Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

24 Temmuz 2011 Pazar

Misafir

IMDB: 7,8
Rotten Tomatoes: %89
Manalı Filmler: 8,0

Hakkında başka hiçbir şey bilmeden, sadece afişine bakarak bir filmi seyretmeye karar verdiğim veya satın aldığım oluyor, sevgili okur. “Misafir”in büyüleyici afişi bana şunları anlattı: Fiziğinden ve giysilerinden biraz düz, sıkılgan, muhafazakar biri olduğu anlaşılan orta yaşlı bir adam, metroda darbuka benzeri bir vurmalı çalgıyı, içine kapanmış, hayattan uzaklaşmış bir edayla çalıyor. Gelip geçenlerden para bekler gibi gülümseyerek değil, acıyla, kederle vuruyor alete. Adamın derdinin ne olduğunu, o ana hangi yaşanmışlıkların sonucu geldiğini merak ettim. Kullandığı çalgıyı, adamın o kültürle nasıl buluştuğunu öğrenmek istedim.

Meğer o adam bir ekonomi profesörüymüş, dulmuş, müziğe meraklıymış…

Connecticut’ta yaşayan Prof. Vale, bir konferans için New York’a geldiğinde, dairesine bir çiftin yerleşmiş olduğunu görür. Erkek Suriyeli, kadın Senegal doğumludur, iyi niyetli insanlardır, bir emlakçı tarafından aldatılmışlardır. Vale onlara birkaç gün misafir kalabileceklerini belirtir, Tarek’tan davul dersleri almaya başlar. Delikanlının apansız tutuklanması, annesinin gelişi, profesörün hayatına heyecan katar…

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilen “Misafir”, küçük ama belli açılardan önemli bir film.

2003’te ilk filmi “The Station Agent / Hayatın İçinden Bir Dostluk Hikayesi” ile epeyce ödül ve övgü alan Amerikan bağımsız sinemacısı McCarthy, yine en çok karakter çalışmasıyla dikkati çekiyor. Jenkins’in oyunculuğunun da katkısıyla, adeta hayata küsmüş, içine kapanmış bir adamın açılmasını, kendi koyduğu duvarları yıkıp başkalarıyla ilişki kurmasını, kendini genişletmesini başarıyla aktarıyor. Ölçülü, dengeli reji ve oyunculuklar, yüreğinizi ısıtacak bu filmin diğer kozları.

Meraklısına:
“Misafir”, aslen oyuncu olan McCarthy’nin yönettiği ikinci film. Bir sonraki eseri “Win Win / Kazanma Kulübü” ülkemizde halen afişlerde.

Ödülleri:
En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar ve Bağımsız Ruh Ödülü adaylığı (Richard Jenkins)
En İyi Yönetmen dalında Bağımsız Ruh Ödülü
Amerikan Yazarlar Birliği En İyi Senaryo dalında WGA adaylığı
Ayrıca 12 ödül ve 14 adaylık.

Misafir / The Visitor
Senaryo ve yönetim: Thomas McCarthy
Yapımcılar: Michael London, Mary Jane Skalski
Oyuncular: Richard Jenkins (Prof. Walter Vale), Haaz Sleiman (Tarek Khalil), Danai Gurira (Zainab), Hiam Abbass (Mouna Khalil), Marian Seldes (Barbara)
2007 ABD yapımı, 104 dakika

Çarpışma

Senaristler içinde yaşadıkları toplumun geçirmekte olduğu süreci iyi irdelemiş, akıllıca resmetmişler. Hanson'ın tüm prensiplerinden bir anda vazgeçip kendini kurtarmak için arabasını (cinayet mahallini) ateşe vermesi, bu dokunaklı örtbas çabası, ABD'nin Irak'ta yaptıklarının bir resmi gibi adeta

IMDB: 8,0
Rotten Tomatoes: % 76
Manalı Filmler: 8,5

Paul Haggis insanın içini acıtan bir ABD tarifi yapıyor.

"Magnolia / Manolya" kadar hüzünlü, yer yer "Happiness / Mutluluk"un sert bakış açısını da yakalayan bir tarif bu ve en az "American Beauty / Amerikan Güzeli" kadar dramatik. Öykülerinin birleşiminden doğan cümlelerin içerdiği anlam açısından ise yukarıda andığım benzerlerinden çok daha ileri ve önemli.

Los Angeles'ta yolları/yaşamları bir günde kesişen bir grup insanın hikayesini anlatan "Çarpışma"nın benzerlerinden farkı, 2004 yapımı olması. Yani filmde anlatılan hikayeler İkiz Kuleler saldırısından sonra yaşanıyor. Yine kendilerinin yaptığı filmlerden hareketle "Özgürlükler Ülkesi"nden ziyade "Korkular Ülkesi"ne benzediğini zaten bildiğimiz ABD artık adamakıllı paranoya cehennemine dönüşmüş. Bu ruh hali filmde çeşitli hikayelerde vurgulanıyor: Başarılı bir TV yönetmeni, yolda kendisini durduran polisin -aramak bahanesiyle- karısı Christine'i taciz etmesine seyirci kalıyor; İspanyol çilingirin 5 yaşındaki kızı pencereden bir merminin girebileceğinden korktuğu için yatağının altına sığınıyor; cadde ortasında silah tehdidiyle arabaları gasp edilen Bölge Savcısı'nın karısı, sırf çilingirin tipini beğenmediği için evin tüm kilitlerinin aynı gece içinde ikinci kez değiştirilmesini istiyor vs. İki sahnede ise paranoya doruk noktasında: Meslektaşının ırkçı tavırlarından rahatsız olan -ve genelde iyi bir insana benzeyen- genç polis memuru Hanson, arabasına aldığı zenci delikanlıyı silah çıkardığını sandığı için çekip vuruyor. Kaza yapan ve belki de az sonra patlayacak olan arabanın altında sıkışmış durumda kalan Christine'in yardıma o tacizci polis memurunun geldiğini görünce yaşadığı panik ise filmin en etkili anlarından biri. Kadın adamdan öylesine korkmuş ve tiksinmiş ki kendisine dokunmasındansa orada öylece bırakmasına razı.

Haggis'in tarifine göre herkes yabancılardan korkuyor, konu ABD olunca bu, herkes herkesten korkuyor anlamına geliyor. O kişilerin gerçekte nasıl insanlar olduklarını kimse merak etmiyor, anlamaya çalışmıyor, nefret edip uzak durmaları için yabancı olmaları yeterli. Beyazların kendi ırkına yaptıkları muameleden rahatsızlığını her fırsatta belirten zenci genç için yanlışlıkla çarptığı yaşlı adam bir Çinli, alt tarafı bir çekik gözlü, tam da bu yüzden kendisinden aşağı bir varlık, yol ortasında yaralı bırakılabilir. Kimliği belirsiz saldırganlar için tahrip ettikleri dükkanın İranlı sahipleri Arap. (Dükkan sahibinin yaşlı eşinin duvarları silerken "İranlılar ne zaman Arap oldu?" diye şaşırması ne kadar dokunaklı.) Beyazlar zencilerden, WASP'lar örneğin Latin Amerikalılardan nefret ediyor ve dehşetli korkuyorlar.

Tam da bu korku yüzünden yollarına çıkan herkese kolayca zarar verebiliyorlar. Caddelerde birer el bombası gibi tıngır mıngır yuvarlanıyorlar, artık kime denk gelirse. İranlı adamın sigortadan para alamamasının hıncını çilingirden çıkarmaya çalışması ve bu uğurda bir kız çocuğunun canını almasına ramak kalması çevreye nasıl körlemesine saldırdıklarının etkili bir örneği.

Tüm bu sarsıcı hikayeleri Haggis dengeli bir bakış açısıyla, soğukkanlı bir yaklaşımla ele almış. Usta işi senaryonun yardımıyla karakterlerini birkaç fırça darbesiyle resmederken iyi ve kötü yanlarını aynı netlikle veriyor, nasıl çifte standart uyguladıklarını, prensiplerinden ne kadar kolay vazgeçebildiklerini gösteriyor, (genelde standartların çok üzerinde seyreden oyunculukların da katkısıyla) sergiledikleri insan davranışlarının kökeninde hep aynı kanayan yaranın bulunduğunu belirliyor: Dehşetli bir korku, amansız bir korunma güdüsü...

Bu filmin tüm dünyada seyircilerin yüzüne bir tokat gibi çarptığı cümle bu: 11 Eylül sonrası ABD eskisinden çok farklı, bu süper devletin vatandaşları artık kendi canlarının da -üstelik çok fena- yanabileceğini anlamış durumdalar ve korkudan ödleri patlıyor.

Alt cümleler
Kuşkusuz ki bu bildiğimiz bir cümle, o anlamda filmin sürprizi yok, sahip olduğu yenilik alt cümlelerde. Bunları vurgulamak için Haggis ve senaryo ortağı Bobby Moresco simgesel sahneler belirleyip filme yerleştirmişler. Bunlar hikayelerin merkezinde duran korku duygusuyla doğrudan bağlantılı olmadıkları için kolay ayırt ediliyorlar: Örneğin bir sahnenin yeniden çekilmesine ilişkin platoda geçen fikir alışverişinin filmde ele alınan kesişmelerle bağlantısı yok, ama Cameron'ın orada sergilediği ezik tavrın nedeninin konuyla yakından ilişkisi var: Başarılı, zengin zenci sahip olduğu her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyor.

11 Eylül 2001 günü devleti ve halkıyla ABD'nin derinden idrak ettiği bir gerçek bu.

Savcı'nın karısı Jean'ın (Sandra Bullock) evde düşüp ayağını burkması filmin ana ekseniyle tamamen ilgisiz görünüyor, o bölümden senaristlerin muradı ise Jean'ın evinde çalışan (ve aslında sürekli eleştirdiği) hizmetçisi Maria'ya sarılıp: "Tek yakın arkadaşım sensin" deyişi, daha doğrusu bu cümlenin ifade ettiği korkunç yalnızlık duygusu. Bu duyguyu da Amerikalılar 11 Eylül'de öğrendiler. Yeni binyıl öncesinde çekilen ABD filmlerinde "biz benzersiziz, hepsinden üstünüz" duygusu hakimdi, yakın tarihli Amerikan filmleri gösteriyor ki üstünlük sandıkları özelliklerinin kendilerini ne kadar yalnızlaştırdığını idrak etmeye başlamışlar.

Senaristler içinde yaşadıkları toplumun geçirmekte olduğu süreci iyi irdelemiş, akıllıca resmetmişler. Hanson'ın tüm prensiplerinden bir anda vazgeçip -cinayet sonrası- kendini kurtarmak için arabasını (cinayet mahallini) ateşe vermesi, bu dokunaklı örtbas çabası ABD'nin Irak'ta yaptıklarının bir resmi gibi adeta (Kimileri içinse o bir şenlik ateşi!).

Savcı'nın popülerlik kaygıları ve müfettiş seçileceği söylenen Dedektif Graham'a yapılan çirkin teklif (suçu kesin olmayan bir polisi tutuklamalarına yardım etmesi karşılığında onlarca suça bulaşmış kardeşinin dosyasını görmezden gelmeleri) ABD'ye hakim olan yozlaşmış sistemin küçük bir simgesi.

Cameron'ın arabasını gasp etmeye çalışan eli silahlı gencin üzerine delirmiş gibi saldırması, üzerine silah doğrultan polislere diklenerek kendini vurdurtmasına ramak kalması ise Bush yönetiminin halen Ortadoğu'da izlediği politikayı düşündürüyor.

Aynı bakış açısıyla ele alınabilecek çok ilginç iki motif daha var: Yaşlı Çinli'nin minibüsünün içinden çıkan Uzak Doğulu kaçak göçmenler (ve tabii ki onların adam başı 500 dolara satılmaları) ve Dedektif Graham'ın alzheimer hastası annesi. Bir dakika geçmeden aynı şeyleri sorması ya da söylemesiyle, kendine özgü ve gerçekliğe uymayan bir dünyada yaşıyor olmasıyla o yaşlı kadın günümüz ABD'sinin hangi özelliğini simgeliyor dersiniz?

Film+, sayı: 4, Temmuz 2005

Ödülleri:
En İyi Film, Özgün Senaryo ve Kurgu dallarında Oskar; Yönetmen, Müzik, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Dillon) dallarında Oskar adayı
En İyi Özgün Senaryo ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Dillon) dallarında Altın Küre adayı
Ayrıca 41 ödül ve 61 adaylık

Çarpışma / Crash
Yönetmen: Paul Haggis
Senaryo: Paul Haggis & Bobby Moresco
Oyuncular: Sandra Bullock (Jean Cabot), Don Cheadle (dedektif Graham Waters), Matt Dillon (polis memuru John Ryan), Jennifer Esposito (Ria), Thandie Newton (Christine Thayer)
2004, ABD, Almanya ortak yapımı, 112 dakika
DVD Firması: Tiglon / PRA Films

16 Temmuz 2011 Cumartesi

The Bishop's Wife

IMDB: 7,5
Rotten Tomatoes: % 79
Manalı Filmler: 9,0

Herkesin ulaşmaya çalıştığı hedefleri, çözmeye uğraştığı sorunları var.

Herkes başka insanlarla ilişkilerinde zaman zaman tıkanıklık yaşıyor, bunalıyor.

Normal insanlık halleri bunlar.

Belki de sorun tam da bu… Bir insan gibi davrandığımız için aslında var olan çözümü göremiyor, ulaşamıyoruz.

Bu filmi, tam da bu bağlamda ciddiye almanı öneriyorum sevgili okur, mümkünse, iki kez izle. İlkinde “film gibi”, ikinci kez “dersteymişsin gibi” seyret ve özellikle Dudley karakterini incele. Onu sorunlarınla ilgili başvurduğun bir yaşam koçuymuş gibi dinle, hangi anda nasıl davrandığını, hangi sözü nasıl cevapladığını, kime neden ve nasıl ilham verdiğini etüt et. Güven bana, çok kazançlı çıkacaksın…

Dudley bir melek. Yeni bir katedralin yapımı için fon bulmaya çalışan Piskopos Henry Brougham, çok sıkıştığı bir anda dua ediyor, “kendisine yol gösterilmesini” talep ediyor, Dudley gönderiliyor. Henry meleğin katedralin yapılmasına yardım edeceğini sanıyor, oysa Dudley ona her konuda rehberlik yapıyor. Çoğunlukla yaptıkları Henry’ye tuhaf geliyor, sinirlendiği, muhatabını eleştirdiği oluyor, ama sonunda kendi bakış açısının yanlış olduğunu o da kabulleniyor…

Bu filmden yararlanmak için meleklere inanman gerekmiyor sevgili okur; Dudley’yi bir danışman olarak da görebilirsin. Cami veya bir iş merkezi veya bir film; senin ne yapmaya çalıştığın da önemli değil, “Ben Dudley olsaydım” biçiminde düşünerek çok hızlı çözümler üretebilirsin… Bunun için temel ilkeyi kavraman yeterli, o da filmde birkaç kez vurgulanıyor.

1930 ve 40’larda, Holivud’da hepsi birbirinden başarılı epeyce fantastik film yapıldı. “It's A Wonderful Life / Şahane Hayat” (1946) başta olmak üzere her birinin yeri ve önemi ayrı, hemen tamamı bugün de yaşamlarını sürdürüyor zaten. “The Bishop’s Wife”ı benzerlerinden farklı ve üstün kılan tarafı, “yaşam koçluğu” dersi veriyor ve –satır aralarında- kurumsal dini eleştiriyor olması.

Üstelik çok iyi yazılmış ve çekilmiş, başta David Niven olmak üzere herkes olağanüstü oynuyor (taksici Sylvester ve hizmetçi Matilda’ya dikkat), sözün kısası her türlü sinemasal öğesiyle çok başarılı ve kesinlikle büyüleyici bir film. Aynı zamanda izleyicisine çok ama gerçekten çok ilham verebilen bir eser; kaçırmayın…

Ödülleri:
En İyi Ses dalında Oskar ödülü; Film, Yönetmen, Müzik ve Ses Kurgusu dallarında Oskar adaylığı

Meraklısına:
Filmin DVD’sinin güzel ülkemizde neden yayımlanmadığını anlamak zor. Yine Grant’ın başrolde olduğu “Arsenic and Old Lace”, “Only Angels Have Wings / Melekler Kanatlı Olur”, hatta kendisini konu alan belgesel “His Girl Friday: Cary Grant on Film” yayımlandı. Benzer filmlerden –İtalyan yapımı- “Miracolo a Milano / Milano Mucizesi” var piyasada, “Şahane Hayat” var, “Heaven Can Wait / Cennet Bekleyebilir” var, ama aynı dönemin ünlü fantastik komedilerinden “Harvey” yok. Üstelik yukarda saydıklarımın çoğunun baskısı tükenmiş, yani satmadığı için DVD’sini yayımlamadıklarını söylemek de mümkün değil.

Tamamlanan film test gösteriminde yeterince beğenilmeyince yapımcı Goldwyn, Billy Wilder ve Charles Brackett’a birkaç sahneyi tekrar yazdırmış ve bunlar yeniden çekilmiş. O dönem Wilder başarılı ve tanınmış bir senarist, yönetmenliğe de başlamış, ama çektiği filmlerden sadece “Double Indemnity / Çifte Tazminat” kayda değer. 1950 yapımı “Sunset Blvd. / Sunset Bulvarı”yla birlikte başyapıtlar dönemi başladı ve hala çok sevilen “The Seven Year Itch / Yaz Bekarı”, “Some Like It Hot / Bazıları Sıcak Sever”, “Stalag 17” gibi filmleri yazıp yöneten Wilder sinema tarihinin önemli isimlerinden biri haline geldi.

Garip ama gerçek: Aslında Piskopos rolü Grant’ın, melek rolü Niven’inmiş. Üstelik bu haliyle epey çekim de yapılmış. William A. Seiter’ın çalışması beğenilmeyip onun yerine Koster getirilince, yeni yönetmen yapımcıyı ve oyuncuları bu değişikliğe ikna etmiş. Buna da en çok Grant direnmiş, o dönemin büyük starlarından biri olduğu için ana karakteri, yani Piskopos’u oynamak istiyormuş. Fakat sonunda ikna olmuş ve böylece 74 filmden oluşan uzun kariyerinin en beğenilen ve hatırlanan performanslarından biri ortaya çıkmış.

Yönetmen değişikliği sonucu çekilen kısımların çöpe atılması -unutulmaz “Shadow of a Doubt / Şüphenin Gölgesi”nin yıldızı- Teresa Wright’ın filmden çıkarılmasına yol açmış. Beğenilmediğinden değil, çekimler tekrar başladığında hamile olduğu için Julia’yı oynayamamış.

Koster’ın önerilerini makul bulup çekimleri tekrar başlattığı anda Samuel Goldwyn bu projeye 1 milyon dolar harcamış durumdaymış. O dönemde bu tür bir A sınıfı filmin 1-2,5 milyon aralığında bir bütçeyle yapıldığı düşünülünce Goldwyn’nin ne kadar cesur davrandığı daha iyi anlaşılıyor.

1996’da film “The Preacher's Wife / Aşk Meleği” adıyla yeniden çekildi, ancak o versiyon hiç beğenilmedi. Üstelik yönetmen koltuğunda Penny Marshall (“Awakenings / Uyanışlar) oturuyordu, Dudley’i ise Denzel Washington oynuyordu.

The Bishop’s Wife (Piskoposun Karısı)
Yönetmen: Henry Koster
Senaryo: Robert E. Sherwood, Leonardo Bercovici (Robert Nathan'ın romanından)
Yapımcı: Samuel Goldwyn
Oyuncular: Cary Grant (Dudley), Loretta Young (Julia Brougham), David Niven (Henry Brougham), Monty Woolley (Profesör Wutheridge), James Gleason (Sylvester), Gladys Cooper (Bayan Hamilton), Elsa Lanchester (Matilda)
1947 ABD yapımı, 109 dakika, siyah beyaz

15 Temmuz 2011 Cuma

Gölgeler

Mutluluğa ulaşmanın yolları gibi çok önemli temaları gerilim yapısıyla harmanlayan, fevkalade önemli bir film

IMDB: 6,6
Rotten Tomatoes: % 60
Manalı Filmler: 8,0

İlk filmi “Before the Rain / Yağmurdan Önce” (1994), Milcho Manchevski’nin tüm dünyada tanınmasını sağladı: Aşk, doğum, şiddet, ölüm, cinsellik, özgürleşme, mutluluk arayışı gibi önemli temalara duyduğu yoğun ilgi dikkat çekiyor, üst seviyede bir sosyal bilinç ve eşine az rastlanır bir insan sevgisiyle dolu olduğu anlaşılıyordu. Yönetmen, Makedonya’da bir dağ köyünün dingin atmosferi içinde yaşanan gerginliğin neden ve nasıl tırmanıp patladığını ustalıkla anlatmakla kalmıyor, hikayesini Londra’ya da (benzer toplumsal sorunların artık yaşanmadığı Batı Avrupa’ya) yaymak suretiyle, deyim yerindeyse Avrupa’nın portresini kanla çiziyordu. Aslında tek bir bütün olan film hikayesini, üç ayrı başlıkla sunmuş, film zamanıyla da ustaca oynayarak, akışı, üç durağı olan bir hat biçiminden çıkarmış, kendi üzerine kapanan bir çembere dönüştürmüştü. Filmin ilk bakışta görülebilen (zahiri) yönü buydu ve toplumsal temaları bakımından esere çok uygundu. Çeşitli sahnelerde, farklı vesilelerle somutlaşan çember motifi, (insan ilişkilerindeki şiddet konusunda tarihten gelen ve bugünkü koşullarla pekişen) kısırdöngüyü irdelemek için idealdi.

Filmin spiritüel temalarına, kolay görülemeyen (batın) yönlerine, repliklerde ve bir duvar yazısı olarak yinelenen bir cümle rehberlik ediyordu: “Zaman asla ölmez. Çember asla tamamlanmaz”. Dolayısıyla bu cümle filmin “gizli” anlamlarını çözmek için bir anahtar işlevi üstleniyordu.

“Dust” da (2001) tinsel bir filmdi ve 19. yüzyıl sonlarında ABD’de, 20. yüzyıl başlarında Makedonya’da ve günümüzde Manhattan’da geçen yine üç hikaye vardı, ama bu kez bir değil, birbirinin içine geçen üç çember söz konusuydu (bir hikayenin kahramanı, 100 yıl önce veya sonrasındaki hikayede de görülüyordu). Bir başka deyişle Manchevski, film zamanıyla oynamakla kalmıyor, seyircisini zamanın lineer akışından sıyrılmaya davet ediyordu.

“Yağmurdan Önce”nin tüm ana izleklerine görelilik, arınma, kefaret, diriliş gibi yeni temalar eklenmişti. Filmin adı gibi (“küller küllere, toz toza”) iki erkek kardeş arasındaki ilişki de İncil kökenliydi (Habil ile Kabil) ve bu kez “Bu benim hikayem” cümlesi yineleniyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkanlardaki ulusların bağımsızlıklarını kazanma girişimlerine müdahalesine (ve bu süreçte yaşanan bol kanlı olaylara) epeyce yer veren Manchevski, tarihin de bir “kurmaca” olduğunu vurgulamayı ihmal etmemişti. Bir hikaye anlatıcısı olarak kendini özgürleştirmeye azami özen gösterdiği dikkat çekiyor, kullandığı trükler seyirciyi çok zorlayacak noktalara varabiliyordu. “Yağmurdan Önce”yi çok beğenenlerin önemli bir bölümünü şok edebilecek kadar farklı bir filmdi “Dust”, ve tüm bunların doğal bir sonucu olarak selefi kadar beğenilmedi, ülkemizde zaten hiç gösterilmedi.

Son filmi “Senki / Gölgeler” ilk bakışta çok farklı algılansa da, aslında o kadar tipik bir Manchevski eseri ki, adeta -adı konmamış- bir üçleme bu filmle tamamlanıyor.

Filmin baş kahramanı doktor Lazar (yine İncil kökenli bir isim, Hazreti İsa’nın dirilttiği Lazarus’tan geliyor) bir trafik kazası geçirip ölümden dönüyor. Hayatına giren (ve film ilerledikçe hayalet oldukları anlaşılan) varlıklarla arasında bir ilişki gelişmeye başlıyor. Bu yeni “aile”nin bireyleriyle (yaşlı kadın, genç kadın ve kucağında bir bebek olan yaşlı adam) Lazar arasında gelişen ilişki, yine kefaret (hem annenin günahının, hem Lazar’ın kazadan kurtarılmasının bedeli olarak), mutluluk arayışı ve ruhsal arınma temalarına ve tarihi olaylara bağlanıyor. Manchevski’nin filmin tinsel yönünü vurgulamak amacıyla yinelediği öğe bu kez şu cümle: “Senin olmayanı geri ver”. Nitekim bu iade gerçekleştiğinde Lazar diriliyor, “ölü gibi” yaşamaktan (çok ünlü bir doktor ve dominant bir karakter olan annesinin ağırlığından, çoktan ölmüş bir ilişkiyi sürdürmeye çalıştığı karısından) kurtuluyor. Tabii ki bu soyut temalar, birkaç kez yinelenen somut tünel görüntüleriyle destekleniyor, tünel hem doğumun, hem ölümün simgesi oluyor.

Bu üç film içinde yapısı en karmaşık olanı bu, filmin derinlerine nüfuz etmek, yoğun bir emek ve sabır gerektiriyor. Bu da çok doğal, “kendi dirimine ölülerle iletişim kurarak ulaşmak” diye özetleyebileceğimiz bir ana fikirle ilk kez karşılaşıyoruz.

Tabii bir de Manchevski’yle uğraşmak hiç kolay değil. Hem çok başarılı bir yapı ustası, hem de felsefi donanımı üst düzeyde olan bir sanatçı. Projelerine uzun sürede ve çok araştırma yaparak hazırlanıyor, seyircinin karşısına (sadece senaryosu değil, ışığı, müziği, kurgusuyla) tam teçhizatlı olarak çıkıyor ve ondan da aynı özeni talep ediyor.

Üstelik çok da oyunbaz; gerçeğin sınırlarını araştırmayı sevdiği için, seyircinin algısıyla da oynuyor. Örneğin hayaletlere fiziksel beden gerektiren işler yaptırıyor, Lazar’ı araçtan çıkararak ölümden kurtarıyorlar mesela.

Böylece seyirciyi köşeye sıkışıyor: Ya bunun nasıl olabildiğini, yani Manchevski’nin mantığını öyle ya da böyle kavrayacak, ya da yönetmenin saçmaladığına hükmedecek.

Hayattaki her şey gibi filmler de göreli, bir filmin karakteri seyreden kişiye göre şekilleniyor ve üstelik bu kimlik zaman içinde değişiyor. Dolayısıyla saçmaladığına karar vermenin hiçbir sakıncası da yok.

Öyle ya, sonuçta “bu onun hikayesi”…

Sinema, Kasım 2008

Meraklısına:
Yabancı Film dalında Makedonya’nın Akademi Ödülleri adayıydı.

Senki - Shadows / Gölgeler
Senaryo ve yönetim: Milcho Manchevski
Yapımcılar: Mariela Besuievski, Nermin Gladers, Dimitar Gochev, Martin Husmann
Oyuncular: Borce Nacev (Dr Lazar Perkov), Vesna Stanojevska (Menka), Sabina Ajrula (Dr. Vera Perkova), Salaetin Bilal (Gerasim), Ratka Radmanovic (Kalina)
2007 Makedonya Cumhuriyeti, Almanya, İtalya, Bulgaristan, İspanya ortak yapımı, 130 dakika
Gösterim tarihi: 3 Ekim 2008

10 Temmuz 2011 Pazar

Rango

IMDB: 7.6
Rotten Tomatoes: % 88
Manalı Filmler: 9.0

Sinema sektörümüz şaşırtıcı bir hızla genişliyor. Sonunda çocuk filmi projeleri bile konuşulmaya başlandı. Ki bu çok önemli bir gelişme…

“Rango”yu öncelikle çocuk filmi yapmak isteyen sinemacılarımıza öneriyorum. Çünkü bu film bu türdeki bir projenin nasıl olması gerektiğine ilişkin ciddi dersler içeriyor. Örneğin öykü ve ana karakterın özellikleri, hayli geniş bir izleyici kitlesine hitap edecek biçimde tasarlanmış. Ülkemizde 7A, yani “7 yaş altındaki çocuklar ailesiyle birlikte izleyebilir” biçiminde sınıflandırılan film o kadar akıllıca yapılmış ki, örneğin 5 yaşından büyük herkes keyifle seyredebilir. Kuşkusuz her izleyicinin alacağı zevk kendi zeka seviyesine ve kültür birikimine bağlı olarak değişecektir.

Çünkü “Rango”nun en temel özelliği genelde sinemaya, özelde “spagetti vestern” denen türe bir saygı duruşu olarak tasarlanmış olması (Nitekim Clint Eastwood’lu bir sahne bile var). Vesternleri iyi bilen ve zevkle seyreden seyirci kitlesi için “Rango” çok özel, adeta mücevher değerinde bir film; ama bu, vestern sevmeyenlerin filmden zevk almayacakları anlamına gelmiyor. Zaten çocukların bu göndermeleri anlamayabilecekleri düşünülerek böyle bir filmden bekleyebilecekleri her şey ustaca tasarlanıp yerleştirilmiş: Her çocuğun rahatça özdeşleşebileceği bir ana karakter, hayli heyecanlı ve gizemli bir macera, sürpriz bir aşk, komik sahneler ve aslında herkese ama özellikle çocuklara çok anlamlı gelebilecek temalar var filmde. Tabii ki “kahraman olma” izleği ana lokomotif.

Tüm bu özellikleriyle birlikte çok iyi yapılmış ve yönetilmiş olması “Rango”yu son yılların en iyi animasyonlarından biri haline getiriyor… Üstelik mana seviyesi de hayli yüksek: Kendini keşfetmek, hayattaki yerini bulmak gibi izlekler gayet ciddiye alınmış (Örneğin film boyunca 5-6 kez Rango’ya kim olduğu soruluyor, sonunda kendisi de bu soruyla yüzleşmek ve onu yanıtlamak zorunda kalıyor).

Fakat anlam açısından filme asıl yüksek puan kazandıran özelliği, çok bilinçli olarak İndigo denen zamane çocuklarına seslenmesi. O yüzdendir ki Rango, sadece bir “kahraman” değil, içindeki gücü keşfeden ve hayattaki görevini bulan biri. O misyonun ne olduğunu da film açıkça söylüyor: İnsanlığın bilinç seviyesini yükseltmek ve dünyayı değiştirmek, güzelleştirmek…

Meraklısına:
Filmin kitapları ülkemizde de yayımlandı.

“Star Wars / Yıldız Savaşları” serisinin yaratıcısı George Lucas’ın özel efekt firması Industrial Light & Magic’in yaptığı ilk animasyon film.

Filmdeki Belediye Başkanı’nın ünlü “Chinatown / Çin Mahallesi”nden hareketle tasarlandığı çok belli. Nitekim yapım notlarında Başkan’ı seslendiren usta oyuncu Ned Beatty’nin (“Network / Şebeke”), John Huston’un “Çin Mahallesi”ndeki performansını örnek aldığı yazılı.

Çıngıraklı Yılan Jake, ünlü vestern oyuncusu, türün başyapıtlarından “Il buono, il brutto, il cattivo. / İyi, Kötü, Çirkin”in “kötü adam”ı Lee Van Cleef’ten, Batı’nın Ruhu ise aynı filmde İyi’yi oynayan –birkaç vesternin- “İsimsiz Adam”ı Eastwood’dan hareketle tasarlanmış. Hatta o sahnedeki 4 kupa Eastwood’un kazandığı 4 Oskar’ı simgeliyormuş.

Filmin yönetmeni Gore Verbinski’nin ilk animasyon çalışması. Sanatçı özellikle “Pirates of the Caribbean / Karayip Korsanları” serisiyle tanınıyor.

İngilizce metinlerde Rango’nun bukalemun olduğu belirtilmiş, çeviride ise kertenkele kelimesi yer alıyor. Filmde Rango renk değiştirmiyor, bu özellik ana kahramanımızda mecazi anlamda kullanılmış. Filmi ithal eden şirketin kelime tercihinin nedeni de bu olsa gerek.

Rango
Yönetmen: Gore Verbinski
Senaryo: John Logan (Öykü: John Logan, Gore Verbinski, James Ward Byrkit)
Yapımcılar: John B. Carls, Graham King, Gore Verbinski, Jacqueline M. Lopez
Seslendirenler: Johnny Depp (Rango / Lars), Isla Fisher (Beans), Abigail Breslin (Priscilla), Ned Beatty (Belediye Başkanı), Alfred Molina (Roadkill), Bill Nighy (Çıngıraklı Yılan Jake), Stephen Root (Doc / Merrimack / Bay Snuggles), Harry Dean Stanton (Balthazar), Timothy Olyphant (Batı'nın Ruhu)
2011 ABD yapımı, 107 dakika
Gösterim tarihi: 4 Mart 2011
DVD firması: Tiglon / Paramount Pictures

Yağmurdan Önce

IMDB: 8.0
Rotten Tomatoes: % 83
Manalı Filmler: 9.5

Bob Dylan ünlü şarkısında “A Hard Rain’s Gonna Fall” diyordu, yani, “Sıkı bir yağmur bastıracak birazdan”… O güzelim dizeyi anımsarsınız belki: “I saw guns and sharp swords in the hands of young children” (Küçük çocukların ellerinde tüfekler ve keskin kılıçlar gördüm).

Milcho Manchevski’nin yazıp yönettiği “Yağmurdan Önce” bu şarkıyı anımsatıyor. Belki de tüm her şey olup bittikten sonra, ortalığı temizlemek istercesine sıkı bir yağmur yağdığı için…

Beklenen yağmur sonunda yağar ama her şeyi temizlemesi mümkün müdür? Anlatılanlar insanoğlunun en karanlık ve vahşi taraflarına ait öykülerse ve makineli tüfekler art arda ölüm saçıyorlarsa bu pisliği temizlemeye sıkı bir yağmur da yetmeyecektir. Alex’in cansız bedeni toprakta yatarken, onun öldürülmesinin içimize saldığı hüznü pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır yağmur…

Filmin yağmura yaslanması sadece adından ve Alex’in bedenine düşen damlalardan dolayı değil. “Pisliği temizlemek” de, hoş ama romantik bir gerekçelendirmeden öte gitmiyor aslında… Manchevski’nin filmi tüm bu öykülerin geçtiği o kırsal bölgede yağmurun anlamı üzerine düşündürüyor. Yağmur doğanın canlanması, ekinlerin serpilip büyümesi demek; köylülerin belki de en önemli gereksinimlerinden biri; uğruna toplu dualara çıkılan, erişilmesi güç olabilen bir şey… Oysa artık Makedonya’da köylülerin elinde dirgen değil otomatik silahlar var. Yağmur artık gürbüz ekinlerin üzerine değil, cansız bedenlerin üzerine yağıyor. Orada artık köylülerin yağmurdan ve ekinlerinden daha önemli düşünceleri var: Dikkatlerini her an patlayabilecek bir Müslüman-Hıristiyan savaşına vermiş durumdalar. Herhangi bir köşeden ölümün ansızın çıkabileceğini düşünürken hasada kim aldırır ki?

Alex’in doktor kuzeninin dediği gibi “Savaş bir virüstür” belki de… Ne olduğunuzu anlayamadan esir alır sizi bir hastalık gibi. Beyninizi ele geçirir, öldürmeyi emreder. Ve insanlar hasadı, ekinleri, aşk ve düğünleri bırakıp savaşı, ölümü, kanı düşünmeye, daha kötüsü düşlemeye başlarlar.

Manchevski’nin eseri savaş gerçeğini iyi anlatan bir film. Ama yalnız bunu değil, başka şeyleri de anlatıyor, izleyicisini yaşamın anlamı üzerine düşünmeye zorluyor. Gittiğiniz herhangi bir lokantada, karınızla boşanma meselesini tartışırken, rast gele sağa sola ateş eden bir deli tarafından ya da kendi adamlarınızın elinden küçük bir kızı kurtarmak isterken ölmek mümkünse şu dünyada, ölüm böylesine anlamsız, hatta düpedüz saçma bir biçimde bulabiliyorsa insanoğlunu, hiçbirimizin “damda uyuklayan kedi”den farkımız yok demektir; delinin birinin nedensiz açtığı ateş sonucu yaşamımızı yitirmemiz an meselesidir.

Manchevski, “Sözcükler”, “Yüzler” ve “Resimler” başlıklı üç bölümden oluşan filmiyle, şiddetin günlük yaşama girebilmesi açısından Bosna-Hersek, Çeçenistan, Ruanda ya da dünyanın herhangi bir başka “gelişmemiş” bölgesiyle İngiltere gibi bir uygarlık merkezinin aynı olduğunu gösteriyor. Kişisel bir ikilemin kıskacında kalan genç rahibi ve yıllar sonra memleketine dönen fotoğrafçıyı temel alan öykülerde ölüm kaçınılmaz, o insanların yaşamlarının kuytu bucağında gizli, onlarla birlikte yaşayan bir şey. İmkansız bir aşkı anlattığı öyküdeki ölüm ise, belki o kadar kaçınılmaz değil ama öyküdeki hüznü pekiştiriyor.

Kuşkusuz filmin en ilgi çekici tarafı “dairesel” kurgusu. Manchevski filmi oluşturan üç öyküyü iç içe geçirerek anlatırken, belli bir noktadan başladığı filmini yine aynı noktaya dönerek, bir başka deyişle açılış sahnesiyle bitiriyor (Anne’ın baktığı fotoğraflar arasında, henüz o sırada gerçekleşmemiş birinci öyküdeki olaylara ait resimlerin de olması, küçük bir zaman sıçramasına neden oluyor… Manchevski’nin küçük, ancak meraklısının dikkatini çekebilecek düşünsel hınzırlığı…). Bu tarz kurguya son yıllarda Tarantino’nun filmlerinde de rastlamıştık ve doğrusu örneğin “Pulp Fiction-Ucuz Roman”la kıyaslandığında “Yağmurdan Önce”nin öyküsünün kurgusu önemini yitiriyor. Ama Manchevski’nin çabasında başka bir değerli yön var: Filmini açılış sahnesiyle bitirmekle, Pink Floyd’un bir dönemki albümlerinde yaptığı gibi, yaşamın (müziğin/filmin) hiç bitmeyeceği, hep aynı tonlarla sürüp gideceği gibi bir anlama ulaşıyor. “Dünyada bir şeyler değişmedikçe, içinde bulunduğumuz şu kısır döngü sürüp gidecek ve insanlar birbirlerini boğazlamayı sürdürecekler” demek istiyor sanki.

Sinema Gazetesi, Yıl: 2, Sayı: 92, 3 Haziran 1995

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Oskar adayı, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülü
Ayrıca 11 ödül ve 2 adaylık.


Before the Rain / Yağmurdan Önce
Senaryo ve yönetim: Milcho Manchevski
Yapımcılar: Judy Counihan, Cedomir Kolar, Sam Taylor, Cat Villiers
Görüntü yönetmeni: Manuel Teran
Müzik: Anastasia (Zlatko Origjanski, Zoran Spasovski, Goran Trajkovski, Dragan Dautovski)
Oyuncular: Katrin Cartlidge (Anne), Rade Serbedzija (Alex), Gregoire Colin, Libani Mitevska, Jay Villiers
1994 İngiltere, Fransa, Makedonya ortak yapımı, 115 dakika
Gösterim tarihi: 19 Mayıs 1995
DVD firması: Kanal D Home Video