Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

24 Ağustos 2010 Salı

Düşler

IMDB: 7.6
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 60
Manalı Filmler: 9.0

Hak ettiği değeri maalesef bulamamış bir başyapıt…

Bu filmi çektiğinde Kurosawa tam 80 yaşındaydı ve neredeyse 40 yıldır (1951 tarihli “Rashomon”dan beri) dünyada tanınıyor, olumlu eleştiriler ve önemli ödüller alıyordu. “Düşler”e gerçek değerinin verilememesinde herhalde adının kanıksanmasının ve her yeni filminin başyapıtlarıyla kıyaslanmasının da payı büyüktü. Üstelik “Dreams”, çok beğenilen “Ran”dan sonraki ilk eseriydi ustanın ve uzun süredir bekleniyordu.

Ve tabii ki filmin yapısı, yani 8 ayrı kısa filmden/düşten oluşması da –bir kısım eleştirmen ve seyirci için- olumsuz bir şeydi.

Oysa “Düşler” öncelikle bu nedenle çok “manalı”dır: bir kişinin milyonlarca insana kendi düşlerini anlatma cesaretini gösterebilmesi akıllara durgunluk verebilecek bir şeydir. Kim yakın çevresi ve/veya yardımına gereksinim duyduğu uzmanlar dışındaki birine rüyasını anlatır ki? İnsanların yüzde kaçı, içlerinde psikiyatrların, psikologların da bulunduğu bir geniş kitleye rüyalarını anlatma cesaretini gösterebilir?

Rüyalarımız, en mahrem tarafımızdır. Başka işlere de yaradıkları düşüncesindeyim, ama sadece “bastırılmış arzuların ifadesi” tanımı bile, bir insanın düşlerini başkalarıyla paylaşmaması için geçerli bir neden oluşturabilir. Üstelik Kurosawa rüyalarını “öylesine görülmüş hikayeler” gibi ele alıp anlatmıyor, içlerindeki semboller her neyin ifadesi ise o gerçekliğin bizzat kendisine ait olduğunu açıkça söylüyor, hatta 7 düşün ana kahramanı “Ben” adını taşıyor (Bunların 5’inde Terao’nun canlandırdığı gençlik, ikisinde ise çocukluk halini görüyoruz yönetmenin).

Örneğin –en çarpıcı bölümlerden biri olan- “Tünel”de kahramanımız, savaş sırasında komuta ettiği birlikle karşılaşır. Askerlere kendi hatası yüzünden öldüklerini açıkça söyler. Vicdan azabı çok derindir, “keşke ben de sizinle birlikte ölseydim” derken samimi olduğu bellidir.

Son düşteki cenaze sahnesinde ise insanlar danslarla, şarkılarla merhumun sürdürdüğü güzel hayatı kutlarlar onu gömmeye giderken. Yaşlı köylünün anlattığına göre bu aynı zamanda köy halkının ölen kişiye şükranlarının ifadesidir. Çok doğal olarak o cenaze sahnesi yönetmenin iyi bir hayat sürdürdüğüne inanmak istemesinin bir ifadesi olarak yorumlandı.

Ölüm bilinci
Bu yorum belki de doğrudur ama ondan daha önemli bir şey var bununla ilgili, o da ölüm bilinci: ölümün yok oluş veya çok korkunç bir yere gitmek olmadığını anlayamamış bir insan, bir yakınını dans ve şarkıyla gömemez ki.

O bölümde başka “manalı” şeyler de var: Örneğin yaşlı köylü şunları söylüyor: “İnsanlar hep daha iyisini yapabileceklerini düşünüyorlar. Özellikle bilim insanları. Zeki olabilirler, ama çoğu doğanın kalbini anlayamıyor. Sonunda insanları mutsuz eden şeyler icat edip duruyorlar. Buna rağmen çalışmalarıyla çok da gurur duyuyorlar. Daha da kötüsü, çoğu insan da aynı düşüncede, o icatları mucize gibi görüyorlar. Onlara tapıyorlar. Doğayı tüketmekte olduğumuzu bilmiyorlar. Helak olacaklarını görmüyorlar. İnsanoğlu için en önemli şeyler temiz hava, temiz su ve onları üreten ağaçlarla çimendir. Her şey kirleniyor, zehirleniyor. Kirli hava ve kirli su, insanların yüreklerini de kirletiyor.”

Sadece bu değil, filmdeki çoğu düşün ana teması, insan-dünya ilişkisi. Kurosawa’nın insanlığın geleceğine dair kaygıları çok yoğun olmalı ki, özellikle iki düş (ki bunların biri –yukarıda fotoğrafı olan- unutulmaz “Ağlayan İblis” bölümü), adeta bir korku filmine yaraşacak öğeler içeriyor.

Zaten film, düşünsel yönüyle adeta bir vasiyet; belki de son filmini çekmekte olduğunu düşünen bir yönetmenin, tüm hayatının ve kariyerinin bir özeti. Hem işlediği temalar, hem de sinemasal açıdan. Düşlerin çoğunun ayrı bir film türü gibi kotarılmış olması bununla ilişkili çünkü Kurosawa, filmografisinde polisiyeler, tarihi filmler, savaş ve macera filmleri, ahlaki değerleri öne çıkaran dramlar, Şekspir, Dostoyevski gibi önemli yazarlardan yapılmış uyarlamalar bulunan bir yönetmen.

Renk kullanımı
Bir vasiyet eseri niteliği taşıdığı içindir ki sinemasal açıdan da çok güçlü. Yoğun düşünsel içeriği en uygun biçimde iletebilmesi için filmin biçiminin de aynı derecede etkili olması gerekir, bu da Kurosawa için öncelikle renk çalışması, kadraj düzenlemesi ve film ritmi demek.

Resim öğrenimi görmüş, filmleri için tam renkli desenler hazırladığı bilinen bir yönetmenin, hele de arzu ettiği mükemmelliğe ulaşmasını sağlayan bir bütçe bulmuşken, her bir planı adeta bir tablo gibi tasarlamaya ve çekmeye çalışması çok normal. Çoğu Kurosawa filminde bu arzu hissedilir. Bu filmde ise içeriği aktarmakla ilgili nedenlerle daha yoğun bir çaba içinde olduğu görülüyor.

Örneğin ilk iki düşte, çok sayıda insan, orman ve kırda, rengarenk yerel kostümler içinde görüntülenmiş, seyirci adeta renk sarhoşu oluyor. Fakat tablo etkisini en çok hissettiren bölüm, üzerlerini kaplayan karın altından sarı giysileri az çok fark edilen dört dağcının göründüğü “Tipi”; hele de Kar Perisi gelip de, rüzgarla savrulan uzun siyah saçları da görsel bir öğe olarak filme katıldığında, neredeyse her yeni planda ekranı dondurup uzun uzun seyretmek arzusu kaplıyor içinizi. Kurosawa’nın isteği de bu olmalı ki, özellikle bazı sahnelerde ritmi özellikle düşük tutup biraz daha fazla seyretme imkanı veriyor.

Ben’in Van Gogh tabloları içinde dolaştığı bölüm ayrıca ilginç ve önemli. Bir bütün olarak “ufuk açıcı” olması bir yana, açılış ve kapanış sahneleri iki ayrı Van Gogh resminin canlandırılmış halini sunuyor.

Ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin canlandırdığı Van Gogh’un doğadan büyülenmesi ve onu resmetme tutkusu da var bu filmde, –bir tür doğa perisi olduğu anlaşılan- Tilki’lerin düğününe tanık olan çocuğun korkuyla karışık hayreti de, Ben’in iki çocuklu bir anneyi hızla yaklaşan radyasyon bulutundan ceketini savurarak korumaya çalışmasındaki trajedi de…

Ve olan her şey çok güçlü, çok güzel…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre adayı
Ayrıca 3 ödül ve 7 adaylık

Dreams / Yume / Düşler
Senaryo ve yönetim: Akira Kurosawa
Yapımcılar: Mike Y. Inoue, Hisao Kurosawa
Oyuncular: Akira Terao (Ben), Mitsuko Baisho ("Ben"in annesi), Mieko Harada (Kar Perisi), Martin Scorsese (Vincent Van Gogh), Mitsunori Isaki (Yeniyetme "Ben”), Toshihiko Nakano (Çocuk "Ben"), Yoshitaka Zushi (Er Noguchi), Chôsuke Ikariya (Ağlayan İblis)
1990 Japonya, ABD ortak yapımı, 119 dakika
Gösterim tarihi: Mart 1991
DVD: Ülkemizde henüz yayımlanmadı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder