri kullanmıyor, ayaklarına çekiçle vurmak ona daha normal geliyor, çünkü aslında kendini cezalandırmaya çalışıyor.

Erkek ve Kız arasında aşk ilişkisi kurulduğunda Kim Ki-Duk, ilişkinin temel özelliğinin “karşılıklı bağımlılık” olduğunu sevgilileri birbirlerine kelepçeleyerek vurguluyor. Kullandığı bir başka görsel öğe ise kelebek... Erkek’in kıza verdiği kolyede (ve finalde) karşımıza çıkan bu narin ve kısa ömürlü hayvanın bahsinin, ilk kez filmin Budist tapınak sahnesinde geçmesi çok anlamlı çünkü literatürde önemli bir yeri var. Çok ünlü mesellerden biri şöyle: “Ben mi gördüm kelebek olduğumu düşümde, yoksa ben olduğunu düşleyen kelebek mi?”

Budizm’e göre insanlar asıl hayatlarını, “geldikleri ve sonunda gidecekleri” alemde yaşıyorlar, gerçek özgürlük orada mümkün. O özgürlüğe burada ulaşmanın tek yolu var: Başta benlik bağımlılığı olmak üzere tüm zincirlerden kurtulup aydınlanmak, “uyanmak”…

Çünkü dünyadaki hayat bir “Rüya”…

Sinema, Aralık 2008

Bi-mong – Dream / Rüya
Kurgu, senaryo ve yönetim: Kim Ki-Duk
Yapımcılar: Kim Ki-Duk, Song Myung-chul, David Cho, Kai Naoki
Oyuncular: Jo Odagiri (Jin), Na-yeong Lee (Ran), Mi-hie Jang (Doktor), Tae-hyeon Kim (Ran'ın eski sevgilisi), Ji-a Park (Jin'in eski sevgilisi)
2008 Güney Kore yapımı, 95 dakika
Gösterim tarihi: 31 Ekim 2008

8 Ekim 2012 Pazartesi

Savaşın Çiçekleri

Belli ki Zhang, bir dönüşüm daha geçiriyor, yönetime itirazlarını sürdürse de Çinli kimliğine artık daha fazla sahip çıkıyor, hikaye anlamında repertuvarını genişletiyor. Böylece daha eski filmlerindeki hümanist bakış açısı ve duyarlılık, 2000’lerde yaptığı filmlerdeki teknik ve sinemasal yetkinlikle birleşiyor.

IMDB: 7,6
Rotten Tomatoes: % 55
Manalı Filmler: 9,0

13 Aralık 1937’de Çin’in o zamanki başkenti Nanking, Japon kuşatmasına dayanamayarak düşman eline geçti. Sonraki altı hafta boyunca kentte belki de tüm insanlık tarihinin en korkunç olayları yaşandı: 300 bin civarında sivil ve silahsız asker öldürüldü, evler, dükkanlar yağmalandı ve binlerce kadına tecavüz edildi.

Nanking olayları çeşitli kereler beyazperdeye aktarıldı: “Nanjing Nanjing (City of Life and Death)” (2009), "Nan Jing de ji du / An Affair in Nanjing" (1995), “John Rabe / Son Kahraman” (2009) ve “Hei tai yang: Nan Jing da tu sha / Black Sun” (1995) anımsanması gereken örneklerin başında geliyor.

Ve şimdi, Çin sinemasının en büyük ismi kabul edilen Yimou Zhang, o acı olayları filme aldı.

Kuşkusuz ki Zhang çok başarılı bir yönetmen. 1987’de “Red Sorghum / Kızıl Darı Tarlaları” ile Berlin’de Altın Ayı kazandığında dünyanın dikkatini çekmiş, eserleri ülkemizde de –sinema salonlarında değilse bile festivallerde- izlenmeye başlanmıştı. 90’larda 3 ayrı filmiyle Altın Palmiye için yarışan Zhang yeni binyılda büyük bir dönüşüm geçirdi, -aslında muhalif olduğu- Çin yönetimiyle uzlaştı, bu sayede elde edebildiği çok büyük bütçelerle, kalabalık ve hareketli sahnelerin layığıyla kotarılabildiği, teknik açıdan mükemmel, hayli etkili filmler üretir oldu. Bunlardan özellikle “Ying Xiong / Kahraman” (2002) ve “House Of Flying Daggers / Parıldayan Hançerler” (2004) gişelerde başarı kazandı ve çok beğenildi.

Belli ki Zhang, bir dönüşüm daha geçiriyor, yönetime itirazlarını sürdürse de Çinli kimliğine artık daha fazla sahip çıkıyor, hikaye anlamında repertuvarını genişletiyor. Böylece daha eski filmlerindeki hümanist bakış açısı ve duyarlılık, 2000’lerde yaptığı filmlerdeki teknik ve sinemasal yetkinlikle birleşiyor.

Bu sentezin ilk ürünü olan “Savaşın Çiçekleri”, göz kamaştıran çatışma sahneleriyle küçük, sıcak insan hikayelerinin bir potada eritildiği, hem savaşın acımasızlığını, hem de insan ruhunun yüceliğini başarıyla yansıtabilen bir eser.

Hikaye çok hoş bir buluşa dayanıyor: Savaştan kaçan bir grup fahişe, dini eğitim gören bir grup genç kızın yaşamakta olduğu bir manastıra saklanıyorlar; böylece kadın olmanın en uç iki noktası aynı mekanda buluşuyor. Doğal olarak ilk başta küçük anlaşmazlıklar yaşanırken, zamanla bu iki grup birbirini tanımaya, anlamaya ve sevmeye başlıyor. Bu hikaye o kadar etkili ki film bundan ibaret olsa yine de önem arz edebilirdi.

Ayrıca bir Amerikalı, John Miller adında bir cenaze levazımatçısı var. Üstelik öykünün merkezinde… Bencil, paragöz biri bu, çevresinde yaşanan dramı hiç umursamıyor. Ama süreç içinde o da dönüşüyor, diğer insanlar için çaba harcamaya başlıyor.

Christian Bale her zamanki ustalığı ve rahatlığıyla canlandırıyor Miller’ı, sanki role hazırlanırken, o kişiliği anlamak için ve oynarken onu canlandırabilmek için hiç zorlanmamış, bir damla bile ter dökmemiş izlenimi veriyor. Böylece Miller’ın dönüşümü inandırıcı ve etkileyici oluyor, bu da diğer karakterlerin dönüşümünü daha iyi anlamamızı ve içselleştirmemizi sağlıyor.

Tüm bu özellikleriyle “Savaşın Çiçekleri”, muhteşem bir film, dünyanın her köşesinde, uzun yıllar izlenecek bir başyapıt olabilirdi. Ama önemli bir kusuru var: Miller da dahil olmak üzere kendi karakterlerini yüceltirken Japonları külliyen kötü ve korkunç gösteriyor. Savaştan ziyade Japon ordusunu eleştirmeye çalışıyormuş gibi bir izlenim, kötü bir tat bırakıyor insanın ağzında.

Başka hiçbir kusuru yok filmin, ama bu da çok önemli bir nokta. Dilerim sonraki filmlerinde Zhang usta bu türden açmazları da aşmanın yolunu bulur.

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adaylığı.
Ayrıca 2 ödül ve 6 adaylık

Açık Gazete, 2 Eylül 2012

The Flowers of War / Jin líng shí san chai / Savaşın Çiçekleri
Yönetmen: Yimou Zhang
Senaryo: Heng Liu (Geling Yan’ın romanından)
Yapımcı: Weiping Zhang
Oyuncular: Christian Bale (John Miller), Ni Ni (Yu Mo), Xinyi Zhang (Shu), Tianyuan Huang (George Chen), Xiting Han (Yi), Doudou Zhang (Ling), Dawei Tong (Binbaşı Li), Atsurô Watabe (Albay Hasegawa)
2011 Çin, Hong Kong ortak yapımı, 146 dakika
Gösterim tarihi: 24 Ağustos 2012
DVD Firması: Pinema

12 Eylül 2012 Çarşamba

11 Eylül Büyük Şüphe

Zaten, aklın yolu bir, bu çapta bir organizasyonu gerçekleştirmeye sadece ABD hükümetinin gücü yetebilirdi. Örneğin kaçırılan uçakları düşürme yetkisine sahip savaş uçaklarını çeşitli tatbikatlara katılmaları amacıyla New York’tan uzaklaştıran Usame Bin Ladin olamazdı.

IMDB: 7,0
Rotten Tomatoes: % 82
Manalı Filmler: 9,5

İnsanlık tarihinin en büyük gizemine biraz daha yakından bakalım ve polisiyenin klasik sorularını soralım: Kimin bu işi yapmaya imkanı vardı ve kim bu suçtan çıkar elde etti?

11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen olaylar dünyanın gidişatını değiştirdi. Dylan Avery’nin belgeseli “11 Eylül Büyük Şüphe”, insanlığa yeni bir yön verenin saldırılar değil, bunların arkasındaki yalanlar olduğunu kanıtlıyor.

Belgesel 11 Eylül günü gerçekleşen olayları sırasıyla ele alıyor ve inceliyor. Önce, iddia edildiği gibi Pentagon’a bir yolcu uçağının çarpmadığını olay günü çekilmiş fotoğraf ve videolarla kanıtlıyor. Sonra İkiz Kuleler’in uçak çarpması sonucu değil, önceden binalara yerleştirilmiş bombaların art arda patlatılması yüzünden çöktüğünü gösteriyor. Hava korsanlarından birinin pasaportunun bulunmuş olması, Kuleler’e çarpan uçaklardan birinden yapılan telefon konuşmaları gibi resmi bulguları da irdeliyor ve çürütüyor. Ve tabii ki 93 numaralı uçağın iddia edildiği gibi yolcuların çabası sonucu Beyaz Saray’a çarptırılamadan düşürülmediğini kanıtlıyor.

Sonuçta 11 Eylül’de işlenen suçların arkasında El Kaide ve Usame Bin Ladin’in değil, bizzat Amerikan hükümetinin bulunduğunu söylüyor.

Zaten, aklın yolu bir, bu çapta bir organizasyonu gerçekleştirmeye sadece ABD hükümetinin gücü yetebilirdi. Örneğin kaçırılan uçakları düşürme yetkisine sahip savaş uçaklarını çeşitli tatbikatlara katılmaları amacıyla New York’tan uzaklaştıran Usame Bin Ladin olamazdı.

Ayrıca 11 Eylül aynı zamanda geniş hacimli bir soygundu: Dünya Ticaret Merkezi’nin bodrum katlarında koruma altında tutulan 167 milyar dolar tutarında külçe altın ve milyonlarca dolar nakit para, enkaz kaldırma işlemleri sırasında olay yerinden kaçırıldı, bunu El Kaide yapamazdı… Veya örneğin Kuleler’de bulunan bomba uzmanı köpeklerin olaydan 5 gün önce geri çekilmesi emrini Bin Ladin veremezdi (Bu emri kimin verdiğini öğrenince çok şaşıracaksınız).

Aklın yolu bir: 11 Eylül’den en büyük karı Amerikan hükümeti elde etti: Yurtseverlik Yasası gibi uygulamalarla ülke içinde tam bir diktatörlük kuruldu, ayrıca ABD, terörle savaştığını bahane ederek Afganistan ve Irak’ı işgal etti, İran’a saldırı da gündemde.

11 Eylül etkisi adam akıllı azalan ABD’yi üstelik çok daha güçlü bir biçimde “dünya jandarması” konumuna yükseltti. Bu, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir durum. O nedenle 11 Eylül-ABD ilişkisine dair gerçekleri öğrenmekte ve paylaşmakta büyük yarar var…

Meraklısına:
Filmin DVD’si ülkemizde yayımlanmıştı ancak İdefix veya D&R gibi sitelerin listesinde artık bulunmuyor. Dükkanlardan araştırabilir veya çevrimiçi izleyebilirsiniz.

11 Eylül’le ilgili çok sayıda kaliteli belgesel üretildi, fakat bunların DVD’si ülkemizde yayımlanmadı. Daha geniş hacimli bir çalışma olmakla birlikte 11 Eylül’le ilgili çarpıcı veriler içeren ilk “Zeitgeist” filmini ise http://www.zeitgeistmovie.com/ adresinden izleyebilir veya DVD’sini satın alabilirsiniz.

11 Eylül 2012, Açık Gazete ve Haber Anı

9/11 Loose Change Second Edition/ 11 Eylül Büyük Şüphe
Yönetmen: Dylan Avery
Senaryo: Dylan Avery, Jason Bermas, Korey Rowe
Yapımcılar: Dylan Avery, Jason Bermas, Matthew Brown, Korey Rowe
2006 ABD yapımı, 82 dakika
DVD firması: Kanal D

24 Ağustos 2012 Cuma

Kaynak

IMDB: 8,1
Rotten Tomatoes: % 94
Manalı Filmler: 9,5
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 765. sırada
İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 93. sırada

Ingmar Bergman’ın anısına,
14 Temmuz 1918 – 30 Temmuz 2007


Bergman filmlerinin en önemli özelliklerinden biri kuvvetli imajlarla dolu olmalarıdır.

“Kaynak” ise en güçlülerinden biri.

Örneğin onlarca Bergman filminde rol alan Max Von Sydow hiçbir eserde burada olduğu kadar etkili değildir. Sakallı ama bıyıksız yüzü, tunçtan bir maskeyi andırır; o dönem İsveç paganizmden Hıristiyanlığa geçiş aşamasında olduğu için aşırı dindar bir kişiliği canlandıran Sydow, bazı sahnelerde Hz. İsa’nın öğütlediği gibi yumuşak bakışlı, şefkat dolu, eski alışkanlıkların rüzgarına kapıldığı anlarda ise cehennemden fırlamış gibi korkunçtur. Her iki ruh halini de olağanüstü bir yetkinlikle oynayan usta aktör, an be an birbirinden etkileyici duruş ve bakışlar sergiler. Fakat onun muhteşem imajları sadece oyunculuk gücünden gelmez, örneğin eşinin, diğer kızının (Ingeri), hatta küçük çobanın görüntüleri de hayli vurucudur.

Kuşkusuz büyük usta Sven Nykvist’in özenli siyah beyaz görüntüleri filmden fışkıran gücün yaratılmasına büyük katkıda bulunur. Ama Nykvist’in çalıştığı tüm diğer Bergman filmlerinden ayrı bir yeri vardır “Kaynak”ın, onun gücü Ortaçağ’ın yaşam koşulları içinde bunalan insanların, çaresiz bakışlarından, hatta perişan giysilerinden gelir bir ölçüde. Kuşkusuz senaryo (hep olduğu gibi) derinliklidir; basit bir intikam hikayesi anlatmaz, kurban kızın ve ailesinin olduğu kadar, genç kıza tecavüz eden çobanların da yaşantılarını çizer. Atmosferi en güçlü Bergman filmlerinden biridir “Kaynak”.

Felsefi açıdan da çok güçlüdür film; iki din arasındaki karşıtlık eser boyunca işlenir (örneğin Ingeri savaş ve ölüm tanrısı Odin’e inanır, tecavüzcülerden biri de kurbanın çantasından dökülen kilise mumlarını tekmeler. Kostümler ve jestler de farklı inançları simgeler). Ayrıca çeşitli sahnelerde iki dinin de simgeleri görselleştirilmiştir, örneğin film ateşle açılır, su ile kapanır (Pagan sembolleri). Böylece insanların “iki cami arası beynamaz” kalışlarına vurgu yapılır, henüz iki sistemden de bir rehber, bir yol gösterici olarak yararlanamamaktadırlar.

Bu nedenlerle film yönetmenin ünlü “inanç üçlemesi”ne ait olmasa da bu temayı işlediği en güçlü eserlerden biridir. Örneğin “Yedinci Mühür” inanmak isteyen bir adamın çığlığıdır; “Kaynak” ise haykıran bir soru işaretine benzer: “Neye inanacağız? Nasıl davranacağız?”

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Oskar ve Altın Küre ödülleri; Kostüm dalında Oskar adaylığı.
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı, Bergman’a özel ödül kazandırdı.

Meraklısına:
Uzmanlar Bergman’ın başarısında Nykvist’in büyük katkısı olduğunda hemfikir. Onunla çalışmaya başladıktan sonra Bergman daha doğal, daha gerçekçi ve her açıdan çok daha güçlü görüntüler elde etmeye başladı. Ayrıca Nykvist usta yönetmenin vurgulamak istediği anlamı kolay aktarabiliyor, üstelik bunu yaparken ana akım sinemanın anlatım biçimlerinin dışında kalmaktan, cesur denemelere girişmekten korkmuyordu (birlikte çalıştıkları filmler çok zor kamera hareketleriyle doludur). “Kaynak”, bu açıdan da çok önemli çünkü iki usta sanatçı ilk kez bu filmde işbirliği yaptılar.

Isaksson "Töres döttrar i Wänge" (Vange’li Töre’nin Kızları) isimli bir halk türküsünden hareketle senaryoyu yazmış.

Senaryolarını kendisi yazan Bergman, Isaksson’un kaleme aldığı üç metni yönetti. Aslen romancı olan yazar “Kaynak”tan iki yıl önce “Brink of Life”ı yazmıştı ve 1986’da kendi romanından “The Blessed Ones”ı perdeye uyarladı.

Haber Anı & Açık Gazete, 4 Ağustos 2012

Jungfrukällan / Virgin Spring / Genç Kız Pınarı / Kaynak / Bakire Bahar
Yönetmen: Ingmar Bergman
Senaryo: Ulla Isaksson
Yapımcılar: Ingmar Bergman, Allan Ekelund
Oyuncular: Max von Sydow (Töre), Birgitta Valberg (Märeta), Gunnel Lindblom (Ingeri), Birgitta Pettersson (Karin)
1960 İsveç yapımı, 89 dakika
DVD firması: Saga

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Yağmuru Bile

“Eğitilmiş beyaz kafa” anlamaz tabii ki böyle şeylerden, ama aslında “mış gibi yapmak” en tehlikeli şey: İnsan duyguları, düşünceleri ve eylemleriyle enerji oluşturur, o enerji de büyür ve yeni olayları doğurur. Bugün “mış gibi yaptığı her şeyin” yarın başına gelebileceğini bilen yerli, tabii ki yanaştırmaz bebeğini suya…

IMDB: 7,7
Rotten Tomatoes: % 88
Manalı Filmler: 8,5

Ülkemizde diğerlerinden ziyade “Te doy mis ojos / Gözlerimi de Al” (1993) filmiyle tanınan İspanyol (kadın) yönetmen Icíar Bollaín, yeni çalışmasında yine çok önemli meseleleri irdeliyor.

Bolivya’da Kolomb dönemiyle ilgili bir filmin hazırlık ve çekimini yürüten bir ekip, zamanında İspanyollara esir düşmüş yerlilerin torunlarının başlattığı bir ayaklanmanın ortasında kalır. Üstelik filmde önemli rolü olan bazı kişiler gözaltına alınmakta, hatta polisten dayak yemekte, filmin yapımcı ve yönetmeninin, eseri tamamlayabilmek için bu meselelerle de uğraşması gerekmektedir. Olayların gelişimi ön plandaki karakterleri, hayatta gerçekte neyin değerli olduğunu tekrar değerlendirmeye mecbur bırakacaktır…

Çekilmekte olan filmin sıradan, popüler eserlerden biri olmadığını, dünya tarihine ciddi bir eleştiri getirdiğini baştan belirten film, günümüzde geçen olaylara paralel olarak çekilen filmden sahnelere de yer veriyor, böylece seyirciye geçmişle bugünü kıyaslama şansı sunuyor.

Kolomb döneminde “uygarlar” yerlilerin altınına göz dikmiş, hedefe ulaşmak için yapmadıkları kötülük bırakmamışlar. Bugünse suyun işletme hakkı uluslararası bir şirkete devrediliyor, faturaların 3-5 katına çıkması söz konusu, yerliler bu kez “su hayattır” diye ayaklanıyorlar.

Zengin ve entelektüel sinema insanları ilk başlarda yerlileri hiç anlayamıyor, aslına bakarsanız, çok da ilgilenmiyorlar. Onların tek derdi, insanlığa “önemli” şeyler söyleyeceğine inandıkları filmi tamamlamak… Ama o insanlarla her gün sette birlikte oldukça aralarında bir yakınlık gelişiyor, “insan sıcağı”nı hissetmeye başlıyor ve olaylara müdahale etmek durumunda kalıyorlar. Özellikle yönetmen Sebastian ve yapımcı Costa’nın dönüşümü çok ilginç ve etkileyici.

Ken Loach filmlerine yazdığı senaryolarla tanınan (“Sweet Sixteen / Afili Delikanlı” ile Cannes’da ödül kazanan) Paul Laverty, hep yaptığı gibi, olayları ve kişileri olanca derinliğiyle irdelemeye çalışırken duygusallığa, ajitasyona yer vermeyen, dengeli, ağır başlı bir metin hazırlamış, Bollain de o senaryoyu, olanca ustalığıyla, akıcı, etkili bir filme dönüştürmüş. Her zamanki gibi oyunculuklar çok başarılı ve yönetmenin hümanizmi ön planda.

“Uygarlarla” “ilkeller” arasındaki farklılık bakımından özellikle bir sahne çok önemli: Rolleri gereği yerli kadınlardan bebeklerini nehirde boğarmış gibi yapmaları isteniyor. Yönetmen özellikle ilgilenip, çocuklar suya değerken sahneyi keseceklerini, devamını oyuncak bebeklerle çekeceklerini, bir tehlikenin söz konusu olmadığını anlatıyor. Buna rağmen kadınlar Nuh diyor, peygamber demiyorlar.

“Eğitilmiş beyaz kafa” anlamaz tabii ki böyle şeylerden, ama aslında “mış gibi yapmak” en tehlikeli şey: İnsan duyguları, düşünceleri ve eylemleriyle enerji oluşturur, o enerji de büyür ve yeni olayları doğurur. Bugün “mış gibi yaptığı her şeyin” yarın başına gelebileceğini bilen yerli, tabii ki yanaştırmaz bebeğini suya…
Genel olarak film, “beyazların” yerlilere yaklaşımını eleştiriyor, arada geçiveren bu türden sahnelerle de asıl cümlesini kuruyor: “İlkel” dediklerinizin sizinkiyle kıyaslanamayacak denli hacimli ve kadim bir bilgeliği var. Tüfeklerinize, polisinize, çok güçlü şirketlerinize karşı koyamıyor olabilirler, ama hayat içinde sizden çok daha güçlüler…

Ödülleri:
16 ödül ve 13 adaylık

También la lluvia / Even the Rain / Yağmuru Bile
Yönetmen: Icíar Bollaín
Senaryo: Paul Laverty
Oyuncular: Luis Tosar (Costa), Gael García Bernal (Sebastián), Juan Carlos Aduviri (Daniel / Atuey), Karra Elejalde (Antón / Colón), Raúl Arévalo (Juan / Montesinos), Carlos Santos (Alberto / Las Casas), Cassandra Ciangherotti (María)
Yapımcı: Juan Gordon
2010 İspanya, Fransa, Meksika ortak yapımı, 103 dakika
DVD firması: Tiglon / Bir Film

13 Temmuz 2012 Cuma

Biutiful

IMDB: 7,7
Rotten Tomatoes: % 64
Manalı Filmler: 9,5

Etkileyici, hatta çok sarsıcı…

Ki bu çok normal; altında Inarritu’nun imzası var.

Hatırlayalım kim olduğunu: 2000 yılında muhteşem “Amores Perros / Paramparça Aşklar-Köpekler” filmiyle kendini dünyaya tanıtan Meksikalı yönetmen… Daha sonra yaptığı uzun metrajlar ise “21 Grams” ve “Babel”… İki Oskar adaylığı var, ayrıca “Paramparça”dan sonra bu yıl da “Biutiful” Yabancı Film kategorisinde Oskar adayı oldu.

Fakat ödüller Inarritu’yu anlatmaya yetmez.

Ağır dramlara cesaretle yaklaşan, izleyicisinden de aynı tavrı bekleyen biridir o; filmleri serttir, tokat gibi çarpar insana.

Yaşayan en önemli yönetmenler arasında sayılmasının nedeni hem sinema zanaatına hakim ve kesinlikle çok yetenekli olması, hem de duyarlılığı… Tüm filmlerinde bireylerin iç dünyalarını olduğu kadar çevrelerini saran toplumsal dokuyu da irdeliyor, çeşitli sorunlara işaret ediyor.

Bu bağlamda, adeta her filmi birer ünlem işaretidir.

Bu kez de, korsan CD, çanta vb eşyaların sokaklarda satışını organize eden Uxbal’ın öyküsünü anlatırken, hem günümüzde çok az yönetmenin cesaret edebildiği kadar toplumsal olanın içinde, hem de ana karakterinin peşinden bir an ayrılmıyor, “küçük insan” denilen yapıdan dev bir anatomi çalışması çıkartıyor. Ayrıca, Uxbal’ın kanser hastası oluşu ve birkaç aylık ömrü kaldığını öğrenmesi, Inarritu’ya yaşam, ölüm, miras bırakmak, sevdiklerinle vedalaşmak gibi spiritüel temalara açılma imkanı veriyor.

İlginç noktalardan biri Uxbal’ın ölülerle iletişim kurabiliyor oluşu, bu özelliğiyle tanınıyor, örneğin cenazelere çağrılıyor, ölülerin “öte tarafa” geçmesine yardımcı oluyor. Fakat senaryo işin bu kısmıyla fazla ilgilenmiyor. Bunu da karakterin çözümlenmesinde dikkate alınması gereken bir veri olarak kullanıyor sadece, bu veriyi ekleyince filmin ana öyküsü, ölümün bu kadar bilincinde olan bir adamın ölüme hazırlanması biçimine dönüşüyor.

Inarritu’nun asıl ilgilendiği yine bireyler ve bir balık ağı misali içinde yaşadığımız doku. Hatırlarsanız, daha önceki filmlerinde de birbiriyle ilgisiz, ama hayatın küçük anlarında yolları kesişen bireylerin öyküsünü anlatmış, dünyanın öte yanındaki bir olayın sonucunun gelip sizi bulabileceğini (vurabileceğini) vurgulamıştı. Bu kez hikayesi İspanyol Uxbal’la kesişenler arasında Çinliler ve Senegalliler de var. Dev bir kentte yerlerini bulmak, karınlarını doyurmak için didinip duruyorlar.

Inarritu’nun dikkat çeken bir başka özelliği ise film zamanıyla oynamak gibi yapısal deneylere girişmesiydi. İlk üç filminde hep senaryo yazarı Guillermo Arriaga ile birlikteydi, bir süredir ayrılar. Bu kez Inarritu yapısal deneylere boş vermiş, dümdüz, alışageldiğimiz biçimde anlatıyor öyküsünü, hatta o kadar ki tüm film “kamerayı koyup çekmişler” izlenimi veriyor. Uğraşılmamış gibi.

Oysa her anı titizlikle tasarlanmış ve ustalıkla kotarılmış bir film bu (Zaten sadece kurgusu 14 ay sürmüş). O yüzden çok etkili. Örneğin cesetleri sahile vuran talihsiz göçmenleri unutamayacaksınız.

Hele o vicdan azabı (ve haliyle Bardem’in yüzü) zaten belleğinizden çıkmayacak…
Açık Gazete, 16 Aralık 2010

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film ve Erkek Oyuncu dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 14 ödül ve 30 adaylık.

Biutiful
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Senaryo: Alejandro González Iñárritu, Armando Bo, Nicolás Giacobone
Oyuncular: Javier Bardem (Uxbal), Maricel Álvarez (Marambra), Hanaa Bouchaib (Ana), Guillermo Estrella (Mateo), Eduard Fernández (Tito), Cheikh Ndiaye (Ekweme)
Yapımcılar: Fernando Bovaira, Alejandro González Iñárritu, Jon Kilik
2010 Meksika, İspanya ortak yapımı, 148 dakika
Gösterim tarihi: 28 Ocak 2011
DVD firması: Tiglon

3 Temmuz 2012 Salı

Avukat

Güç-başarı odaklı Amerikan sosyal yaşamını eleştiren “Jerry Maguire”, “Milyon Dolarlık Bebek”, “Köstebek” gibi yakın dönem filmlerine sağlam bir örnek daha eklendi: “Şeytanın Avukatı”nın senaristi Tony Gilroy, yönettiği ilk eser olan “Avukat”da, benzer temaları, daha geniş açılımlarla ele almış

Krallığını genişletmek
“Avukat” filminin ana karakteri Michael’a oğlu “Krallık ve Fetih” isimli bir kurgusal-fantezi romanından bahsediyor, kitabı veriyor ve kuralları açıklıyor: Yeni topraklar fethetmek, bir başka deyişle etki ve kontrol alanını genişletmek için sadece kendi gücüne güven, diğer oyuncularla işbirliği yapabilirsin ama kimliğini kimseye açıklama, çünkü karşındaki düşmanın olabilir (zaten herkes rakibin)… Gilroy ve ekibi “Krallık ve Fetih”i, standart FRP (belli bir kimliğe bürünüp maceralar yaşadığınız, gizemleri çözerek ilerlediğiniz oyunlar) yapısında tasarlamışlar. Aynen “Avukat” filmi gibi… Ünlü “Bourne / Geçmişi Olmayan Adam” serisini de yazan Gilroy bu yapıya zaten aşina.

Gilroy’un FRP ile ilişkisi “Avukat” filmini çözümlemek için en uygun anahtar olduğu gibi, kendisini yakından tanımak için de çok elverişli bir malzeme. Açıkladığı üzere kendisi, 70’ler Holivud sinemasına bayılıyor, özellikle de Alan J. Pakula, Sydney Lumet ve Sydney Pollack’ın çalışmalarına… Bu 3 yönetmenden ne kadar etkilendiği “Avukat” filminin ilk 5 dakikasını seyretmekle bile anlaşılabiliyor, çünkü filmin görsel yapısı o tarz sinemayla aynı: Çoğunlukla dar mercek kullanımı, sıkışık kadrajlar, popülist filmlere oranla düşük bir film temposu, minimalist oyunculuk ve müzik kullanımı, koyu renkler ve bunaltıcı bir atmosfer… “Avukat”da da dahili mekanlar şaşaadan uzak ve gölgeli, neredeyse tüm harici sahneler ya yağmurlu veya gece… Bu görsel yapı sayesinde “Avukat” da selefleri gibi “fazla gerçek” görünüyor (zaten bu amaçla, çekimleri stüdyoda değil gerçek mekanlarda yapmak gibi kararlar alınmış). Keza “Avukat”da da ana karakter bir anti-kahraman; kendini sosyal/siyasi bir meseleyle ilintili bir tuzağın içinde buluyor, film boyunca karşılaştığı (bazıları ölümcül) sorunlarla güç bela başa çıkabiliyor ve film mutlu son şablonuna prim vermiyor.

Bu açıdan bakıldığında “Avukat”ı, “Serpico” (Lumet), “The Parallax View” (Pakula) veya örneğin “Three Days Of The Condor-Akbabanın Üç Günü”nün (Pollack) devamı olarak görmek mümkün; ama fazlası da var: Gilroy sistem-insan ve hayat-insan ilişkisine de dikkat çekiyor, ki bu daha evvel yapılmamıştı.

Bir önceki paragrafta bahsi geçen filmlerde kahramanımız Naziler, CIA veya Derin Devlet kaynaklı bir meselenin ortasına düşer. İnsanların ölmesine neden olan şey sistemdir, suçlu ise yöneticiler (Zaten Holivud’un ana prensibi sistemi değil, bireyleri suçlu göstermektir)… İşlenen macera ise özel bir durumdur; herhangi bir gün, herhangi birinin başına gelemeyecek bir şey…

“Avukat”da ise Gilroy, sistemin, bu türden meselelerin her an ortaya çıkmasına yol açacak kadar geliştiğini, bu hikayelerin sıradan olaylar haline geldiğini gösteriyor. Bir başka deyişle sistemin kendisi bir tuzağa dönüşmüş… En azından yüksek seviyelerde… (“Şeytanın Avukatı”nda sistemi Şeytan yönetiyordu, bu kez o da yok, çünkü ona ihtiyaç yok…) 3 milyar dolarlık davaların söz konusu olduğu alanlarda sistem, yasa dışılığı meşrulaştırıyor. “Kölesi” olan kişileri, yani gece gündüz demeden bağlı olduğu şirket için çalışan Karen’leri, Marthy’leri ödüllendiriyor ve “çürük elma”ları ayıklıyor: Arthur gibi psikolojik sorunları, Michael gibi kumar bağımlılığı olanlar her an sistemin dışına itilebilirler ki bu, onlar için “hiç” olmak demek… “Birisi” olarak kalmanın yolu “temiz yaşamak”tan geçiyor, yani kendini sadece ve sadece işine adamaktan…

Karakterlerinin “suçlu sistem”le neden ve nasıl işbirliği yaptığını da irdeleyen Gilroy, kimseyi standart “kötü adam” olarak çizmediği gibi, aslında herkesin her açıdan haklı olduğunu özellikle vurguluyor (örneğin “iyi” Michael ile “kötü” Karen arasında çok benzerlik var). Dolayısıyla “Biz insanlar böyleyiz, bu nedenle de sistem böyle” cümlesine varıyor…

Savunma psikolojisi içinde yaşıyor, kendi küçük krallıklarımızı genişletmeye, en azından sınırlarını korumaya çalışıyoruz. Çünkü ne kadar büyük (güçlü) olursan o kadar çok kazanıyor ve kendini o kadar iyi koruyabiliyorsun… 600 avukatın çalıştığı hukuk şirketinin ortaklarından Marty’nin de, dev U/North şirketinin hukuk danışmanı Karen’in de hedefleri aynı: Mümkün olduğunca çok büyümek… Bu uğurda gereken her savaşa girmek, kazanmak için gereken her şeyi yapmak…

Yani hiçbirimiz “masum değiliz”…

Daha önceki bazı çalışmalarında da Gilroy, ana karakterinin, içinde debelendiği tuzakla doğrudan ilişkili olduğunu göstermişti: Örneğin avukat Kevin’in (K. Reeves) yaşadığı felaketin sorumlusu Şeytan (A. Pacino) değil, bizzat kendisidir: Sunulan seçenekler içinden hep kötüsünü, ahlaksız olanını seçmiştir… Keza Jason Bourne (M. Damon) da, 3. filmin sonunda kendisiyle karşılaşır, yaşadığı ölümcül serüveni kendi tercihinin başlattığını öğrenir.

Ana karakterlerini masum/mağdur/kurban olarak çizmemesi, Gilroy’un Pollack-Lumet-Pakula çizgisinden önemli farklılıklarından biri…

Yap-boz ve FRP
Sistem-insan ilişkisine dair cümleleri –seleflerininkinden- daha gerçekçi olan Gilroy’un hayat-insan ilişkisine dair kurduğu tümce ise daha da şaşırtıcı ve Orson Welles’inki kadar önemli: Başyapıtı “Citizen Kane / Yurttaş Kane”de, Kane’in ikinci karısının yap-bozlara sardırdığını gösterirken Welles’in amacı seyirciye bir anahtar sunmaktı: “Yurttaş Kane”i analiz edebilmek için filmin de bir yap-boza benzediğini anlamak gerekir; karmakarışık sunulmuş parçaları yerli yerine oturtursanız, resmin tamamı ortaya çıkar, filmin/Welles’in muradının ne olduğu da anlaşılır…

Welles’in temel meselesi “anlamak”la ilişkiliydi; seyirciden bir insanı tanımanın ne kadar zor olduğunu anlamasını talep eden bir film için yap-boz ideal bir metafordu. Gilroy’un meselesi daha karmaşık: Michael neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama bu yeterli değil; her yeni idrak seviyesinde, “doğru” hamleyi bulup yapması da lazım. Seçimler de çok önemli.

Aynen FRP’lerde olduğu gibi…

Gilroy’un FRP’leri bu kadar önemsemesinin nedeni de zaten bu: Bir FRP, hayatın –yap-boza oranla- daha gelişmiş bir metaforudur…

Filmin kilit sahnesinde Michael kırda gördüğü üç ata daha yakından bakmak amacıyla arabasından uzaklaştığında araca yerleştirilmiş bomba patlıyor, yani atlara bakması yaşamını kurtarıyor. Üstelik bu sahne ortalık yeni ağarmışken gerçekleşiyor, yani bir “aydınlanma” anıyla karşı karşıyayız. O an Michael, çok önemli iki şeyi anlıyor: Birincisi, yaşamı bir FRP’ye dönüşmüş (“Krallık ve Fetih”in bölümlerinden birinin başında, kırdakilerden birine çok benzeyen bir atın resmini görmüştü)… Ve ikincisi, içinde debelendiği FRP, artık yeni bir aşamaya varmış, oyun çok sertleşmiş. Bir oyuncu olarak Michael sert oynamayı tercih etmeyebilir, ama diğer oyuncular ona bu hakkı tanımıyorlar…

FRP’lerde çocuğunuzu iyi yetiştirdiğiniz veya evinize şahane bir bahçe yaptığınız için puan alamazsınız, sadece zaferler puan getirir. Yani FRP, hayatın sınırlı bir simülasyonudur, sadece kazanmak için geçerli araçların (silah, maden vs) olduğu sınırlı bir evrendir.

O nedenledir ki insan hayatlarının FRP’ye dönüşmüş olması çok tehlikelidir.

Bu tehlikeyi anlayan Michael FRP’yi terk etmeye karar veriyor (kendi seçimleri sonucu oluşan tuzaktan ancak böyle çıkabilir zaten). Bir taksiye biniyor, cebindeki son parayı taksiciye uzatıp kendisini oradan “elli dolarlık uzaklaştırmasını” istiyor. Hem dramatik, hem de felsefi açıdan çok etkileyici olan bu replik, “ne halleri varsa görsünler” gibisinden bir anlamı da içeriyor, “hiçbiriniz bir FRP’de yaşamaya mecbur değilsiniz” manasına da geliyor.

Gücünü artırmak
Sinemaya aktarmak bakımından kimi zorluklar taşıyan, biraz da geniş tutulmuş bir senaryoyu, tüm güçlükleriyle başa çıkarak, dengeli, sakin, olgun bir yönetmenlikle filme aktarmayı başaran Tony Gilroy, böylelikle, kariyerinin bir “üst aşamasına” tırmanmış oluyor. Yanında Sydney Pollack ve George Clooney de var. Yani Holivud’daki az sayıdaki muhaliflerin üçü, ilk iş birliği denemelerinden yüz akıyla çıkmış oluyorlar.

Bu da Holivud’daki güç ve kontrol alanlarını, yani “krallık”larını genişletmeleri anlamına geliyor…

Ki bu, çok sevindirici bir gelişme; çünkü Holivud yıllardır tüm dünyayı, kendi yarattığı sığ FRP’lerin batağında tutmaya çalışıyor…

Sinema, Ocak 2008

Michael Clayton / Avukat
Senaryo ve yönetim:
Tony Gilroy
Yapımcılar: Kerry Orent, Sydney Pollack, Steven Samuels, Jennifer Fox
Oyuncular: George Clooney (Michael Clayton), Tom Wilkinson (Arthur Edens), Tilda Swinton (Karen Crowder), Sydney Pollack (Marty Bach), Michael O'Keefe (Barry Grissom)
2007 ABD yapımı, 119 dakika
Gösterim tarihi: 23 Kasım 2007
DVD firması: Tiglon / Fida Film

29 Mayıs 2012 Salı

Picasso ile Yaşamak

Hayli renkli bir kişiliği derinlemesine inceleyebilmesiyle önem kazanan bir film… Son derece sıcak, Picasso’nunkine benzer bir karizmaya, adeta şeytan tüyüne sahip bir çalışma... Ivory son derece ilginç karakter ve ilişkileri perdeye aktarırken asıl desteği Joan Plowright, Peter Eyre gibi güçlü oyunculardan alıyor

IMDB: 6,2
Meta Critic: % 55
Manalı Filmler: 8,0

“Surviving Picasso” öncelikle adıyla coşku veren bir proje. Dilimize -biraz zorlarsak- “Picasso’dan arta kalmak” biçiminde çevirebileceğimiz isim, Picasso ile geçirilen bir dönemin ardından ayakta kalabilmenin zorluğuna işaret ediyor hınzırca. Çoğu büyük sanatçı gibi egosantrik bir kişilik olan Picasso kendi benliğine tutkun (“Kimse Picasso gibi bir erkeği terk edemez!”), güçlü karizması sayesinde insanları kolayca etkileyebilen, etrafını kendisini Picasso’ya adamış bir dizi insanla çevreleyebilen (“Sen bensiz bir hiçsin”), birlikte olduğu her kadını köleleştirip, kişilikleri nasıl olursa olsun kafasındaki uysal, anlayışlı, anaç eşe dönüştürmekte de fazla zorlanmayan biri, yalnızca resim ve heykelleriyle değil, insanlarla ilişkisinde de adeta bir büyücü.

35 yıllık verimli ortaklıklarında Hint ve İngiliz kültürüne eğilen saygın edebiyat uyarlamalarıyla tanınan James Ivory-Ismail Merchant ikilisi, yeni filmlerinde bu egosantrik kişiliğin iyi resmedilmiş bir portresini çiziyorlar. “Camille Claudel”, “Immortel Beloved / Ölümsüz Sevgi” gibi, yine büyük sanatçıların yaşamlarını aşkı eksen alarak perdeye aktaran yapıtların izinden giden “Surviving Picasso” hayli renkli bir kişiliği derinlemesine inceleyebilmesiyle önem kazanan bir film. Picasso’nun -kendi deyimiyle- “kadınlarından biri" olan Françoise Gilot’nun birinci elden tanıklığından yararlanan senaryo, efendi-köle ilişkisinin hemen tüm yönlerini işlerken, Françoise’ın babası gibi zorunlu duraklardan da geçiyor. Yardımcısı Sabartes’e, Picasso’ya neden bu kadar bağlı olduğunun açıklatılması bu tür ilişkilerin kurulabilmesinde, insanlara üç kuruşluk değer vermeyen “efendi” kadar, ona adeta tapan “köle”lerin de payı bulunduğunu gösteriyor.

Ve bu arada sinemanın gerçekle ilişkisine dair yeni cümleler de kurulmuş oluyor. Picasso’nun Françoise’a kumsalda şemsiye taşıdığı ya da birlikte cam üstüne resim yaptıkları anların, sinemanın gücü sayesinde asıllarına çok benzer bir biçimde resmedilebilmesi heyecan verici.

Ivory son derece ilginç karakter ve ilişkileri perdeye aktarırken asıl desteği Joan Plowright, Peter Eyre gibi güçlü oyunculardan alıyor. Julianne Moore ve Bob Peck öne çikarlarken, yıllardır iyi oyuncu olarak tanınan ama artık adı sinema tarihinde özel bir yeri olan büyük oyuncularla birlikte anılacağa benzeyen Anthony Hopkins, “Welcome to Welville / Welville’e Hoşgeldiniz” ve “Nixon”dan sonra bir kez daha devleşiyor. Üstelik çok kontrollü oyunculuğunu yırtmaya, daha özgür bir tarz tutturmaya iyice yaklaşarak. Françoise ile Marie Therese’in kadınca sohbetlerini taşladığı sahnedeki oyunculuğu düşünülürse Hopkins’in yaratıcılığı ve üstün oyunculuk düzeyiyle hepimizi şaşırtmayı sürdüreceği belli.

Ivory’nin birlikte çalıştığı yapım, senaryo, görüntü ve sanat yönetimi ekibi, bir kez daha eli yüzü düzgün, hedefine ulaşan bir filmin ortaya çıkmasını sağlamış. Ancak bu kez senaryoya temel oluşturan malzemenin çeşitliliği Jhabvala’nın işini güçleştirmiş, mümkün olduğunca fazla olay gösterilmeye çalışılınca senaryonun denetimi elden kaçmış. Filmde tipik Ivory eserlerine kıyasla daha fazla sahne bulunması yönetmenin sahneleme ve kurgu üslubunun bir miktar değişmesine, ortaya daha tempolu, daha akıcı bir filmin çıkmasına yol açmış. Bu üsluba yeterince hakim olunmamasından kaynaklansa gerek, montajda, özellikle sahne bitimlerinde küçük aksamalar gözleniyor, örneğin küçük esler vermesi gereken noktalar hızla geçiyor, izlerken daha düşük tempolu Avrupa filmlerini, baykuşun kediyi kapması gibi üst düzey teknik beceri gerektiren bölümlerinde ise yüksek bütçeli Holivud filmlerini özlediğiniz bir çalışma oluyor “Surviving Picasso”.

Keza geriye dönüş sahneleri de çok yapay duruyor.

Tüm aksamalarına karşın film son derece sıcak, Picasso’nunkine benzer bir karizmaya, adeta şeytan tüyüne sahip bir çalışma. Hele kimi bölümlerinde özellikle dikkat çekiyor. Bana en ilginç gelen Matisse’i ziyarete gittikleri bölüm oldu. Bir gün birileri çıkıp Françoise’ın deyimiyle Picasso’ya “onaylamadığı oğlu” gibi davranan ve yüzüne karşı “kadınlardan nefret etmeyi sana bırakıyorum” diyen Matisse’in yaşamını perdeye aktarır mı acaba?..

Sinema, Sayı. 28, Mart 1997

Surviving Picasso / Picasso ile Yaşamak
Yönetmen: James Ivory
Senaryo: Ruth Prawer Jhabvala (Arianna Stassinopoulos Huffington’un “Picasso: Creator and Destroyer” adlı kitabından)
Yapımcılar: Ismail Merchant, David L. Wolper
Oyuncular: Anthony Hopkins (Picasso), Natasha McElhone (Françoise), Julianne Moore (Dora), Allegra Di Carpegra (Genevieve), Joss Ackland (Matisse), Peter Eyre (Sabartes), Joan Plowright (Françoise'nın büyükannesi), Laura Aikman (Maya), Diane Venora (Jacqueline), Peter Eyre (Sabartes), Bob Peck (Gilot)
1996 ABD, İngiltere ortak yapımı, 125 dakika
Dağıtımcı firma: WB.
Gösterim tarihi: 7 Şubat 1997
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

4 Mayıs 2012 Cuma

Paramparça: Aşklar-Köpekler

Ve hayat bir bütün olduğu içindir ki, burası etme bulma dünyası, ne ekersen onu biçiyorsun, ihanet edersen ihanete uğruyorsun, El Chico’nun müşterisi olan gencin yaptığı gibi şiddete davetiye çıkarırsan, gün geliyor hayat o zarfın üzerine senin adını da yazıyor

IMDB: 8,2 (170. sırada)
Rotten Tomatoes: % 9,2
Manalı Filmler: 9,9

“Amores Perros /Paramparça: Aşklar-Köpekler”, melek tarafımızla hayvan yanımız, “köpek yüreğimizle” “köpek dişlerimiz” arasındaki gerilim yüzünden paramparça olan insan yaşamları hakkında bir film…

Bir araba kazasının birbirine bağladığı üç öykünün ortak tarafı, hikayelerin baş kişilerinin, köpekleri ve belli bir insanı çok seviyor olmaları, tam da bu sevgi yüzünden zarara uğramaları, hissettikleri sevgiyle yırtıcı alışkanlıklarının oluşturduğu kör makasın cenderesinde kalıp ruhen ve bedenen parçalanmaları…

İlk öykünün kahramanı Octavio, ağabeyi Ramiro’nun karısına aşık, köpeği Cofi’yi dövüştürerek kazandığı parayla şehirden kaçıp Susana ile yeni bir yaşama başlamayı arzuluyor.

İkinci öykünün merkezinde ünlü model Valeria var: Sevgilisi Daniel’le yeni bir hayata başladığı gün kaza geçiriyor, vücudu, mesleğini sürdüremeyeceği biçimde zedeleniyor. Evden çıkamadığı –ve kimselerin onu aramadığı- boğucu nekahat günlerinin tek yoldaşı köpeği Ritchie’yi, kaçıverdiği döşemenin altından çıkaramıyor, zavallı hayvanı farelerin parçaladığını sanarak günler geçiriyor.

Octavio ve Valeria’nın arabalarını “parçalayan” kazaya, El Chico (Keçi) lakaplı evsiz tanık oluyor, görevlilerin arabadan çıkarıp yola bıraktıkları Cofi’yi sahipleniyor, yaşadığı terkedilmiş binada baktığı bir grup sokak köpeğinin arasına katıyor. Eski bir gerilla olan El Chico kiralık katil aslında, dağa çıkarken terkettiği kızıyla yeniden ilişki kurmanın yollarını arıyor.

Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu, bu üç öyküyü zamanı parçalayarak birleştiriyor, örneğin araba kazasını üç kez izliyoruz, her birinde bir kahramanın bakış (görüş) açısından.

Film, Tarantino’yu dünya çapında üne kavuşturan “Reservoir Dogs / Rezervuar Köpekleri”ni anımsatacak biçimde, hızla giden bir arabanın içinde (kazanın hemen öncesinde) açılıyor. Silahlı takip sürmektedir, filmin baş kişilerinden biri arabayı kullanırken bir yandan da arka koltukta kan kaybetmekte olan “köpek”le ilgilenmektedir vs.

Bu sahne aslında Octavio’nun öyküsünün orta bölümünde yer alıyor. Hikayenin başına dönüp delikanlıyı tanıyor, ağabeyi, annesi ve yengesi Susana ile ilişkisini izlemeye başlıyoruz. Filmde -başka bir çok şeyle birlikte-zamanın da parçalanacağını seyircisine böyle bildiriyor yönetmen.

Filmde parçalananların başında (David Cronenberg’in kulakları çınlasın) bedenler geliyor. Yakışıklı Octavio, duş alırken Ramiro’nun saldırısına uğruyor, kazadan çeşitli kırık ve yaralarla çıkıyor, bastonla yürüyebiliyor. Güzel Valeria’nın bedenine de iki darbe iniyor, araba kazasında parçalanan bacağı, yatak odasındaki -intihar girişimi izlenimi veren- kazadan sonra kangren olduğu için kesiliyor. Listede, Octavio’nun önce kafa attığı, sonra da dövdürdüğü Ramiro’nun banka soyarken bir kurşunla delinen bedeni, kazada ölen arkadaşı ve yine Octavio’nun bıçakladığı rakibi de var.

Sadece insan bedenleri değil, köpekler de parçalanıyor: Cofi’nin dövüşlerde öldürdüğü hemcinsleri, başarısı yüzünden bir insan tarafından kurşunlanması, iyileşir iyileşmez El Chico’nun köpeklerini parçalaması ve tabii ki farelerin yaraladığı Ritchie…

Octavio ve Valeria’nın arabaları kazada, El Chico’nun birbirlerine düşürdüğü üvey kardeşlerin arabaları ise bir hurdacıda parçalanıyorlar. Valeria ve sevgilisi, Ritchie’yi kurtarmak için döşemenin tahtalarını, Daniel yatak odasının kapısını parçalıyorlar.

Ve yaşamlar parçalanıyor… İzlediğimiz üç evliliğin biri 20 yıl önce, El Chico’nun karısı ve kızını terkedip dağa çıkmasıyla yıkılmış. İkincisi, filmin başlarında yıkılıyor, Daniel karısı ve iki kızını terkedip Valeria’yla birlikte yaşamaya başlıyor. Octavio’nun tüm çabalarına rağmen yıkılmayan Susana’nın evliliği ise Ramiro’nun ölümüyle bitiyor.

Oya gibi işlenmiş senaryo, üç ana kişi arasındaki benzerlik ve farklılıkların altını, zamanı parçalama yönteminden yararlanarak öyle bir çiziyor ki, seyirciye sadece izlemek ve “hayat ne kadar tuhaf” diye düşünmek kalıyor: El Chico’nun kızı babasız büyümüştü, Daniel’in kızlarını ve Ramiro’nun biri henüz doğmamış çocuklarını da aynı gelecek bekliyor.

Üç farklı sınıftan gelen kahramanlar, film boyunca büyük miktarlarda paralar kazanıyor ve kaybediyor ya da sevdikleri kişiye veriyorlar.

Maalesef hayat böyle…
Senaryo paralelliklerle örülmüş, ama her benzerlik, farklılığı da barındırıyor. Örneğin kazadan sonra -ameliyat için- saç ve sakalı kesilen Octavio’nun yeni yüzü kaybettiklerinin resmi olurken, El Chico’nun traş oluşu gerilla/kiralık katil kimliğini bırakacağını düşündürüyor.

Octavio yeni bir yaşama başlayamazken, bunu başarabilen Valeria sonrasında neredeyse her şeyini kaybediyor, katil El Chico’nun parçaladığı aileler, söndürdüğü yaşamlar sayesinde kazandığı paralar cebinde, katil köpeği yanında yeni bir yaşama doğru yürüdüğü final sahnesi ise filmin en çarpıcı bölümlerinden biri. Sadece onun başarabilmesinin nedeni belki de, yaşam ateşinde adamakıllı pişmiş, çelik gibi sertleşmiş olması, ama onun da duyguları, büyük acıları var. Geçmişte inandığı ideoloji uğruna, hapisten çıktığından beridir ise, inançsızlığı sayesinde gözünü kırpmadan adam öldürebiliyor ama Cofi’nin başına dayadığı silahını ateşleyemiyor. Cinayetlerle ilgili hiç suçluluk duymuyor ama kızıyla ilgili vicdan azabı öylesine büyük ki bedenine sığmıyor.

Filmin başarısında Inarritu’nun sağlam bakış açısının payı büyük. Senaryo başta olmak üzere tüm filme, didaktik olmayan, gördüklerini yansız bir tutumla izleyiciyle paylaşan bir anlayış hakim. Tüm karakterlere ne çok yakın, ne çok uzak, orta karar bir mesafede duran yönetmen, öfkeli, ya da isyankâr da değil; küçük kardeşlerinin yaramazlıklarından bahseden bir ağabey gibi, onları anlayarak, “maalesef böyle oluyor” der gibi anlatıyor…

İlginçtir ki film, insanlık durumlarını işlerken köpeklerden bolca yararlanıyor. Köpekler, nedensiz şiddet uygulamayı bilmiyorlar, fakat sahipleri arzu ettiğinde hemcinslerini öldürmeyi de öğreniyorlar. Köpek dövüşünü kazanç vasıtasına çevirenler insanlar; öz ya da üvey kardeşlerine, karılarına ve çocuklarına ihanet edenler de onlar. Köpekler ise sadakatleriyle tanınıyor, ihanet nedir bilmiyor, koşulsuz seviyorlar. İnsanlar da sevebiliyor kuşkusuz, fakat koşulları var, ihanete teşneler, bir yanları ne kadar melekse, öbür tarafları da o kadar hayvansı: Ramiro’nun karısına davranışlarında bu iki ucu da görüyoruz, Valeria ve Daniel’in birbirlerine tavırları da iki uç arasında dalgalanıyor. Octavio ağabeyine köpek gibi davranırken Susana’ya adeta tapıyor. Onlarca çocuğu öksüz bırakan El Chico, kızından bir gülücük, bir tatlı söz alabilmek için çevresinde dolaşıyor.

“Paramparça” tam da bu nedenlerle çok sert bir film, her mideye, her beyne göre olmadığı kesin. Çünkü bize bizi gösteriyor, hem melek, hem köpek olduğumuzu, bu ikisi arasında bir denge tutturmaya çalışırken kendimizi ve başkalarını parçaladığımızı anlatıyor.

Başkalarını da parçalıyoruz çünkü hayat bir bütün, hemcinslerini öldürmeyi öğrettiğin köpek, başka evlerde de sergiliyor marifetini…

Ve hayat bir bütün olduğu içindir ki, burası etme bulma dünyası, ne ekersen onu biçiyorsun, ihanet edersen ihanete uğruyorsun, El Chico’nun müşterisi olan gencin yaptığı gibi şiddete davetiye çıkarırsan, gün geliyor hayat o zarfın üzerine senin adını da yazıyor.

Tüm bunlarda raslantılar da rol oynuyor; Valeria yemek pişirmeyi biliyor olsa kaza geçirmeyecekti. O kazaya tanık olmasa El Chico, hayatını söndürmek için binlerce peso aldığı genci, sevgilisinin yanında vuracak, iki üvey kardeşi, ortalarında bir silahla başbaşa bırakmayacaktı.

“Paramparça”da böyle çarpıcı onlarca yaşantı parçası, onlarca dram var, hepsi de “Yaşam ne acayip” dedirten cinsten.

Hem de o kadar tuhaf ki; yüksek binalara boydan boya asılan resmin, gün geliyor indiriliyor. Ve sen, o resimde gururla sergilediğin güzel bacaklarından biri kesikken bakabiliyorsun boş duvara… Yanında seni hiç bırakmayacak köpeğin, bu haline uzun süre katlanmayacağı anlaşılan sevgilin ve gözlerinde yaşlarla…

Ağustos 2001
Yapımcı ve yönetmen: Alejandro Gonzalez Inarritu
Senaryo: Guillermo Arriaga
Oyuncular: Emilio Echevarria (El Chivo), Gael Garcia Bernal (Octavio), Goya Toledo (Valeria), Alvaro Guerrero (Daniel), Vanessa Bauche (Susana), Jorge Salinas (Luis), Marco Perez (Ramiro)
2000 Meksika yapımı, 154 dakika
DVD firması: As Sanat

30 Nisan 2012 Pazartesi

Güzel Bir Gün

Bu filmi benzersiz kılan da cesareti: Jack de Mel de boşanmış kişiler ama senaryo seyircinin onları “evliliği sürdürememiş”, yani başarısız insanlar olarak algılaması riskini göze alıyor. Ana karakterlerini “masal kahramanı” olarak çizmekten özellikle kaçınıyor; işleriyle ilgili sorunlarını, katlanmak durumunda kaldıkları durumları da işliyor, yetersiz yönlerini, hatalarını, korkularını da sergiliyor
IMDB: 6,2
Rotten Tomatoes: % 47
Manalı Filmler: 8,5

Mademki “geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları”, birkaç romantik komedi başyapıtını anımsatalım; vatandaşa hizmet olsun.

Türün şablonunu oturtan 1934 tarihli “It Happened One Night / Bir Gecede Oldu”dan beri izleyicinin kalbindeki yerini koruyan romantik komedi türünün temel cümlesi hiç değişmez: Sizin için “yaratılmış” biri mutlaka vardır ve onunla en olmayacak yer ve zamanda karşılaşmanız olasıdır… Bu önerme gerçektir; ama romantik komedi kadın-erkek ilişkisinin yıpratıcı ve zor kısımlarıyla da, aşkın negatif yönleriyle de ilgilenmez, gerçekliğin bir kısmını özellikle ve özenle dışladığı için “masal” olarak kalır. Bunun bir nedeni daha vardır: Herkesin yaşayabileceği bir durum, romantik komedi evreninde milyonda bir rastlanılabilecek bir olay gibi ele alınır, hem ana karakterler, hem de tanıştıkları ve yakınlaştıkları anlar “ilahi bir gücün eseri” olarak sunulur. “Eş ruh” önermesine yaslanan bu filmler, bol hayal kırıklığı yaşamış, adeta aşka küsmüş insanlara ilham ve umut verirken, sıcak, sevimli bir dünya sundukları için, halen mutlu bir ilişkiyi sürdüren ve hatta “unumu eledim, eleğimi astım” pozisyonundaki kişilerle de rahatça diyalog kurabilir, onları da mutlu edebilirler.

Gerçek bir hali masal gibi sunmak ilkesi gereği her romantik komedi, gerçeklikle fantezi arasında makul bir denge tutturmak zorundadır. “Jeux D'Enfants / Cesaretin Var mı Aşka?” (Yann Samuell, 2003) veya “Pretty Woman / Özel Bir Kadın”da (Garry Marshall, 1990) olduğu gibi kastederek masalsı öğelere ağırlık vermesi de mümkündür, “Say Anything… / Bir Şey Söyle”de (1989) Cameron Crowe’un yaptığı gibi, hayli gerçekçi bir tavır sergilemek de…

Özellikle Katherine Hepburn’ün rol aldığı “Bringing Up Baby / Tehlikeli Bebek” (1938), “Woman of the Year / Yılın Kadını” (1942)”, “Pat & Mike” (1952) gibi filmlerle kendine kalıcı bir yer edinen Amerikan romantik komedisi, 1990’larda önemli bir dönüşüm geçirdi, gerçekçi bir yaklaşımla üretilmiş eserler ağırlık kazandı: “Frankie and Johnny” (Garry Marshall, 1991), “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları” (Nora Ephron, 1993) gibi…

Trafiği sıkışık, caddeleri kalabalık, insanları duyarsız bir büyük kentte oradan oraya koşturmak durumunda olan bir çifti gün boyu takip eden “Güzel Bir Gün” de onlardan biri. Üstelik Jack ve Mel’in yanında iki de çocuk var; her an onları düşünmek, korumak, çoğunlukla gazete binası gibi olmadık yerlere onları da götürmek zorunda kalıyorlar.

Çocuklu yetişkin olgusu romantik komedi türü için cazip değildir; genç izleyici kitlesi filmle yeterince bağ kuramayabilir, ama daha önemlisi ortada çocuk varsa evlilik de var demektir, bu durumda da ana karakterlerden en az birinin ya dul veya boşanmış ya da eşini aldatan bir kişi olması gerekir, bunlarsa “masal”ın havasını bozar.

Bu filmi benzersiz kılan da cesareti: Jack de Mel de boşanmış kişiler ama senaryo seyircinin onları “evliliği sürdürememiş”, yani başarısız insanlar olarak algılaması riskini göze alıyor. Bunu bir engel olarak görüp uzak durmak yerine, üzerine gidiyor, her ikisinin de çocukları bazen tehlikeden uzak tutmayı beceremediklerini, hatta Mel’in kendisine emanet edilmiş çocuğu kaybettiğini gösteriyor. Ana karakterlerini “masal kahramanı” olarak çizmekten özellikle kaçınıyor; işleriyle ilgili sorunlarını, katlanmak durumunda kaldıkları durumları da işliyor, yetersiz yönlerini, hatalarını, korkularını da sergiliyor.

Senaryonun belli bir derinlikle işlediği karakterleri “gerçek” kılansa tabii ki başarılı oyunculuklar. Başta iki çocuk olmak üzere, yan rollerdeki isimler son derece başarılı.
Clooney ve Pfeiffer ise hep zamanki gibi karizmatik ve çok çekici; uyumlu bir çift olmuşlar, aralarındaki kimya adeta ekrandan fışkırıyor. Performansları ise yine birinci sınıf, şaşırtıcı derecede usta işi…

Ödülleri:
En İyi Özgün Şarkı dalında Oskar, Altın Küre ve Grammy adaylığı
Ayrıca 4 ödül ve 3 adaylık.

One Fine Day / Güzel Bir Gün
Yönetmen: Michael Hoffman
Senaryo: Terrel Seltzer, Ellen Simon
Yapımcılar: Kate Guinzburg, Mary McLaglen, Lynda Obst, Michelle Pfeiffer
Oyuncular: George Clooney (Jack Taylor), Michelle Pfeiffer (Melanie Parker), Mae Whitman (Maggie Taylor), Alex D. Linz (Sammy Parker), Charles Durning (Lew)
1996 ABD yapımı, 108 dakika
Gösterim tarihi: 7 Mart 1997
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

13 Nisan 2012 Cuma

Gelin

IMDB: 7,2
Manalı Filmler: 8,5

Lütfi Ömer Akad’ın anısına
(2 Eylül 1916 – 19 Kasım 2011)


Büyük usta için yapılan bir tarif vardır: “Yazamadığı romanların sinemasını yapar” denir. Bu tespitin anlatmak istediği, Akad senaryolarının (özellikle “Anadolu Üçlemesi” adıyla bilinen “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”in) çok katmanlı yapısıdır. Üç filmde de oyunculuklar dengeli, reji sakin ve olgun, anlatım alabildiğine yalındır; bu yönetmenlik üslubu, senaryonun çok katmanlı yapısını daha fazla öne çıkarır.

Çok katmanlı oldukları için bu filmler, farklı yaklaşımlarla analiz edilebilirler, senaryo hepsine karşılık verebilecek güçtedir.

Örneğin “Gelin”i feminist eleştiri kuramına uygun bir yaklaşımla incelemek mümkündür. İstanbul’da tutunmaya çalışan Yozgat kökenli geniş ailede sadece Meryem, kadına biçilen rolün dışına çıkar, aile reisi olan kayınpederi İlyas’a ve kocasına karşı durmayı göze alır. Üçlemenin diğer iki filminde de, yine Hülya Koçyiğit’in oynadığı karakterler, diğer ana kişiliklerden bariz biçimde üstündürler, üstelik öykü boyunca dönüşür, daha da güçlenir, bilinçlenirler. Örneğin “Diyet”te Hacer sendikaya üye olur... Üç filmde de, hikayeler farklı olsa da kadının toplumsal rolü irdelenmiş, bununla da kalınmayıp seyirciye “başka bir yol” olduğu gösterilmiştir. Ülkemizde feminizmin 80’lerde yaygınlaştığı düşünülürse, bu üç film (ama ille “Gelin”) öncelikle bu “öncü rolüyle” değerlidir; Akad bu filmlerde erkeklerden daha cesur, dayanıklı, insancıl, bilinçli kadın karakterler yaratmış ve onları “filmin sesi” olarak kullanmıştır.

Filmlerin yapısı düşünüldüğünde “filmin sesi” aynı zamanda “toplumsal bilincin sesi” anlamına gelir. Çünkü üç film de toplumsal eleştiri kuramına uygun biçimde kotarılmıştır, bu çerçeveye uygun biçimde irdelenebilir. Üç filmde de halkın cahilliği, kapitalist sistemin acımasızlığı eleştirilirken, örnek bir karakter aracılığıyla izlenmesi gereken yol da gösterilir: Ticaretin zalim döngüsü de, başlık parası için kız kardeşini sevmediği adamla evlendirmek de, fabrikada sendikadan değil, patrondan yana tavır almak da yanlıştır, mutluluk getirmez.

Her büyük sanatçı gibi Akad’ın da hümanist yönü belirgindir. Üç film de senarist/yönetmenin insan sevgisini gösteren irili ufaklı öğelerle doludur: Örneğin makinede çalışırken belden aşağı sakatlanan işçiyi sadece sendikalaşma bilinciyle ilgili bir öğe olarak kullanmaz Akad, o insanlık halinin de altını çizer. Keza yine “Diyet”te, geçim sıkıntısı yüzünden balon satmaya çalışan ama utandığı için başarısız olan yaşlı adamın öyküyle doğrudan ilişkisi yoktur; o unutulmaz imge, hümanist bakış açısının sonucu yer almıştır filmde.

Bu açıdan bakıldığında üç film içinde en etkilisi kuşkusuz “Gelin”dir; cahillik ve yoksulluk yüzünden küçük bir çocuğun ölmesinin, bu süreçte annesinin yaşadığı çaresizliğin Akad’ın da yüreğini kanattığı bellidir.

Yönetmenliği ve oyunculuklarıyla da çok başarılı olan “Anadolu Üçlemesi”nin bu üç özelliği, yani hümanist, toplumcu ve feminist filmler olmaları, onları klasik seviyesine yükseltmiştir. Fakat üçünü birlikte değerlendirdiğimizde, ilk film olan “Gelin” bariz biçimde öne çıkmaktadır. Bunun nedeni de o üç özelliğin “Gelin”de çok daha vurgulu olmasıdır.

Diğer iki film de yüksek sesle konuşurlar, ama “Gelin” bir çığlıktır…


Ödülleri:
5. Adana Altın Koza Film Şenliği: En İyi Film, Yardımcı Erkek Oyuncu (Usluer), Yardımcı Kadın Oyuncu (Nazan Adalı)

Açık Gazete, 25 Kasım 2011

Gelin
Senaryo ve yönetim: Lütfi Ömer Akad
Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Meryem), Kerem Yılmazer (Veli), Kahraman Kıral (Osman), Ali Şen (Hacı İlyas), Kamran Usluer (Hıdır), Aliye Rona (Ana), Nazan Adalı (Naciye), Seden Kızıltunç (Güler)
Görüntü yönetmeni: Gani Turanlı
Müzik: Yalçın Tura
Yapımcı: Hürrem Erman
1973 Türkiye yapımı, 93 dakika
DVD firması: Gala Film