Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

20 Eylül 2010 Pazartesi

Bir Kadın Meselesi

Huppert’in inanılmaz ölçülü bir oyunculukla canlandırdığı Marie’nin sonunu hazırlayan, hayata dair bilincinin fena halde kıt olması. Çoğu şeyi göremiyor, görebildiklerini de reddediyor, böylece yarattığı yanılsamayı gerçeklik sanarak yaşıyor

IMDB: 7,7
Allmovie: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 80
Manalı Filmler: 9,0

12 Eylül günü dünyaya veda eden Claude Chabrol, Fransız Yeni Dalga akımını başlatan yönetmen olarak tanınıyordu. Hiçbir zaman Cahiers du Cinéma dergisinde birlikte çalıştığı (sonraki yıllarda Yeni Dalga’nın önde gelen yönetmenleri olarak dünyaca tanınan) François Truffaut ve Jean-Luc Godard kadar ünlü olmadı ama 60’dan fazla filmi ve “auteur” kuramına katkılarıyla yalnız Fransa’da değil, tüm dünya sinemasında etkili oldu.

1958’de gerçekleştirdiği ilk filmi, Yeni Dalga akımını başlatan “Le beau Serge”le birlikte Chabrol, ölümüne kadar sürdüreceği sinemasal kimliği kurmuştu: Psikolojik gerilim türünün tutkunu ve ustasıydı; insanın iç dünyasını incelemekten hoşlanır, çoğunlukla ana karakterini zarara uğratan hatta felaketlere sürükleyen bilinçsizliğe özel ilgi gösterirdi.

Karakterleri yokuş aşağı yuvarlanırken Chabrol, mesafeli bir yaklaşımla olayları gözlemler ve kaydeder, iç dünyalarına en çok yaklaştığı anlarda bile tarafsızlığını korur, izleyiciye kendi kararını verme şansı tanır. Filmlerinin önemli bir bölümünde “ana kahraman”, sıradan bir insandır; bastırılmış duyguları yüzünden seyirci onu ancak yüzeysel tanıyabilir, sahip olduğu burjuva değerleriyle –çoğunlukla şiddete ve suça yol açan- tutku arasındaki çatışma gerilimi yaratırken, “gerçekte kim olduğunu” ne kendisinin, ne de seyircinin bildiği ana karakter hep gizemini korur. Öykü ilerledikçe, gerilim karşısındaki tavrı (örneğin tutkusunu açığa çıkarması veya bunu reddetmesi) ana karakterin gizemini azaltır, bir sonraki an ne yapacağı tahmin edilebilir hale gelir; öte yandan, ruhunun karanlık labirentlerinde başka nelerin olduğu ve başına tam olarak neyin geleceği soruları giderek güçlenir; gerilim ve gizem birbirini besleyerek çoğalır.

Mükemmel kurulmuş ve kotarılmış bir film olan “Bir Kadın Meselesi”, yönetmenin temel özelliklerini iyi yansıtması ve özellikle hayata dair bilinç eksikliğinin yol açtığı sorunları ve insanlık durumlarını göstermesi bakımından önemli bir eser...

2. Dünya Savaşı yılları, Fransa işgal altında, yoksulluk dorukta… Erkeklerin önemli bölümü ya öldürülmüş, ya tutuklanmış veya cephede. Özellikle genç kadınlar için çocuk yapmak çekici bir şey değil, ancak ağır hayat şartlarının toplumsal ahlakı erozyona uğratacağından korkan devlet, kürtaj yasağına aykırı eylemleri şiddetle cezalandırıyor.

Ev hanımı Marie, “bir elinde cımbız / bir elinde ayna/ umurunda mı dünya” modeli bir kadın. Hem eğitimsiz, hem cahil. Şarkıcı olmayı düşlüyor, iyi yaşamayı arzuluyor; başka da hiçbir şey umurunda değil. İki çocuğuyla ayakta kalmaya çalışırken, savaşta esir düşmüş kocasıyla hiç ilgilenmiyor, adam eve döndükten sonra bile… Bir arkadaşına yardım edip başarılı olunca yasadışı kürtaj yaparak para kazanmaya başlıyor, sokak kadınlarına oda kiralamak gibi başka kazanç yolları icat ediyor. Zenginleştikçe şımarıyor Marie, yeni hayatına tutkuyla sarılıyor. Tutuklandığında aklı başına geliyor, ama artık çok geçtir…

Huppert’in inanılmaz ölçülü bir oyunculukla canlandırdığı Marie’nin sonunu hazırlayan, hayata dair bilincinin fena halde kıt olması. Uyanık bir kadın o, ama akıllı değil. Onu sevmediğini yüzüne karşı haykırmasının, onu kesinlikle yanına yaklaştırmamasının kocasını nasıl etkileyeceğini anlayamıyor. Başka bir erkeğin yatağına girmesinin de. Yarım yamalak bilgiyle kürtaj yapmasının “hastalarına” zarar verebileceğini düşünmüyor, hatta aralarından birinin ölmesini bile umursamıyor. Çoğu şeyi göremiyor, görebildiklerini de reddediyor, böylece yarattığı yanılsamayı gerçeklik sanarak yaşıyor. örneğin Yahudi olduğu için Nazilerin alıp götürdüğü en yakın arkadaşının, dinini bilmediği ortaya çıkıyor, gerçeği öğrenince de, bir gün geri döneceğine inanmayı yeğliyor, o şekilde giden kimsenin geri dönmediğini bilmesine rağmen...

1943’te idam edilen Marie-Louise Giraud’un öyküsünü anlatırken Chabrol, akıllıca bir tutumla hikayeyi geniş tutmuş, Marie’nin arkadaşları ve müşterilerini de kapsamasını yeğlemiş. Senaryo, ağır toplumsal koşulların kadınlara yaşattığı zorlukları işlerken, “uyanık” ve bencil davranarak o darboğazdan çıkılamayacağını vurguluyor, kurtuluşun daha yüksek seviyede şuurdan geçtiğini imliyor.

Ki o şuur seviyesi, öncelikle birlik bilincine sahip olmayı gerektirir. Sadece kızını okşayıp sevmesinin oğluna yaşattığı acıyı bile göremeyen/anlayamayan Marie (ve benzerleri) zaten o bilinç seviyesinde değillerdir…

O yüzden sonları hep trajik olur…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı oldu; Venedik Film Festivali’nde Huppert En İyi Kadın Oyuncu seçildi.
Ayrıca 10 ödül ve 3 adaylık.

Meraklısına:
DVD hakkında geniş bilgi için tıklayınız
Fragman için tıklayınız

Story of Women / Une affaire de femmes / Bir Kadın Meselesi
Yönetmen: Claude Chabrol
Senaryo: Colo Tavernier, Claude Chabrol (Francis Szpiner'in kitabından)
Yapımcı: Marin Karmitz
Oyuncular: Isabelle Huppert (Marie), François Cluzet (Paul), Nils Tavernier (Lucien), Marie Trintignant (Lulu), Lolita Chammah (Mouche #2), Aurore Gauvin (Mouche #1), Guillaume Foutrier (Pierrot #1), Nicolas Foutrier (Pierrot #2), Marie Bunel (Ginette), Dominique Blanc (Jasmine)
1988 Fransa yapımı, 108 dakika
DVD firması: A. E. Film / Saga

19 Eylül 2010 Pazar

Balance

IMDB: 8,2
Manalı Filmler: 8,5

Mananın doruğunda gezinen, mükemmel bir kısa film…

Beş kişi denizin birkaç metre yukarısında, havada duran bir platformun üzerinde yaşamaktadırlar. Aralarından biri hareket ettiğinde diğerlerinin de dengeyi korumak için yer değiştirmeleri gerekir. Yukarıya çekilen bir kutuyu sahiplenme hırsı, grubun dengesini bozar…

Lauenstein ikizlerinin bu çalışması çoğunlukla komünizm eleştirisi olarak okunuyor. Kimileri de sosyalist ülkelere bir uyarı olarak algılamış. Filmin sosyalist blok dağılmaya başlamadan hemen evvel ve o zamanlar ikiye bölünmüş halde olan Almanya’da yapılmış olması bu yorumlara zemin hazırlıyor. Ama Manalı Filmler için seçilmiş olmasının nedeni bu değil; filmin spiritüel açıdan da okunabilmesi ve bu çerçeveden bakıldığında “birlik bilinci” temasını işliyor olması.

Platformdaki o beş kişi birlik bilinciyle davranabilseler, konumlarını hiç değiştirmeden, kutuyu birbirlerine iterek, herkesin eşit şekilde kutudan yayılan müziğin keyfinden yararlanmasını sağlayabilirlerdi. Bencillik, sadece bireylerin değil sistemin de dengesini bozdu.

O platformu herhangi bir topluluk olarak görmek mümkün: bir aile, bir sınıf, siperde omuz omuza savaşan bir grup asker veya dünya devletleri…

Meraklısına:
“Balance”, 1998’de “The World's Greatest Animation” isimli DVD’de bir araya getirilen 16 kısa animasyondan biriydi…

Lauenstein kardeşlerin resmi sitesi (İngilizce)

Ödülleri:
En İyi Kısa Animasyon Film dalında Oskar ödülü
Ayrıca 3 ödül

İzlemek için:
Dailymotion
Facebook
kisa-film.net

Balance
Senaryo ve yönetim:
Christoph Lauenstein, Wolfgang Lauenstein
1989 Batı Almanya yapımı, 7 dakika, diyalogsuz

Stone Of Destiny

IMDB: 6,7
Rotten Tomatoes: %53
Manalı Filmler: 8,0

“The Snow Walker” ile tanıdığımız Amerikalı oyuncu-yönetmen Smith, bu filminde İskoçya tarihinde önemli bir yeri olan gerçek bir olayı konu edinmiş.

Filme adını veren “Kader Taşı”, Orta Çağ’da İskoç krallarının taç giyme töreninde kullanılırmış ve kutsal kabul edilirmiş. Dini açıdan önemi, İncil’de bahsi geçen taşın o olduğuna inanılmasından geliyor. İncil’de anlatıldığına göre Yakup peygamber, bir taşı yastık olarak kullanarak uyumuş, rüyasında -“Jacob’s Ladder / Dehşetin Nefesi” filmine de adını veren- “cennete uzanan merdiveni” görmüş ve Tanrı’yla görüşmüş. Tanrı ona “Soyundan gelenler toz gibi her yöne dağılacaklar, ama ben hep yanınızda olacağım ve sizi bir gün bu topraklara geri getireceğim” demiş. Peygamber uyanınca yastık olarak kullandığı taşı kutsal ilan etmiş, uyuduğu bölgeye “Tanrı’nın Evi” adını vermiş.

Bu hadise dolayısıyla “Yakup’un Yastığı” da denen taşı 1296 yılında İngilizler ele geçirmiş, Londra’ya taşıyıp Westminster Abbey’ye, tahtın altına yerleştirmiş ve kendi törenlerinde kullanmaya başlamışlar. Taşın ait olduğu topraklara geri kazandırılması, bağımsızlık yanlısı İskoçların en önemli hedefi olagelmiş, ama bu hedefe hiç ulaşılamamış.

1950 yılına dek…

O yıl Ian Hamilton isimli bir hukuk fakültesi öğrencisi üç arkadaşıyla birlikte taşı çalmayı ve ülkesine götürmeyi başarmış. Sonra yakalanmışlar ve taş yine Londra’ya dönmüş ama bu olay İskoçların bağımsızlık mücadelesinde altın bir sayfa olarak yerini almış.

Smith’in filmi Hamilton ve arkadaşlarının yaşadıkları süreci neşeli bir tonda anlatıyor. İmkansız olduğu kabul edilen bu çılgın işe nasıl giriştiklerini, neden ve nasıl başarılı olduklarını öykülüyor. Her öğesiyle gayet başarılı olan filmin, özellikle “eylem günü” sahneleri hayli hareketli ve yer yer çok komik.

Meraklısına:
Kader Taşı 1996’da İskoçya’ya iade edilmiş, ama tabii gerektiğinde İngiliz taç giyme törenlerinde kullanılmak üzere…

Filmin fragmanı için tıklayınız

Filmden kareler için tıklayınız

Stone Of Destiny
Senaryo ve yönetim: Charles Martin Smith (Ian Hamilton’ın “The Taking of The Stone of Destiny” isimli kitabından)
Yapımcılar: Andrew Boswell, Alan Martin, Rob Merilees
Oyuncular: Charlie Cox (Ian Hamilton), Kate Mara (Kay), Stephen McCole (Gavin), Ciaron Kelly (Alan), Billy Boyd (Bill), Robert Carlyle (John MacCormick), Peter Mullan (Ian'ın babası), Brenda Fricker (Bayan McQuarry)
2008 Kanada, İngiltere ortak yapımı, 96 dakika

5 Eylül 2010 Pazar

Akıl Defteri

IMDB: 8,7 (29. sırada)
Allmovie: 4.5 yıldız
Metacritic: % 80
Manalı Filmler: 9.5

Tüm sinema tarihinden mutlaka izlenmesi gereken 100 film seçsek, “Memento” listeye girerdi. Üstelik sadece sinemasal özellikleriyle değil, “mana değeri” bakımından da…

Sigorta müfettişi Leonard’ın (Lenny) karısı öldürülmüş, aynı olayda kendisi de yaralanmış ve kısa dönemli hafızasını yitirmiştir. İntikam fikrine saplanan Lenny, kazadan önceki yaşamına ilişkin hatırladıklarına yeni edindiği (ama aklında tutamadığı) bilgileri ekleyerek karısının katilini bulmaya çalışır…

“Memento”nun bu kadar beğenilmesinin ve Nolan’ın kariyerine dev bir sıçrama yaptırmasının birkaç nedeni var, öyküleme teknikleriyle ilgili getirdiği yenilikten başlayalım (filmi izlememiş olanlara bunu anlatmak çok zor olacak, ama deneyeyim): Film uzun süre iki koldan akıyor, siyah beyaz çekilmiş olan kısım filmin bugününde ileri doğru, renkli kısım ise geriye doğru ilerliyor. Geriye derken: Sekanslar, olması gerektiği gibi doğrusal akış içinde, ama olay sırası bakımından önce gelmesi gereken sekans sonra konmuş; hepsi bu şekilde kurgulandığı için önce –filmin zamanına göre- “şimdi olanı”, sonra mesela yarım saat öncesini, sonra diyelim ki bir önceki günü izliyoruz. Bu sırada siyah beyaz kısım da ilerliyor ve bir noktada buluşuyorlar.

Bu öyküleme tekniğine “dahiyane” demek herhalde abartılı olmaz. Ayrıca senaryo zekice ve ustalıkla yazılmış, reji önceki filmlerdeki aksaklıkları artık taşımıyor ve çok olgun, oyunculuk seviyesi takdire şayan… Fakat filmi çağdaş bir klasik konumuna yükselten sadece bunlar değil; belki de içeriği, biçiminden bile çarpıcı.

Fakat içeriğin neden önemli olduğunu ifade etmek de zor. Çünkü “Başlangıç”ta olduğu gibi, bu filmde de belirsizlikler o kadar akıllıca düzenlenmiş ki, “filmin tam olarak neyi anlattığı” konusunda sadece kendi yorumunuzu geliştirebiliyorsunuz. Öne çıkan 4 yorum var ve Nolan kendi düşüncesini söylemiyor, tersine şu cümlesi biliniyor: “Bence izleyicilerin çoğu, belirsizliği kabullenmek yerine Teddy’nin anlattıklarının doğru olduğunu düşünmeyi yeğleyecekler”.

Trajedi kahramanı Lenny
Ben de o seyirci grubundanım, filmi çözecek anahtarın Teddy olduğuna inanıyorum (Bu filmin asıl “mana” değeri ana cümlesinde olduğu için, filmi izlerken alacağınız zevki azaltacak bilgiler vermeden anlamı deşifre etme imkanı yok; filmi henüz izlemediyseniz yazının devamını daha sonra okumanızı öneririm) Bu yoruma göre: Lenny aradığı kişiyi bulmuş, öldürmüş, ama bunu hatırlamadığı için aramayı (ve dolayısıyla insanları öldürmeyi) sürdürmektedir. Filmde Sammy diye anlatılan/gösterilen kişi de bizzat Lenny’dir, yani karısının ölümünden sorumludur… Nolan’a ilişkin bilgilerimiz ve kısacık görünen bir planda Lenny’nin (eşi sağken) kalbinin üstünde “yaptım” dövmesinin olması, bu yorumu “gerçekçi” kılıyor.

Nolan’ın ana temasının “gerçekliğin(in) tutsağı olan bireyler” olduğunu biliyoruz. Örneğin “Takip”teki Bill kendi bilinçsizliği yüzünden bir örümcek ağına yakalanıyor, akıllıca kurulmuş bir tuzağa… Teddy’nin söyledikleri doğruysa Lenny bir tutsak bile değil, “bir trajedi kahramanı”. Bellek kaybı ve saplantısı yüzünden onun gerçekliği bir labirent bile değil, bataklık… Ortalıkta pimi çekilmiş bir el bombası gibi dolaşıyor, “o katil” olduğuna inandığı herkesi rahatça öldürebilir. Ayrıca hayatına giren insanların birinin, Lenny’nin hastalığını kendi çıkarları için kullandığını (moteldeki görevlinin kazık atması), bir başkasının ise ona cinayet işlettiğini de görüyoruz.

Lenny’nin durumunu trajik kılan şey, vicdan azabı yüzünden gerçekliği değiştirmesi, bir yanılsama içinde yaşamaya devam etmeyi istemesi. Karısının ölümünden asıl kendisinin sorumlu olduğunu bilmesine rağmen, bunu kaldıramadığı için gerçekliği çarpıtıyor, suçu başkasına yüklüyor, hatta başından geçen öyküyü, ona tanık olmuş gibi anlatıyor. Kendini buna inandırmış…

Dahası da var: Kısa dönemli hafıza kaybı yüzünden o kişiyi öldürdüğünü de hatırlamıyor, olmayan birini aramaya devam ediyor. Yani işlediği cinayetler vicdanına yeni yük eklemiyor. Kendini gayet bilinçli olarak kandırması da...

Bu kadar da değil: Lenny sağlıklı bir beyinde de hafızanın anıları değiştirdiğini biliyor, bunu söylüyor da. Ama bu genel doğruyu, kendi özeline uygulamıyor, uygulamak istemiyor: Bellek bu şekilde çalışıyorsa, Lenny’nin kafasına darbe aldığı o geceden öncesine ilişkin hatırladıkları da doğru olmayabilir. Örneğin karısını anlattığı kadar çok sevdiğinden de kuşkulanabiliriz…

Benlik denen hapishane
Bu aşamada Nolan’ın cümlesi netleşiyor: Gerçeklik zaten belirsizliklerle dolu iken, ve hepimiz onu yorumlayarak yaşamımızı sürdürürken, en azından bazılarımız (çoğumuz?), vicdan azabı, suçluluk duygusu, takıntı, saplantı ve bağımlılık gibi nedenlerle o yarım gerçekliği de bir yanılsamaya dönüştürmeyi yeğliyor, üstelik bunu başarıyor, kendimizi hapishanelere kilitliyoruz (dışarıda özgürce dolaşan, hatta cinayet işleyenler de dahil). Kendi gerçekliğimizde tutsak oluyoruz…

Diğer ana karakterlerin hayat felsefesi ve yaşama şekilleriyle Lenny’den çok da farklı olmamaları, eserin mana değerini artırıyor. “Takip”teki Sarışın’ın, “Insomnia”daki cinayet dedektifinin, “Prestige / Prestij”deki sihirbazların Lenny gibi özel bir durumları yok, ama onların da başka takıntıları, saplantıları var. Onlar da kendi geçmişlerinin, yanlışlarının, günahlarının bedelini ödüyorlar, aynı neden hepsi için geçerli: Kendi egolarının esiri olduklarını görecek bilinç seviyesinde değiller...

Nolan –tabii ki o da yorumlardan biri ama- ilk kez “Başlangıç”ta o hapishaneden çıkmanın mümkün olabileceğini gösterdi. Ondan önceki tüm filmlerinde ana tema “esaret” olmasına rağmen, bunun hayata dair bilinçle ilişkisi de bir yan tema olarak belirdi, genişlemeye, büyümeye başladı. Bu temanın dozu “Memento”da hayli yüksek; hatta seyirciye bu temayı fark ettirme isteği çok belirgin: Örneğin Natalie “İntikam alsan bile bunu hatırlamayacaksın” diye uyardığında Lenny’nin verdiği karşılık (aşağıda), filmin en etkili, en yürek yakan yerlerinden biri. Keza Teddy onu sorularla sarsmaya, uyandırmaya çalışıyor, hatta “Sen gerçeği aramıyorsun, kendin bir gerçek yaratıyorsun” diyor.

Haklı… Çünkü Lenny uyanmak istemiyor; bazı açılardan kabusa benzese de bu rüya (yanılsama), gerçeğin kendisinden daha kolay, daha az acı verici geliyor ona. Gerçek o kadar ağır ki, yanılsamayı gerçek kabul etmek daha karlı, hatta zevkli (Karısının aynı kitabı defalarca okuması gibi)... Hele de o yanılsama Lenny’ye kendini filmlerdeki karizmatik dedektifler gibi hissetme/yaşama ve bir de ideal (intikam almak), hatta hayat amacı veriyorken…

Lenny’nin, küçücük şeylerde bile (camı tamir ettirmek gibi) yardımına koşan Teddy’ye değil de, ona yardım edeceğini sadece söyleyen Natalie’ye inanması da bu yüzden. Bir yanda karısını hatırlatan genç ve güzel bir kadın, öbür yanda onu sürekli uyandırmaya, “gerçeğe” döndürmeye çalışan, kendine yaptığı kalkanı sorularıyla incelten, egosunun tuzaklarını ona sürekli hatırlatan Teddy… Kimin yok olması gerektiği çok açık; Teddy yaşamaya devam ederse, eninde sonunda Lenny’nin elinden o mutluluğu alacak, onu gerçeğe uyandıracak…

Asıl trajik olan da bu: Kendi yarattığı hapishanede kendini tutsak etmekten zevk almak, çıkar sağlamak…

Asıl büyüklük ise şu: Tüm film insanın aslında ne kadar geniş boyutlu, ne kadar karmaşık bir varlık olduğu üzerine kuruluyken, baş kahramanın, insanları birkaç kelimeye indirgeyen notlar aracılığıyla hayata tutunmaya çalıştığını göstermek…

Ödülleri:
En İyi Senaryo ve Kurgu dallarında Oskar adaylığı
Ayrıca 42 ödül, 32 adaylık

Meraklısına notlar:
Nolan’ın belleğin anıları değiştirdiğini geniş kitlelere duyurmasını çok önemsiyorum. Bu konu NTV Bilim dergisinin Eylül 2009 tarihli sayısında geniş yer almıştı. (Ayrıca bakınız: Özkök’ün yazısı)

Filmi ilk kez görecekseniz veya bu yazı yeniden izleme arzunuzu uyandırdıysa, “Memento”dan hemen önce “Citizen Kane / Yurttaş Kane”i izlemenizi öneririm.

Filmin içeriği, özellikle yanılsama ile vicdan azabı arasındaki ilişki ilginizi çekiyorsa “Shutter Island / Zindan Adası” ve “The Machinist / Makinist”i de izlemenizde yarar olacaktır.

İleri okuma için:
“Rüyalar gerçek olsa”

Seçme replikler:
Lenny (fotoğraftaki not): Natalie. O da birini kaybetmiş. Sana yardım edecek.

Natalie: Ama intikam alsan bile bunu hatırlamayacaksın ki. Hatta o işin bittiğini bile bilmeyeceksin.
Lenny: Karım bu intikamı hak ediyor. Benim bilip bilmemem bir şeyi değiştirmez. Hatırlayamadığım şeylerin olması yaptıklarımı anlamsız kılmaz. Dünya gözlerini kapattığın anda kaybolmuyor, değil mi?..

Lenny: Ne kadar zamandır yalnız olduğumu bilmeden yatıyorum burada. Öyleyse nasıl iyileşebilirim? İyileşmem nasıl beklenebilir ki… zamanı hissedemezken…

Teddy: Bir adamın hayatını küçük notlarına ve resimlerine bağlayamazsın.
Lenny: Neden olmasın?
Teddy: Çünkü notların güvenilmez olabilir.
Lenny: Hafıza güvenilir değildir.
Teddy: Aa, lütfen...
Lenny: Gerçekten. Bellek mükemmel değildir. İyi bile değildir. Polise sor. Görgü tanıklarının ifadeleri güvenilmezdir. Polisler bir katili, oturup bir şeyler hatırlayarak yakalamazlar. Olguları toplar, inceler, sonuca varırlar.
Teddy: Bunu kastetmiyorum.
Lenny: Olgular ve gerçekler… Bellek değil… İşte böyle araştırma yaparsın. Biliyorum, eskiden ben de yapıyordum. Hafıza bir odanın şeklini değiştirebilir, bir arabanın rengini değiştirebilir. Ve anıları çarpıtmak mümkün. Hafıza bir yorumdur sadece, kayıt değildir. Olgular elindeyse, anıların bir önemi yoktur.

Lenny (dış ses): Hepimizin bize kim olduğumuzu hatırlatacak aynalara ihtiyacı var.
Ben farklı değilim.

Lenny: Ne gibi?
Teddy: Bu elbiseye, bu arabaya nasıl sahip olduğun gibi?
Lenny: Param var.
Teddy: Nereden?
Lenny: Karımın ölümünden. Sigorta işindeydim zaten, iyi korunuyorduk.
Teddy: Yani yas tutarken bir Jaguar almakla uğraştın, öyle mi? (Lenny yanıt veremez) Hiçbir fikrin yok, değil mi? Kim olduğunu bile bilmiyorsun.
Lenny: Evet, biliyorum. Hafızamı kaybetmedim. O olaya kadar olan her şeyi hatırlıyorum. Adım Leonard Shelby. San Francisco'luyum.
Teddy: O eskidendi... Kim olduğunu bilmiyorsun. Olaydan sonra neye dönüştüğünü bilmiyorsun. Ortalıkta dedektif pozlarında dolaşıyorsun. Olayın ne kadar zaman önce olduğunu bile bilmiyorsun (…) Sigorta satarken de özel tasarlanmış takımlar mı giyiyordun?
Lenny: Sigorta satmıyordum, araştırıyordum.
Teddy: Doğru, doğru. Sen araştırmacısın... Belki de kendini araştırmaya başlamalısın.
Lenny (alaycı): Tavsiyen için teşekkürler.

Lenny (dış ses): Sence çözmek gereken bir yapboz daha ister miyim? Bir başka John G.’yi aramayı?.. Sen de John G.’sin. Öyleyse benim aradığım John G. de olabilirsin... Mutlu olmak için kendime yalan mı söyleyeceğim? Konu sensen Teddy… evet, söyleyeceğim.

Memento / Akıl Defteri
Senaryo ve yönetim: Christopher Nolan (Jonathan Nolan'ın "Memento Mori" isimli kısa hikayesinden)
Yapımcılar: Jennifer Todd, Suzanne Todd
Oyuncular: Guy Pearce (Leonard), Carrie-Anne Moss (Natalie), Joe Pantoliano (Teddy Gammell), Stephen Tobolowsky (Sammy), Mark Boone Junior (Burt), Jorja Fox (Leonard'ın karısı),
2000, ABD yapımı, 113 dakika
Gösterim Tarihi: 27 Temmuz 2001
DVD firması: Palermo

Öldüren Hatıralar

IMDB: 7.7
All Movie Guide: 4 yıldız
Rotten Tomatoes: % 87
Manalı Filmler: 8.0

65 yıl önce “Spellbound” (kelime anlamı: “büyülenmiş”), bu yıl “Başlangıç”ın gördüğü ilgiyi görmüş, -dönemin koşulları gereği tüm dünyada değilse bile- ABD’de hayranlıkla karışık bir şaşkınlık yaratmış, benzer biçimde takdir edilmiş ve psikiyatri, psikanaliz ve rüya konusuna karşı bir toplumsal ilginin doğmasına neden olmuştu.

“Öldüren Hatıralar” psikanalizle doğrudan ilgili ilk Holivud filmlerinden biriydi, dönemin en ünlü ve ilginç yönetmenlerinden birinin elinden çıkmıştı ve özellikle düş sekansındaki görsel efektlerle seyirciyi şok etmişti.

Geniş yığınlar böylesi gerçeküstücü imgelerle perdede ilk kez karşılaşmış, düşlerin önemine dair bilgileri çoğu ilk kez edinmiş, analistlerin nasıl çalıştığını ve psikanalizin ne işe yaradığını görmüşlerdi. Sözün kısası “Spellbound” hayli manalı ve önemli bir filmdi (ki hala öyle).

Bir psikiyatri kliniğinde çalışan Dr. Constance, yeni başhekimden etkilenir. Kısa sürede başhekimde bir tuhaflık olduğu anlaşılır. Genç adam göreve gelmesi gereken doktoru öldürüp yerine geçtiğini itiraf eder. Ama olayın nasıl gerçekleştiğini anımsayamamaktadır, belleğini tümden kaybetmiştir. Ona aşık olan Constance, masum olduğuna inandığı sevgilisini iyileştirmeye ve cinayeti çözmeye çalışır. Fakat polis peşlerindedir, analiz için çok az zaman vardır…

Hitchcock başyapıtları arasında sayılmasa da “Spellbound”, her öğesiyle hayli ilginç ve başarılı bir film. O dönem için çok yaratıcı ve başarılı sayılabilecek senaryosu, olağanüstü görüntü çalışması ve oyunculuk seviyesi dikkat çekiyor. Ayrıca usta yönetmenin alamet-i farikası sayılan “vurucu plan”lardan ikisi de bu filmde (çok sayıda kapının ve usturanın kullanıldığı planlar).

Salvador Dali’nin tasarladığı rüya sahneleri de hayli ilginç ve hala önemini koruyor.

Filmin mana değerini artıran bir başka unsur daha var: Bir insanın, bunu hedeflemese de, hatta kendi işiyle, hayatıyla meşgul olmaktan başka amacı olmasa da başkalarını nasıl etkilediği, binlerce insanın hayatına nasıl katkı yaptığı (Eminim bu cümleyi okuyunca ünlü “It’s A Wonderful Life / Şahane Hayat”ı anımsamışsındır, sevgili okur).

Şöyle ki: Yapımcı Selznick, Holivud’un en başarılı isimlerinden biridir, hatta 1940 ve 41’de “Gone With the Wind / Rüzgar Gibi Geçti” ve “Rebecca” ile En İyi Film Oskarına değer görülmüştür. Fakat ertesi yıl depresyona girer, karısını dinleyip psikanalist May E. Romm’un kanepesine uzanır. Gördüğü terapiden ve elde ettiği faydadan o kadar etkilenir ki, sözleşmeli yönetmeni Hitchcock’a bu süreçten hareketle film yapmaları için ısrar etmeye başlar. Bu tarif insan ruhuna pek ilgi duymayan Hitch amcamızın sinema anlayışına uymaz, Selznick’i romanın haklarını satın almaya ikna eder. Yapımcı bunu yapar ama, insanları bir hastanede rehin alan bir katille ilgili bir korku-gerilim romanını aynen uyarlamak da istemez. Eserin güncellenmesini ve kendi dünyasına uyarlanmasını Hitchcock da arzu etmektedir, MacPhail ile çalışarak bir uyarlama yapmıştır, Selznick ise Ben Hecht’i projeye dahil eder. Hecht, dönemin önde gelen psikanalistleriyle görüşerek en yeni bilgi ve yöntemleri de içeren bir senaryo yazar. Eseri, Hitchcock’u da memnun edecek bir aşk hikayesi, renkli karakterler, komik sahneler ve suçlu konumuna düşen masum insanların kaçmak zorunda kalması vb tipik Hitch temaları da içermektedir.

Sonuçta ortaya çıkan film bir sentezin ürünü olur, hem olumlu, hem de olumsuz anlamda…

Ödülleri:
En İyi Film, Yönetmen, Görüntü Yönetmeni (siyah beyaz kategorisi), Görsel Efekt ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Michael Chekhov) dallarında Oskar adaylığı, müzik dalında ödülü.

İleri okuma için:
Criterion makalesi (İngilizce): http://www.criterion.com/current/posts/223

Seçme replikler:
Mary (bir hasta): Bence tüm bunlar saçma.
Constance: Neler, Mary?
Mary: Psikanaliz… Bayıyor beni. Salak gibi kanepeye uzanıp her şeyi anlatmak... Benim aptal çocukluğumu dinleyerek bir yere varmayı sen de gerçekten ummuyorsun.
Constance: Emin misin? İlk başlarda tüm hastalarım beni baş belası olarak görürler.
Mary: Anlıyorum… Bilinçaltım direniyor. İyileşmemi istemiyor.
Constance: Kesinlikle... hastalığından keyif almaya devam etmek istiyor. Bizim işimiz, nedenini anlamanı sağlamak. Sana zarar veren bir şeyi neden yaptığını ve ilk kez ne zaman yaptığını anlarsan kendini iyileştirmeye başlayabilirsin.

Constance: İnsanlar sık sık yapmadıkları şeyler için suçluluk duyar. Genelde bunun temeli çocukluğa dayanır. Bir çocuk birilerinin başına kötü bir şey gelmesini diler, gerçekten bir şey olursa, buna kendisinin neden olduğuna inanır, suçluluk duyar. Aslında sadece bir hayal olan bir günahtan kaynaklanan bir vicdan azabıyla beraber büyür.
Bay Garmes (babasını öldürdüğünü düşünen hasta): Yani düşündüğüm şey gerçek değil mi?
Constance: Hayır, ve kendinizi çözümledikçe bunu siz de göreceksiniz.

John: Hatırlıyorum, Edwardes öldü. Onu ben öldürdüm ve yerine geçtim. Belleğim bomboş. Ben başka birisiyim, ama kimim hatırlamıyorum. Onu öldürdüm, Edwardes'ı. Hiçbir şey hatırlamıyorum, sanki aynaya bakıyorum ve kendimi göremiyorum. Ama bir şekilde biliyorum ki görüntü hala orada. Ben varım, oradayım. (…) Amnezyanın ne olduğunu biliyorum. Sağlığını korumak isteyen zihnin bir oyunu. Çok korkunç bir olayı hatırlamamak için bellek kaybı yaşarsın, ama bu sayede akıl sağlığını korursun. O korkunç şeyi kapalı kapılar ardına saklarsın.
Constance: O kapıyı açmamız lazım.
John: O kapının ardında ne olduğunu biliyorum: Cinayet…

John (terapi sırasında): Hayatım, bir itirafta bulunacağım.
Constance: Dinliyorum.
John: Bir doktor olarak sinir ediyorsun beni. Burada aşkından ölüyorum, bir soru soruyorsun… birden soğuyorum senden. Kendini beğenmiş, her şeyi bilen bir öğretmen gibi gülümseyerek oturmak zorunda mısın karşımda?
Constance: O konuda bir şey yapamam, analiz böyle olur. Doktor gerçekleri açığa çıkardıkça, hasta gelişme gösterdikçe, hastada doktora karşı bir nefret oluşur. İş ilerledikçe benden daha fazla nefret edeceksin.
John: Ve bu hoşuna mı gidecek?
Constance: Bir bilim adamı olarak, evet.
John: Sana çemkirsem, bunu başarı mı sayacaksın?
Constance: Evet, ama çok sert çıkışma.

John (terapi ilerledikçe): (Ordudan) Herhalde kaçtım, nefret ettim. Öldürmekten nefret ettim, o kadarını hatırlayabiliyorum.
Constance: Anlaşılan suçluluk yanılsaman askerlik görevinin zorunluluklarıyla alevlenmiş.
John (sinirlenir): Bırak şu Kral Süleyman pozlarını. Hiçbir manası olmayan ebleh laflar bunlar. Nefret ettiğim bir şey varsa o da ukala kadınlardır.
Constance (acı acı gülümser): Hayatım, daha yeni başlıyoruz. Çok sert girişme şimdiden.

Spellbound / Öldüren Hatıralar
Yönetmen: Alfred Hitchcock
Senaryo: Ben Hecht (John Palmer ve Hilary St. George Sanders 'ın Francis Beeding adıyla yayımladıkları "The House of Dr. Edwardes" isimli romandan uyarlayan Angus MacPhail)
Yapımcı: David O. Selznick
Oyuncular: Ingrid Bergman (Dr. Constance Petersen), Gregory Peck (John Ballantyne), Michael Chekhov (Dr. Alexander Brulov), Leo G. Carroll (Dr. Murchison), Rhonda Fleming (Mary Carmichael), John Emery (Dr. Fleurot)
Gösterim tarihi: 1950
1945, ABD yapımı, 111 dakika