Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

30 Nisan 2011 Cumartesi

Beni Asla Bırakma

IMDB: 7,3
All Movie: 3 yıldız
Meta Critic: % 69
Manalı Filmler: 8,5

Etkileyici bir karakter analizi yapan “One Hour Photo / Baskı” senaryosu, diğer özellikleriyle pek de parlak bir iş değildi. Yine de film çok başarılıydı çünkü yönetmen koltuğunda Mark Romanek oturuyordu.

Klip yönetmenliğinden gelmesine karşın, böyle bir sanatçıdan bekleyebileceğiniz her şeyin dışında durur Romanek; şok kurgu, baş döndürücü kamera hareketleri, çarpıcı efektler vs yoktur filmlerinde.

Zaten bunlara ihtiyacı da yok; ortalama bir senaryoyu etkileyici bir filme dönüştürebiliyor, temaları ve dramaturjiyi doğru algılıyor, muhteşem bir film tasarlıyor ve kotarıyor.

Bu söylediklerim “Beni Asla Bırakma” için de geçerli.

Durgun bir su gibi bu film, finale doğru şırıl şırıl akıyor. Aynen “Baskı” gibi, dev dalgalar yok, korkunç rüzgarlar esmiyor. Usul usul, bir annenin çocuğuna masal okuması gibi mırıl mırıl; fakat dipteki tortuyu, acıyı hissettirerek…

Seyirciyi tokat gibi sarsan bir film değil bu, ama içine işliyor.

Aynen James Ivory başyapıtı “The Remains Of The Day / Günden Kalanlar” gibi… Ki o da bir başka Ishiguro romanından uyarlanmıştı.

“Beni Asla Bırakma”, 5 yıl önceki “Ada” gibi, organlarının kullanılması amacıyla yetiştirilen klonların yaşamlarına eğiliyor. Fakat “Ada” macera sahneleriyle dolu bir filmdi, karşı uçtaydı, ana temanın hayata dair söyledikleri onca gürültü patırtı arasında kayboluyordu.

“Beni Asla Bırakma” da çok konuşkan bir film değil, ama ana temasını iyi işliyor. Repliklerden ziyade yüzlerle, hayatın küçük anlarıyla… Ölmeye hazırlanma, bir sevdiğini kaybetme, klon olduğunu bilmenin verdiği eziklik vb birleşip sonuçta yaşamaya dair bir büyük övgü oluşturuyorlar.

Külliyen manalı…

Ödülleri:
En İyi Kadın Oyuncu dalında İngiliz Bağımsız Film Ödülü (Carey Mulligan)
Ayrıca 1 ödül ve 15 adaylık

Meraklısına:
Filme temel oluşturan eser, Time dergisinin “Tüm Zamanların En İyi 100 Romanı” listesinde yer aldı.

Filme çekilen Ishiguro romanlarının ikisi de ülkemizde yayımlandı, yazarın başka eserleri de piyasada bulunuyor.

Tommy’nin Kathy’ye hediyesi olan albüm, Judy Bridgewater isimli hayali bir şarkıcıya ait. Filmde birkaç kez çalınan “Never Let Me Go”, Jane Monheit tarafından yorumlanmış.

Benzer filmler:
La Mort En Direct / Ölümü Beklerken” (Bertrand Tavernier, 1980)
The Island / Ada” (Michael Bay, 2005)
Gattaca” (Andrew Niccol, 1997)
Ikigami” (Tomoyuki Takimoto, 2008)

Never Let Me Go / Beni Asla Bırakma
Yönetmen: Mark Romanek
Senaryo: Alex Garland (Kazuo Ishiguro’nun romanından)
Yapımcılar: Andrew Macdonald, Allon Reich
Oyuncular: Carey Mulligan (Kathy), Andrew Garfield (Tommy), Keira Knightley (Ruth), Izzy Meikle-Small (Çocuk Kathy), Charlie Rowe (Çocuk Tommy), Ella Purnell (Çocuk Ruth), Charlotte Rampling (Bayan Emily)
2010 ABD-İngiltere ortak yapımı, 103 dakika.
Gösterim tarihi: 29 Nisan 2011
DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

26 Nisan 2011 Salı

Mızrakların Sonu

IMDB: 6,7
Rotten Tomatoes: %45
All Movie: 2,5 yıldız
Manalı Filmler: 7,5

Birbirine çok uzak iki kültürden gelen insanlar arasındaki dostluğu anlatan bir film. Üstelik bu dostluk bir trajedinin üzerine kuruluyor.

Ekvator ormanlarında yaşayan Waodani yerlileriyle diyalog kurmaya çalışan 5 misyoner, bir yanlış anlama sonucu öldürülür. Maktullerin yakınları olayın bir talihsizlik olduğuna karar verir, yerlileri suçlamazlar. Babası Nate öldürüldüğünde henüz küçük bir çocuk olan Steve, büyüdüğünde babasının düşüncelerini yaşama geçirir, aralarında katillerin de bulunduğu yerlilerle dostluk kurmayı başarır.

Gerçek olaylardan hareketle kotarılan film, “bağışlama” üzerine yapılmış en güzel eserlerden biri.

Arka jenerikte Steve ile babasının katili Mincayani’yi sohbet veya birlikte alışveriş ederken gösteren planlar bulunuyor. Filmin ardından bunları da izleyince hayatın ne kadar ilginç ve müthiş olduğunu düşünüyorsunuz bir kez daha…

Ödülleri:
1 ödül ve 1 adaylık

Meraklısına:
Hanon elindeki malzemeyi önce belgesel olarak değerlendirmiş, 2002’de “Beyond the Gates of Splendor” isimli filmi gerçekleştirmişti.

Benzer filmler:
Amish Grace (Gregg Champion, 2010)
"The Mosquito Coast / Sivrisinek Sahili" (Peter Weir, 1986)
"The Mission / Görev" (Roland Joffé, 1986)
"Black Robe" (Bruce Beresford, 1991)

End Of The Spear / Mızrakların Sonu
Yönetmen: Jim Hanon
Senaryo: Bill Ewing, Bart Gavigan, Jim Hanon
Yapımcılar: Bill Ewing, Bart Gavigan, Mart Green, Tom Newman
Oyuncular: Louie Leonardo (Mincayani), Chad Allen (Nate Saint / Steve Saint), Jack Guzman (Kimo), Christina Souza (Dayumae), Chemo Mepaquito (Gikita), Sara Kathryn Bakker (Rachel Saint)
2005 ABD yapımı, 108 dakika.
DVD firması: Horizon International

21 Nisan 2011 Perşembe

Şebeke

Sidney Lumet’nin anısına
(25 Haziran 1924 – 9 Nisan 2011)


IMDB: 8.1 (193. sırada)
Allmovie: 5 yıldız
Manalı Filmler: 9.0
Amerikan Film Enstitüsü’nün “100 Büyük Amerikan Filmi” listesinde 64. sırada
Amerikan Yazarlar Birliği’nin belirlemesine göre, gelmiş geçmiş en iyi 10 senaryodan biri.



Önemli bir yönetmendi: “Twelve Angry Men / Oniki Öfkeli Adam” (1957) ile “Before the Devil Knows You're Dead / Şeytan Duymadan Önce” (2007) arasında belki de yarısı modern klasik kabul edilen 40’tan fazla sinema filmi vardır.

Değerli bir aydındı: Amerikan toplumsal yaşamını veya polis örgütü gibi kurumlardaki yozlaşmayı irdeleyen önemli filmlerde imzası vardır: “Serpico / Serpiko” da onundur, “The Fugitive Kind / Kaçak” da, “Fail-Safe” veya “Dog Day Afternoon / Köpeklerin Günü” de… Daha az bilinen işlerinden mesela “The Verdict / Hüküm” paraya tapan toplumsal yapıyı eleştiren önemli bir hukuk filmidir, “The Offence / Şüphe Peşinde” konumunu ve gücünü kötüye kullanan polisleri içerden inceleyen etkili bir psikolojik gerilim…

1970’lere damgasını vuran muhalif yönetmenlerden biriydi Lumet, Alan J. Pakula ve Sydney Pollack gibi meslektaşlarıyla birlikte dönemin ruhunu yarattı. Amerikan toplumuna kah ayna tuttu, kah halı gibi silkeledi ve bazen de boksör gibi ringe serdi.

Mesela “Şebeke” ile…

Amerikan rüyası” denen balonu patlatan filmlerdendir “Network”, çok cesur ve fazlasıyla gerçekçidir.

Örneğin bir sahnede, filmin ana kahramanı, bir TV programında izleyiciye seslenir: “Biz hayaller yaratırız! Hiçbiri gerçek değildir.. Ama siz her gün, gece gündüz, her yaştan, her renkten insan, orada oturuyorsunuz ve size gösterdiğimiz illüzyonlara inanmaya başlıyorsunuz! Tüpün gerçek olduğuna ve hayatınızın gerçek olmadığına inanıyorsunuz. Tüp ne derse, onu yapıyorsunuz! Tüpteki gibi giyiniyor, tüpteki gibi yiyor, çocuklarınızı tüpteki gibi büyütüyor ve hatta tüpteki gibi düşünüyorsunuz. Hepiniz çıldırmışsınız! Tanrı şahidim olsun ki gerçek olan sizsiniz! Biz sadece hayaliz! Bu yüzden televizyonlarınızı kapatın! Şimdi kapatın! Kapatın!”

Bunları ekranda söylemesine patronları karşı çıkmaz, çünkü Howard Beale’in programı çok izlenmektedir.

Ana haber bültenini sunan Beale’i TV yıldızı haline getiren olay da ilginçtir: Uzun yılların ardından izlenme oranları düştüğü için işten çıkarılınca, canlı yayında bir hafta sonra kendisini milyonlarca insanın gözü önünde vuracağını açıklar ve birden toplumsal olay haline gelir. Delirdiğini düşünmelerine rağmen patronları Beale’i görevden almaz, hatta özel bir program yaptırırlar çünkü herkes bu “delinin” söylediklerine bayılmıştır…

Oysa o “deli” gerçekleri söylemektedir… Toplumun nasıl uyuşturulduğunu, insanların TV aracılığıyla beyinlerinin yıkandığını ve tüm bunların nedeninin birilerinin daha fazla para kazanma arzusu olduğunu anlatmaktadır.

Fakat medyanın gücünü elinde tutanlar için gerçekler değil izlenme oranları önemlidir, izleyici ona bayıldığı sürece Beale’in ne yaptığının önemi yoktur.

İzlenme oranları düşmeye başladığında ise, yarattıkları TV yıldızını, yine kendileri yok edeceklerdir…

“Şebeke” sadece Beale’in hikayesini anlatmıyor, medyayı otopsi masasına yatırıyor, büyük şirketlerin kar hırsıyla etkili pozisyonlardaki insanların güç hırsının birleşmesinden ne büyük felaketler doğduğunu gösteriyor. İnsanların yarattığı sistemin onların aleyhine neden ve nasıl dönüştüğünü irdeliyor.

Fakat toplumu da “kurban” olarak çizmiyor, sonuçta TV kanallarını şekillendiren sıradan insanların izlemeyi yeğlediği programlar…

O sıradan insanlar ki kendi yararlarına olan bir bilgiye bile bir yere kadar katlanırlar; mesela Beale’in söyledikleri onlar için “fazla ağır” olmaya başladığında, daha “eğlenceli” programları yeğlerler…

“Şebeke” tabii ki çok iyi çekilmiş ve oynanmış, yine de insan en çok senaryosunun düzeyine hayret ediyor. Derinlikli karakterler, katmanlı ilişkiler ve tüm bunların (örneğin sürpriz bir aşk hikayesinin bile) filmin ana temasına doğrudan bağlanması gibi senaryo teknikleri bakımından zaten çok usta işi ama, bir de “kehanet” işlevi var ki, akıllara seza: O unutulmaz sahnede –Beale’in patronu- Arthur Jensen’in söyledikleri açısından dünya bugün daha vahim durumda…

Tüm bu nedenlerle “Şebeke”, sadece “iyi bir film” değil, insanı gerçekten nakavt ediyor.

Ödülleri:
En İyi Özgün Senaryo, Erkek Oyuncu (Finch), Kadın Oyuncu (Dunaway), Yardımcı Kadın Oyuncu (Straight) dallarında Oskar ödülü; En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Kurgu ve Görüntü Yönetmeni dallarında Oskar adaylığı.
Ayrıca 14 ödül ve 13 adaylık.

Meraklısına:
Paddy Chayefsky gerçek bir olaydan esinlenmiş: 1974’te, Florida’da, Christine Chubbuck isimli bir sunucu canlı yayında intihar etmiş.

Chayefsky’nin iki Oskar ödülü daha var: “Marty” (1955) ve “The Hospital / Hastane” (1971). 1958 tarihli “The Goddess”taki çalışmasıyla da Oskar’a aday gösterilmiş. Kendisi ayrıca ünlü “Altered States / Gerçeğin Ötesinde” filminin de yazarı.

Seçme replikler:
Howard Beale (yayında): Beyaz saçlı, zengin minik bir adam öldü. Ama bunun pirinç fiyatları ile ilgisi ne? Ve bu niçin bize bir işarettir? Çünkü siz ve altmış iki milyon Amerikalı, şu an beni dinliyor. Çünkü yüzde üçten daha azınız kitap okuyor! Çünkü yüzde on beşten daha azınız gazete okuyor. Çünkü bildiğiniz tek gerçek, bu tüp. Şu an, bu tüpün içindekilerden başka hiçbir şey bilmeyen bir nesil var! Bu tüp, bir mabet! Bu tüp Başkanları, Papaları, Başbakanları seçtirir ya da yerlerinden eder! Bu tüp, inançsız dünyanın en büyük gücüdür! Vay başımıza, yanlış insanların eline düşerse…


(Muhteşem oyuncu Ned Beatty sinema tarihinin en etkili ve önemli monologlarından birini yorumlarken... "Şebeke" sadece bu sahne için bile izlenebilir)

Arthur Jensen (Howard’a): Sen her şeyi ülkeler ve insanları olarak gören eski kafalı birisin. Ülkeler yok! İnsanlar yok! Ruslar yok! Araplar yok! Üçüncü Dünya da yok! Batı yok! Tüm sistemlerin üstünde bir kutsal sistem var. Çok büyük ve dokunulmaz, özenle işlenmiş, çok uluslu, dolar egemenliğinde! (…) Bu gezegende hayatın bütünlüğünü sağlayan, uluslararası para sistemidir… Bugün her şeyi olması gerektiği gibi yapan odur! (…) Amerika ve demokrasi hakkında feryat ettin! Amerika yok! Demokrasi yok! Sadece IBM, ITT, ATT, Dupont, Dow ve Exxon var. Bugün dünyadaki ülkeler bunlar. Ruslar, Meclislerinde ne konuşuyorlar sanıyorsun? Karl Marx mı? (…) İnsanlar sürünerek çamurun içinden çıktılar. Ve bizim çocuklarımız Bay Beale, mükemmel dünyayı görecekler. Orada savaş ya da kıtlık, bunalım ve vahşet olmayacak! Tek ve büyük bir evrensel şirkette herkes ortak kâra hizmet için çalışacak. Orada herkesin hissesi olacak, ihtiyaçlar karşılanacak, bütün endişeler bitmiş, sıkıntının yerini neşe almış olacak.

Network / Şebeke
Yönetmen: Sidney Lumet
Senaryo: Paddy Chayefsky
Yapımcılar: Henry Fonda, Reginald Rose
Oyuncular: Faye Dunaway (Diana Christensen), William Holden (Max Schumacher), Peter Finch (Howard Beale), Robert Duvall (Frank Hackett), Wesley Addy (Nelson Chaney), Ned Beatty (Arthur Jensen), Beatrice Straight (Louise Schumacher), Arthur Burghardt (Yüce Ahmed Han)
1976 ABD yapımı, 121 dakika.
DVD firması: Tiglon/MGM

Sorun Yaratan Adam

IMDB: 7,4
Rotten Tomatoes: %71
Manalı Filmler: 8,0

Her şey nasıl da mükemmel… Mesela iş bulmak çok kolay, üstelik çalışanlar kısa sürede makul bir hayat standardını yakalayabiliyorlar. Herkes (patron bile!) kibar ve anlayışlı, sıcak ve yardımsever. İşten adam çıkarırken veya sevgilisini terk ederken bile herkes devamlı gülümsüyor. Açlık yok, şiddet, hatta muhalefet bile yok…

O kadar mükemmel bir dünya ki, intihar edenler ertesi gün devam ediyorlar hayatlarına, hiçbir şey olmamış gibi…

26. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilen “Sorun Yaratan Adam”, böyle bir dünyayı betimliyor ve tüm bunlara rağmen mutlu olamayan bir uyumsuzu öykülüyor. Andreas mutsuz çünkü sanal bir ortamda yaşadığını fark ediyor. Aslında yemeklerin tat vermediği, içkilerin sarhoş etmediği, kimsenin “insani” duygular göstermediği bir dünya orası; “The Truman Show” tarzı bir yapay cennet…

Yani cehennemden farksız…

Norveç yapımı bu fantastik filmin, bir uyarı mahiyetinde olduğu söylenebilir. Jens Lien de en az Charlie Chaplin kadar haklı: “Modern Times / Modern Zamanlar” çoktan geçti, –en azından dünyanın “gelişmiş” bölümünde- “postmodern kabus” yaşanıyor. Filmin meselesi tam da bu: Konformizmin adeta bir din haline gelmesi…

Ana temaları veya çıkageldiği soğuk iklim sizi yanıltmasın; “Sorun Yaratan Adam” gayet keyifli, hatta delişmen bir film. Mükemmel setler, Schreiner, Aurvaag ve Lien’in üstün performansları ve usta işi finali de cabası…

Ödülleri:
20 ödül ve 4 adaylık

The Bothersome Man / Den brysomme manen / Sorun Yaratan Adam
Yönetmen: Jens Lien
Senaryo: Per Schreiner
Yapımcı: Jørgen Storm Rosenberg
Oyuncular: Trond Fausa Aurvaag (Andreas), Petronella Barker (Anne Britt), Per Schaaning (Hugo), Birgitte Larsen (Ingeborg), Johannes Joner (Håvard)
2006 Norveç, İzlanda ortak yapımı, 95 dakika.

5 Nisan 2011 Salı

Siyah Kuğu

IMDB: 6,7
Manalı Filmler: 8,5

“Pi”den beri her çalışmasını beğeniyle izlediğimiz Aronofsky’nin ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu en çok gösteren filmi bu.

İki nedenle:

Filmin hikayesi inanılmaz derecede “eski usul”. Mesela Edgar Allan Poe’nun hikayelerini anımsatıyor. Veya örneğin “Dr. Jekyll and Mr. Hyde” filmlerini (özellikle 1950’den önce yapılanları). O filmlerdeki gerilim duygusu ve gotik yaklaşım bu eserde de var. O kadar ki senaryo sanki 1940’larda yazılmış gibi duruyor. İşin ilginci film de öyle. Cep telefonlarını, dans sahnelerini çıkarın, karakterlerin davranışlarını ve ilişkilerini biraz düzenleyin, karşınızda gerçekten en az 60 yıllık bir film varmış gibi olur.

Dolayısıyla bu proje bu açıdan çok riskli; vasat bir yönetmenin elinde olsa komik bir film çıkabilirdi ortaya, günümüz seyircisine inandırıcı gelmeyen, yüreğine dokunmayan bir eser olabilirdi.

İkincisi bu film aslında bir psikolojik gerilim. Fakat gerilim unsuru dışarıda değil, ana karakterin içselliğinden doğuyor. İçsel bir çatışmayı bu kadar başarıyla yansıtmak çok zor bir iş, bunu ancak çok usta bir yönetmen yapabilirdi. Örneğin başka gerilim filmlerinde gördüğümüz gibi Aronofsky de ana karakteri Nina’yı arkasından sallanmayan kamera ile takip ediyor. Sanki kızın arkasında eli bıçaklı bir katil varmış veya birisi ona bir kötülük yapmak için kızı takip ediyormuş gibi… Oysa ne bir katil var, ne de takip eden. Ve seyirci bunu biliyor. Buna rağmen bu üslup işe yarıyor. Aronofsky’nin asıl dehası filmi klasik kötü adamlı gerilimler gibi kurmuş –ve zaman zaman örneğin David Lynch’inkine benzer bir üslup kullanmış- olmasında. Filmi o kadar iyi kurmuş ki seyirci bir karmaşaya düşmüyor, içsel nedenlerden kaynaklanan gerilimi, alıştığı diğer gerilim-korku filmleri gibi izleyebiliyor.

Belli ki Aronofsky metni çok iyi anlamış, ana temanın evrenselliğinin idrakinde olarak filmi kurmuş, seyircinin de bu temayı anlayacağını ve ona duygusal tepki vereceğini düşünmüş, buna güvenmiş. Tam da arzuladığı gibi oluyor, film tıkır tıkır işliyor ve hedefine ulaşıyor.

Tam da bu nedenle bu yıl yönetmen dalında Oskar aslında Aronofsky’nin olmalıydı. Diğer 4 film de gayet başarılı, yönetmenleri de işin ehli insanlar. Fakat “Siyah Kuğu”nun diğerlerinden bir farkı var: Bir yönetmenin tasarlaması (kurması) ve çekmesi açısından değerlendirildiğinde bu film diğer dördünden çok daha zor ve kusursuz kotarılmış.

Fakat bazen böyle şeyler oluyor: 2001’de Steven Soderbergh iki filmle birden yönetmen dalında Oskar adayı olmuştu, olayı sadece yönetmenin çalışması açısından değerlendirdiğimizde “Erin Brockovich” bariz biçimde üstünken, tasarlaması çok daha zor bir filmken, yönetmeni “Traffic” ile Oskar kazandı, sanırım Akademi üyeleri –çok fazla mekan ve karakteri olduğu için- o filmi çekmenin daha güç olduğunu düşünmüşlerdi. Herhalde bu yıl da önemli bölümü bir muayenehanede geçen “The King’s Speech / Zoraki Kral”ı yönetmenin daha güç bir iş olduğuna karar verdiler, oysa o, ortalamanın üzerindeki her yönetmenin rahatça kotarabileceği bir işti, “Siyah Kuğu”daki gibi özel bir yaklaşım ve derin bir birikim gerektirmiyordu.

Mana açısından değerlendirdiğimizde “Siyah Kuğu”nun önemi artıyor, öncelikle ana teması dolayısıyla: İçindeki iyi ile kötüyü açığa çıkarmak, ikisiyle de barışmak… Kuşkusuz bu, klasik “Dr. Jekyll and Mr. Hyde” filmlerinden beri bilinen, aslına bakarsanız “Fight Club / Dövüş Kulübü”ndeki gibi modern yaklaşımlarla da işlenmiş bir izlek, perdeye ilk kez gelmiyor ama gayet farklı bir yaklaşımla geliyor. Ana karakter bu kez içindeki iyiyle kötüyü uzlaştırdığını sahnede de göstermek, kanıtlamak zorunda. Ana temasını sanat uğraşıyla bağdaştırmasının yanında “Siyah Kuğu”, bu uzlaştırmanın başarı için, hayatı dolu dolu yaşamak için şart olduğunu da vurguluyor.

Zor bir iş bu, fakat ödülü yüksek…

Başarabilen kuğuya dönüşüyor, olağanüstü güzel ve zarif bir varlığa…

Ödülleri:
En İyi Kadın Oyuncu dalında Oskar; Film, Yönetmen, Görüntü Yönetmeni ve Kurgu dallarında Oskar adayı
Ayrıca 30 ödül ve 89 adaylık

Black Swan / Siyah Kuğu
Yönetmen: Darren Aronofsky
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz, John J. McLaughlin (Andres Heinz'ın öyküsünden)
Yapımcılar: Scott Franklin, Mike Medavoy, Arnold Messer, Brian Oliver
Oyuncular: Natalie Portman (Nina Sayers), Mila Kunis (Lily), Vincent Cassel (Thomas Leroy), Barbara Hershey (Erica Sayers), Winona Ryder (Beth), Benjamin Millepied (David).
2010 ABD yapımı, 108 dakika.
Gösterim tarihi: 25 Şubat 2011

Amish Grace


IMDB: 6,7
Manalı Filmler: 8,5

Bazen küçük bir projede doğru isimler bir araya gelir ve projenin çapından beklenmeyecek denli iyi bir film kotarırlar. “Amish Grace”de de bu durum yaşanmış.

İşledikleri gerçek hikayeyi çok ciddiye alan senaristleri, neye, ne zaman vurgu yapacağını iyi bilen, deneyimli bir yönetmeni ve titiz oyuncuları olmasa bu projeden küçük, önemsiz bir film çıkabilirdi. Tersine, hiçbir kusuru, aksaması olmayan, son derece etkili bir film çıkmış.

“Amish Grace” ABD’de sık rastlanan toplu katliam öykülerinden birini anlatıyor. Bir sınıfa dalan bir adam rast gele ateş açıyor, beş kızı öldürüp beşini de yaraladıktan sonra intihar ediyor. Bu öykünün diğerlerinden farkı, maktullerin aşırı dindar Amiş topluluğunun üyeleri olması ve Amişlerin, bu tür olaylarda hep görüldüğü gibi nefret ve intikam duygularıyla davranmamaları. Bu yönüyle olay ABD kamuoyunda büyük ilgi uyandırmış. Bu kez toplum, acılı insanların kendilerine bu acıyı yaşatan adamın cenaze törenine katıldığını, dul eşini ziyaret ettiğini görmüş ve bundan çok etkilenmiş. Amişlerin affetmekten yana tavır koymaları, benzer durumlarda affetmek mümkün müdür tartışmalarına yol açmış.

Film o gün okulda katledilen 5 kız çocuğundan birinin annesini merkeze alıyor. Diğer topluluk üyelerinden farklı olarak Ida, affetmekte zorlanıyor, yüreği ile zihni arasında kalıyor, günler geçtikçe ruhsal bir dönüşüm yaşıyor ve olgunlaşıyor.

Bu süreci dengeli bir üslupla aktarırken film, Amiş hayat tarzının prensiplerini de yeterince işliyor. Dini inançları gereği Amişler çok sade yaşıyorlar. Teknolojiyi reddediyor, tek tip giyiniyorlar. İlginç olan, mahkeme kararıyla zorunlu eğitimden de muaf tutulmaları; çocuklarını kendi hayat anlayışlarına göre eğitiyorlar.

Sadece bu hayat tarzının sergilenmesi bile çok değerli ve önemli.

Kaldı ki “Amish Grace” bu ilginç topluluğu bir kriz döneminde yakalıyor, inançlarının en zorlu sınava tabi kaldığı günlere odaklanıyor ve bu nedenle istisnasız herkes için değerli öğretilerle dolu bir film haline geliyor…

Seçme replikler:
Gideon (Kızı Katie'ye): Nefret çok büyük, çok aç bir şeydir. Bir sürü keskin dişi vardır. Kalbini yiyip bitirir ve sevgiye hiç yer bırakmaz.

Rachel: Benim kızım da öldü. Ben de dünyaya haykırmak istiyorum. Ama kalbimi nefretle sevginin çatıştığı bir savaş alanına çevirmek istemiyorum. Bu çok canımı acıtıyor.

Gideon: Affetmek kolay değildir Ida. Tanrı bizi kolay yollara yöneltmiyor. Ama şunu iyi biliyorum. Hayatında her şey istediğin gibi gidiyorsa inancın gerçek değildir. Asıl hayatlarımız parçalanırken inancımızı sahici kılma imkanını elde ederiz.

Judith: Her sabah uyandığımda Anna'yla Lydia'nın evde iş yaparken birlikte şarkı söylediklerini duymayı bekliyorum. Sessizlik bana öldüklerini hatırlatıyor. İçim öfkeyle doluyor... O kadar ki, güç bela nefes alıyorum… Sonra o öfkeyi Tanrıya bırakıyorum... Bağışlıyorum. Bazen bir saat sonra bunu tekrar yapmam gerekiyor... Ve bir saat sonra bir daha. Ama böyle yapmazsam, bir daha nasıl nefes alırım, bilmiyorum.

Rahip (Charlie'nin cenaze töreninde): Bu önemli günde, tüm bu olaylardan sonra, kötülük yokmuş gibi davranamayız. En dindar insanın bile, kötü eylemler gerçekleştirmesi için karanlık tarafından aklının çelinemeyeceğini iddia edemeyiz. Ama Amiş kardeşlerimizin bize gösterdiği gibi duyduğumuz acı yüzünden intikam peşinde koşmadığımızda, kalplerimizi affetmenin şifa veren ışığına açtığımızda karanlık kovulur ve kötülük yok olur.

Meraklısına:
Amişler fotoğraf çektirmeyi dahi günah kabul ettikleri için kitabın yazarları filmin hazırlık ve çekim sürecine katılmayı reddetmişler.

Filmin oyuncuları ve yapım ekibinden 11 kişi 24 dalda Emmy ödülüne aday gösterilmiş ve dördü toplam 5 ödül kazanmış.

Ida rolünü üstlenen Kimberly Williams-Paisley daha ziyade TV dizilerinden tanıdığımız bir isim. En ünlü çalışması ise “According to Jim” dizisindeki baldız Dana rolü.

Amişler arasında geçen en ünlü sinema filmi 1985 tarihli “The Witness / Tanık”. Peter Weir’ın yönettiği filmde Harrison Ford, bir cinayete tanık olan genci korumak amacıyla Amişler arasında yaşamaya başlayan bir polisi canlandırıyordu. O film de gayet iyidir ama Amiş hayat tarzına ve bunun nedenlerine pek eğilmez, aşk hikayesine daha fazla odaklanır.

Amish Grace
Yönetmen: Gregg Champion
Senaryo: Sylvie White, Teena Booth (Steven Nolt, David Weaver-Zercher ve Donald B. Kraybill'in "Amish Grace: How Forgiveness Transcended Tragedy" isimli kitabından)
Yapımcılar: Kyle A. Clark, Marta M. Mobley
Oyuncular: Kimberly Williams-Paisley (Ida Graber), Tammy Blanchard (Amy Roberts), Matt Letscher (Gideon Graber), Fay Masterson (Jill Green), Madison Mason (Levi Brennaman), Gary Graham (Henry Taskey), Darcy Rose Byrnes (Rebecca Knepp), Karley Scott Collins (Katie Graber)
2010 ABD yapımı, 88 dakika.

Esir Ruhlar

IMDB: 6,6
Manalı Filmler: 7,5

Bu filmin afişi içeriğini hiç yansıtmıyor. Filmdeki tek sevişme sahnesinden alınmış bir fotoğraf kullanılmış ve o sahne binlerce benzerinden daha etkili, güzel hatta uzun bile değil.

Ayrıca filmin değeri ve manası bakımından o sevişme değil, sahnedeki kişilerin kimliği çok önemli: Dr. Carl Gustav Jung ve Sabina Spielrein. Yani iki ünlü psikiyatr…

Sabina hem Freud’un, hem Jung’un hastası olmuş bir genç kız. Onunla iletişim kurmayı başaran tek doktor Jung oluyor. Karşılıklı etkileşim, Sabina tedavisini tamamlayıp Jung’un hastası olmaktan çıkınca aşk ilişkisine dönüşüyor. O süreçte Sabina da psikiyatr oluyor, vatanına dönüp çocuk psikolojisi üzerine çalışmaya başlıyor, koyu Stalinizm’e rağmen ilginç işler yapıyor.

Jung’un yaptıklarını ise saymakla bitmez, psikoloji tarihinin temel taşlarından biri olduğunu söyleyip geçelim.

Bu film öncelikle bu açıdan değerli: Jung’un gençliğini –üstelik muhteşem oyuncu Iain Glen’in performansıyla- perdeye taşıyor. Bu döneminde ünlü doktor, bir yandan hocası Freud’un etkisinden henüz sıyrılamamış, öte yandan geliştirilmesine katkıda bulunduğu harika terapi tekniklerini akıllıca uygulayıp sonuç alabiliyor. Glen, Jung’un gençliğinden kaynaklanan bocalamasını da, ancak büyük insanlarda görülen olağanüstü özgüvenini de çok ustaca yansıtmış.

Aynı cümleleri Emilia Fox için de kurmak mümkün, Sabina’nın hasta ve şifacı, sorunlu genç kız ve olgun anne dönemlerini rahatça kotarabilmiş.

Üstelik bu iki oyuncu vasat senaryoya ve Faenza’ya rağmen bu işi başarmışlar.

Maalesef Faenza çok sıradan bir yönetmen. Senaristlerden daha bile beter bocalamış, sonuçta ortaya hangi tema ve anlara ağırlık vermesi gerektiğini bilemeyen, değerli imkanları boşa harcayan, karakterlerinden yeterince yararlanamayan bir film çıkmış. Hikaye ve ana kişilikler ilginç olmasa bu filmi izlemek, bir “seyir sancısı”na dönüşebilirdi.

Ödülleri:
4 ödül ve 7 adaylık

The Soul Keeper / Prendimi l'anima / Esir RuhlarYönetmen: Roberto Faenza
Senaryo: Gianni Arduini, Giampiero Rigosi, Hugh Fleetwood, Alessandro Defilippi, Roberto Faenza, François Cohen-Séat, Elda Ferri (Aldo Carotenuto'nun kitabından)
Yapımcılar: François Cohen-Séat, Elda Ferri, Charles Steel
Oyuncular: Iain Glen (Dr. Carl Gustav Jung), Emilia Fox (Sabina Spielrein), Craig Ferguson (Richard Fraser), Caroline Ducey (Marie Franquin), Jane Alexander (Emma Jung), Viktor Sergachyov (Ivan Ionov).
2002 İtalya, Fransa, İngiltere ortak yapımı, 90 dakika.
Gösterim tarihi: 16 Eylül 2005