Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

27 Temmuz 2010 Salı

Aşk İçin

IMDB puanı: 6,6
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Metacritic: % 44
Manalı Filmler puanı: 9.0

Modern bir klasiğe dönüşen “I am Legend / Ben Efsane”nin yazarı Richard Matheson’un bir başka romanından, yine muhteşem bir film… Gişe getirisi yüksek komediler ve benzerlerinin yanı sıra epeyce “manalı film”de de rol alan güzel insan Robin Williams’a büyük oyuncu Max von Sydow ve maalesef olağandışı yeteneğini nadiren sergileyen Cuba Gooding, Jr. eşlik ediyorlar.

Vefat eden Dr. Chris kendini hayal bile edemeyeceği kadar güzel bir yer olan Cennet’te bulur. Yalnız bir sorun vardır: Dört yıl evvel oğullarının, şimdi de eşinin ölümünü kaldıramayan karısı Annie intihar ettiği için Cennet’e girememiştir. Chris karısını bulup onu Cennet’e getirmeye çalışır.

Filmin Batılı eleştirmenleri ikiye böldüğü anlaşılıyor, bir kısmı filmi çok etkili bulur, yüksek puan verirken, bazıları -bir Holivud filmi için- fazla duygusal buldular. Bu film gibi, ölüm, ahret vb temalarla yakından ilişkili eserlerin puanları genelde düşük oluyor, bazı insanlar bu türden eserleri perdede görmek istemiyorlar nedense. Yabancı sitelerdeki düşük puanların bir başka nedeni ise Robin Williams’ın varlığı olsa gerek, tuhaf ama, Williams da bir kısım seyirci ve eleştirmen için “ortası olmayan” sinemacılardan biri, seven çok seviyor, fakat sevmeyen de görmeye bile tahammül edemiyor.

Elalem ne derse desin, bana göre bu film şaşırtıcı derecede başarılı görsel efektlerinin yanı sıra, senaryosunun güzelliği ve derinliğiyle de ilgi çeken, gerçekten çok önemli bir yapıt.

Ayrıca yakınlarını kaybedenlere çok iyi geleceği muhakkak…

Meraklısına:
Sinemalarda “Aşkın Gücü” adıyla gösterildi.
Filmin adı Şekspir’in “Hamlet”indeki bir dizeden geliyor: “For in that sleep of death what dreams may come”

Seçme replikler:
Afiş sloganı: “Yaşamdan sonra fazlası var. Son sadece başlangıçtır”

Chris: “Tüm bir ömür burada Cennet’te bir kalp atışı kadardır. Sonra sonsuza kadar birlikte oluruz.”

Albert: “O (Tanrı) yukarılarda bir yerde. Bizi sevdiğini haykırıyor.”

Ödülleri:
En İyi Efekt dalında Oskar, Sanat Yönetmenleri Birliği’nin “En İyi Yapım Tasarımı” ödülü.

What Dreams My Come / Aşk İçin
Yönetmen: Vincent Ward
Senaryo: Ronald Mass (Richard Matheson’ın romanından)
Yapımcılar: Barnet Bain, Ronald Bass, Stephen Simon
Müzik: Michael Kamen
Oyuncular: Robin Williams (Chris Nielsen), Cuba Gooding, Jr. (Albert Lewis), Annabella Sciorra (Annie Collins-Nielsen), Max von Sydow (İz Sürücü)
1998 ABD, Yeni Zelanda ortak yapımı, 113 dakika
Gösterim tarihi: 16 Nisan 1999
DVD firması: Tiglon / Universal

Çocuk

IMDB: 7,4
Allmovie: 4/5 yıldız
Metacritic: % 87
Manalı Filmler puanı: 8,5
İnanç ve Sanat” sitesinin listesinde 46. sırada

Dardenne Kardeşler’in (Rosetta”, “The Silence Of Lorna / Lorna’nın Sessizliği”) Avrupalı sinemacılara (özellikle sanat sineması yapanlara) Fransız Yeni Dalga akımı hız kestiğinden beri, yani çooook uzun zamandır unuttukları şeyleri hatırlatmayı misyon edinmiş gibi bir halleri var: Hayata yönelmeyi, masa başında uydurulmuş hikayeleri değil, gerçeği anlatmayı…

Belgesel yönetmeni olmalarından gelen bir alışkanlıkla kameralarını sokağa çeviriyor, sıradan insanların öykülerini anlatıyorlar. Müzik kullanmıyor, özellikle Holivud filmlerinden aşina olduğumuz ana akım sinema anlatımından uzak duruyor, teknik gösterilere yüz vermiyor, çoğunlukla deneyimsiz oyuncularla çalışıyorlar. Tüm bunların sonucunda, ortaya çok gerçekçi filmler çıkıyor, ne söylediğine kulak verirseniz, ruhunuzu alt üst edebilecek kadar güçlü eserler…

“Çocuk” o kadar gerçekçi bir film ki, sokaktaki insanları gizli kamerayla çekmişler gibi bir izlenim veriyor. Dolayısıyla Dardenne Kardeşler’in sinema tavrını, Yılmaz Güney’in bir cümlesiyle açıklamak mümkün: “Umut”la ilgili bir soruya kendisi “Bütün bunlar zaten oluyordu, ben sadece sokağın başında durdum ve seyrettim” yanıtını vermişti.

Dardenne’lerin “Çocuk”ta seyredip bize aktardıkları ise bir arınma, iflah olma hikayesi… Küçük hırsızlıklarla geçinen, bencil, yalancı, hiçbir duygusu yokmuş izlenimi veren Bruno’nun sevgilisi Sonia’dan bir bebeği oluyor. Genç kadını hastanede kaldığı süre içinde hiç ziyaret etmeyen, o yokken evini başkalarına kiralamakta sakınca görmeyen Bruno, bebeği hayatının neresine yerleştireceğini bilemiyor, yasadışı evlatlık veriyor, yani satıyor. Sonia’nın durumu polise bildirmesi, ikisinin de hayatını değiştiriyor.

Dardenne Kardeşler’in her filmleriyle en saygın festival olan Cannes’da büyük ödül için yarışmaları, üstelik 6 yıl içinde 2 kez Altın Palmiye kazanmaları sadece sinemasal tavır ve ustalıklarıyla ilişkili değil, bu başarılarında ele aldıkları hikayeleri “spiritüel” bakış açısıyla işlemelerinin de payı büyük.

Sonuç: Hele de Bresson tarzı sinemayı seviyorsanız, her yaptıklarını izlemeniz gereken yönetmenler listesinde üst sıralardalar…

Ödülleri:
58. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye.
Ayrıca 10 ödül ve 12 adaylık.

The Child / L’enfant / Çocuk
Senaryo ve yönetim: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Yapımcılar: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, Denis Freyd
Oyuncular: Jérémie Renier (Bruno), Déborah François (Sonia), Jérémie Segard (Steve), Fabrizio Rongione (küçük hırsız), Olivier Gourmet (sivil polis)
2005 Belçika, Fransa ortak yapımı, 100 dakika
Gösterim tarihi: 2 Nisan 2006 (İstanbul Film Festivali)
DVD firması: As Sanat

Il Mare

IMDB: 7,7
Manalı Filmler puanı: 7,5

Ülkeleri ikiye bölündüğü için midir nedir, Koreli sinemacılar bu filmdeki gibi fantastik yönleri olan “kavuşma” hikayelerini çok seviyorlar: Seslendirme sanatçısı Eun-ju, göl kenarındaki Il Mare isimli evden ayrılırken, bir sonraki kiracı için bir mektup bırakır, kendisine gelecek postayı iletmesini rica eder. Yanıtı alınca genç kadın, mektubun geçmişten geldiğini fark eder, evin sahibi olan, mimar Sung-hyun 1997 yılından yazmaktadır, oysa Eun-ju, 1999 sonlarında yaşamaktadır. İlk şok atlatıldığında gençler yazışmaya başlar, ilişki giderek aşka dönüşür.

Sadece Koreliler değil, genel olarak Uzakdoğu sinemacıları bu türden hikayelerden, sakin, seyirciyi kavrayan, ruhuna dokunan filmler çıkarmasını iyi biliyorlar. Hyun-seung Lee de onlardan biri, ama bazı kusurları var: Perdeyi ikiye bölmek, planı geriye sarmak gibi, böyle bir filme yakışmayan sinemasal trüklere yer veriyor, bir başka deyişle dille fazla oynuyor. Bunu ve senaryosundaki ufak tefek kusurları, boşlukları bir yana bırakırsak, kurgusundan müzik kullanımına, oyunculuklardan görüntülerine, her öğesiyle usta işi, hayli başarılı bir film.

“Siworae”nin Alejandro Agresti yönetiminde Holivud’da tekrar çekildiğini de belirtelim: 2006 tarihli “The Lake House / Göl Evi”nde Sandra Bullock ve Keanu Reeves birlikteler.

Meraklısına:
Filmin orijinal ismi, “siworae” Kore dilinde “zamanı aşan aşk” anlamına geliyormuş. “Il Mare” ise İtalyanca, “deniz” anlamında.

Benzer filmler:
Be With You (Nobuhiro Doi, 2004)
Ditto (Jeong-kwon Kim, 2000)
Frequency (Gregory Hoblit, 2000)

Il Mare / Siworae
Yönetmen: Hyun-seung Lee
Senaryo: Eun-Jeong Kim, Tae-Yeon Won, Ji-na Yeo
Yapımcı: Cho Min-hwan
Oyuncular: Jung-Jae Lee (Sung-hyun), Gianna Jun (Eun-ju), Mu-saeng Kim, Seung-Yeon Jo, Yun-jae Min
2000 Güney Kore yapımı, 105 dakika

Göl Evi

IMDB: 6,8
Allmovie: 3,5/5 yıldız
Metacritic: % 52
Manalı Filmler: 6,0

Filmin bir yerinde Alex babası için: “Ev yapmayı çok iyi biliyor, ama yuva yapmayı bilmiyor” diyor. Bu cümle genel olarak Holivud, özellikle bu film için de geçerli: “Göl Evi”, “iyi ve sağlam bir ev”, ama yuva sıcaklığından yoksun…

Beklenebileceği gibi bu versiyon selefi “Siworae”den teknik açılardan kat be kat üstün. Teknoloji yardımıyla elde edilen estetiğin sinemaya nasıl hizmet edebileceğini göstermeye sadece o olağanüstü güzel ön jenerik bile yeter. Ayrıca rejisinde, -donuk yüzlü Reeves’i saymazsak- oyunculuklarda falan da en küçük bir kusur yok. Fakat buna rağmen, toplamda “Il Mare”den çok daha düşük bir seviyede.

Bunun en önemli nedeni senaryosu, hikayeye yaklaşım şekli… Güney Kore filmi, Doğu kültüründen insanlara çok anlamlı gelebilecek bir şekilde, hemen tamamen “aşk” teması üzerinde temelleniyor, ne aşkın nedenlerini, ne de zaman kayması vb meseleleri açıklamaya çalışıyordu. Çünkü Doğu kültüründe iki insanın birbirlerini hiç görmemelerine rağmen aşık olmaları normal karşılanır. Fakat Batı’da bu çok tuhaf bir şey olduğu içindir ki “Göl Evi” Alex ile Kate’i önce yakınlaştırmaya çalışıyor, bu yüzden Alex’in yaşadığı zaman diliminde görüştüklerini, hatta öpüştüklerini gösteriyor. Yani neden birbirlerine aşık olduklarını açıklamaya çalışıyor. İşte bu çaba filmin tüm büyüsünü bozuyor.

Senaryodaki ikinci vahim hata, Alex’in babasıyla ilişkisini genişletip mümkün olduğunca işlemeye çalışmaları gibi ekler… Bunun nedeni orijinal filmin biraz “boş” olması, 90 dakikayı zor tamamlamışlar izlenimi vermesi. Sorun tam da burada, o filmi “boş” bulup bir de üstelik doldurmak adına yanlış öğeler koyarsanız, filmin yapısı tabii ki mahvolur, ortaya garabet bir şey çıkar.

İşin ilginci “boş” filmi doldurmak adına yeni yan hikayeler doldururken, orijinal versiyondaki, etkilenmeye başladığı kişiye üşümesin diye eldiven yollamak gibi sıcak trükleri çıkarıp atmışlar. Tuhaf ama, filmdeki aşk ilişkisini güçlendirmeye çalışırken girdikleri yol, sonuçta, aşkın çok daha zayıf görünmesi sonucunu doğurmuş.

Bu anlamda bu filmin “tipik Holivud ürünü” olduğunu söylemek mümkün: “Dolu” görünüyor, ama biraz yakından incelenince pulları dökülüveriyor, aslında ne kadar “boş” olduğu ortaya çıkıyor…

The Lake House / Göl Evi
Yönetmen: Alejandro Agresti
Senaryo: David Auburn (Eun-Jeong Kim ve Ji-na Yeo’nun senaryosundan)
Yapımcılar: Roy Lee, Doug Davison
Oyuncular: Keanu Reeves (Alex Wyler), Sandra Bullock (Kate Forster), Christopher Plummer (Simon Wyler), Ebon Moss-Bachrach (Henry Wyler), Willeke van Ammelrooy (Kate'in annesi), Dylan Walsh (Morgan)
2006 ABD, Avustralya ortak yapımı, 99 dakika
Gösterim tarihi: 4 Ağustos 2006
DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Dava

IMDB: 7,8
Allmovie: 4/5 yıldız
Manalı Filmler: 9,0

Sadece bu romanın değil, belki de tüm sinema tarihinin en başarılı edebiyat uyarlamalarından biri…

Memur Josef K., bir sabah müfettişler tarafından uyandırılır, tutuklandığı bildirilir. Soruşturmanın gizliliği açısından normal hayatına devam edecektir ama çağrıldığında sorguya, mahkemeye katılmaya mecburdur. İşbirliği yapmasının ne kadar hayırlı olacağı vurgulanır, ancak neyle suçlandığı açıklanmaz. Zavallı Bay K., o andan itibaren hem (kendisinin de parçası olduğu) sistemle, hem kendi suçluluk duygusuyla boğuşarak yaşamaya çalışacak, daha doğrusu, ezilmemek için uğraşacaktır.

Welles, dehasına uygun bir şekilde, filmini kurarken en temel kararları yine çok doğru almış, ki bunların belki de en önemlisi, filmin çok uluslu yapısından yararlanarak mekanları alabildiğine çeşitlemesi, Paris veya Roma’dan da eski Demirperde ülkelerini anımsatan devasa mekanlar bulmuş olması… Gerçekten de filmde Bay K’nın kaldığı pansiyondan başka bir tane bile normal mekan yoktur, hepsi çok yüksek tavanlı, içine futbol sahası sığacak kadar geniş, uzun koridorlara, bitmek bilmeyen merdivenlere sahip binalardır. Bunlara dev meydanlar, insanı boyutlarıyla ezen çok büyük heykeller eşlik eder. Muhteşem görüntü çalışması, bu mekanları gölgelerle bezer, olduklarından bile korkunç gösterir. Bazen bu dev mekanlar binlerce insanla doludur, Bay K. insan selinden zor kurtulur, bazı sahnelerde ise loş kuytuluklarla tek başına boğuşur. Gerçeküstücü sahneler, filmin “düşsel” yapısını güçlendirir. Sonuçta ortaya kabus gibi bir film çıkar; izleyicisini bir girdaba çekip orda tutsak eden, içindeki paranoyayı en üst seviyeye çıkaran bir film; insanı hem güzelliği, hem psikolojik etkisiyle ezen bir başyapıt…

Olağanüstü yetenekli Perkins’e, Tamiroff’tan Schneider’a, hepsi özenle seçilmiş ve çok akıllıca oynayan isimlerden kurulu uluslar arası bir kadro eşlik ediyor. Filmin senaryosu, görüntüleri ve kurgusu da birinci sınıf…

Meraklısına:
Ek dublaj için bütçesi olmayan Welles 11 ayrı karakterin bazı repliklerini seslendirmiş, ki bunların bazısı Perkins’e ait. Sorulduğunda Perkins, hangi repliklerin kendi sesinden olmadığını ayırt edemediğini söylemiş…

Welles’in en sevdiği filmi...

Ödülü:
Fransız Eleştirmenler Birliği En İyi Film Ödülü (1964)

Seçme replikler:
Hastler: “Zincirlenmiş olmak bazen özgür olmaktan daha güvenlidir."

Josef K. (Hastler’a): “Zaten mahkeme de buna inanmamı istiyor. Evet, komplo bu: tüm dünyanın çılgın, absürd, şekilsiz, anlamsız olduğuna bizi ikna etmek… Çirkin oyun bu. Demek mahkemeyi kaybettim. Ee, ne olmuş? Sen de kaybediyorsun. Herkes kaybediyor. Ne olmuş yani? Bu durum tüm evrenin delice olduğunu mu gösterir?”

The Trial / Le procès / Dava
Senaryo ve yönetim: Orson Welles (Franz kafka’nın aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Michael Salkind, Alexander Salkind
Oyuncular: Anthony Perkins (Josef K.), Jeanne Moreau (Marika), Romy Schneider (Leni), Elsa Martinelli (Hilda), Suzanne Flon (Miss Pittl), Orson Welles (Avukat Hastler), Akim Tamiroff (Bloch), Michael Lonsdale (Rahip), Max Haufler (Max Amca)
1962 Fransa, İtalya, Batı Almanya, Yugoslavya ortak yapımı, 118 dakika, siyah-beyaz.
DVD firması: Digital Kültür

Ölümsüz Sevgili

IMDB: 6,8
Manalı Filmler: 7,5

Açıkcası sevgili okur, bu filmden hareketle hayalini kurduğum filmi bundan daha çok sevdim: Temaları, hatta senaryosunu, hatta tüm ekibini aynen korudum, fakat yönetmen koltuğunda Kar Wai Wong oturuyordu… Çünkü aşkı ve onunla ilintili hasret, kavuşma, fedakarlık vb temaları, inanılmaz bir ustalıkla anlatmasını en iyi o biliyor, en azından Uzakdoğu yönetmenleri içinde... Bu saptamanın ne denli doğru olduğunu göstermeye “Eros” derlemesinde yer alan kısa filmi yeter aslında, fakat tabii ki (ülkemizde DVD’leri yayımlanmış) “In The Mood For Love / Aşk Zamanı” ve onun “hayallerin ötesinde” tanımlamasına layık devam filmi “2046” da var.

Çünkü Feihong Yu’nun hayal gücü bu projeye yetmemiş. Kendisi Batı’da da tanınan, ama asıl Uzakdoğu ülkelerinde ünlü bir oyuncu (“The Joy Luck Club”), bu da ilk yönetmenliği. İlginçtir, beklenebileceği gibi tutuk da değil, yetersiz de, filmi vasatın üzerinde bir rejiyle kotarmayı başarmış.

Fakat yönetmenlik, senaryonun çok gerisinde kalmış:

Mo ve eşi bir köy evine taşınırlar. Bina eskiden manastır olarak kullanıldığı için köyden uzaktır. Eşinin iş gezisinde olduğu bir gün Mo, evde yalnızken, avludaki ağacın dibinde tanımadığı bir genç adam görür. Kısa sürede onun hayalet olduğunu, fakat konuşmak için geldiğini anlar. A Ming, genç kadına hikayesini anlatmaya başlar: Kabile lideri olan abisinin aksine kanun dışı işlerden, şiddetten hoşlanmayan, “gönül adamı” denebilecek bir karakterdir. Buna rağmen ormanda dolaştığı bir gün görüp vurulduğu A Jiu’yu köyüne kaçırıp beraber olmuş, sonra da evlenmiştir. Fakat genç kadın ona duyduğu nefreti hiç gizlememiş, hep soğuk davranmış, buna tahammül edemeyen A Ming manastıra kapanmaya karar vermiştir.

Hikaye ilerledikçe Mo, öyküdeki A Jiu’nun kendisi (bir önceki enkarnasyonu) olduğunu anlar. Öyleyse A Ming neden yeniden enkarne olmamıştır ve daha önemlisi Mo’dan ne istemektedir?

Görüldüğü üzere hikaye, ortalama bir yönetmenlikten fazlasını, örneğin çok daha incelikli bir yaklaşımı gerektiriyor. Daha önemlisi aynen Wong’un filmlerindeki gibi, taze ve “gönül işlerine” daha uygun bir anlatım dili istiyor. Yu ise ana akım sinemanın diline bırakmış kendini, yer yer onda da aşırıya kaçmış (örneğin göğüs planlarının çok büyük bir çoğunluğunda 180 derecelik, bazen fazla hızlı çevrinme var), savaş sahnelerini fazla kanlı çekip filmin dengesini bozmuş.

Yine de film ilgiyle izleniyor, yer yer seyircinin hassas noktalarına dokunabiliyor…

Eternal Beloved / Ai you lai shengÖlümsüz Sevgili 
Senaryo ve yönetim: Feihong Yu (Lan Xu’nun romanından)
Yapımcılar: Li Sun, Feihong Yu
Oyuncular: Feihong Yu (Mo Xiao-yu / A Jiu), Yihong Duan (A Ming), Lu Yao (A Ming'in abisi), Jia Li (Ya Ping), Songyan Tu (Qin Yan)
2009 Çin yapımı, 111 dakika.

Benim Aşk Pastam

O kuşun adı Elizabeth idi, özgürleşmenin “kendini dönüştürmek”le ilgili bir şey olduğunu anladı, “benlik” hapishanesinden sıyrılmayı başardı, tekrar kavuştu bacaklarına, yere sağlam bir iniş yaptı, kah gökyüzünde, kah yerde yaşamaya devam edecek (Tamer Baran)

IMDB: 6,3
Allmovie: 3/5 yıldız
Manalı Filmler: 9,0

Bir zamanlar, dünyanın bir köşeciğinde, bir seyyah astronot yaşarmış. Görev vakti geldiğinde yurdundan ayrılır, uzay aracına biner ve tek başına yola çıkarmış. İşi basitmiş aslında: Yerini ve temel özelliklerini, ilgili herkesin bildiği bir gezegeni keşfetmekle yükümlüymüş. Oraya hangi yoldan gideceğini de kendisi belirlermiş, orda ne kadar kalacağına da kimse karışmazmış. Tek bir mecburiyeti varmış seyyahın: Döndüğünde, diğerlerine, olabildiğince çok bilgi aktarmak, sorularını yanıtlamak... Herkes bu işin ne kadar kolay olduğunu bilirmiş; çünkü uzay aracı zaten her şeyi kaydedermiş. Her seferinde seyyahın elinde, gerektiğinde kullanabileceği binlerce kaset olurmuş. Seyyah işini ve insanları o kadar çok severmiş ki, elinden geleni yapar, her soruyu yanıtlamaya, herkesi memnun etmeye çalışırmış.

Ve kimseye, seyahati süresince kaydedilen tüm o görüntülerden yararlanamadığını anlatamazmış. Çünkü yol, onların bildiğinden çok daha uzun sürermiş, kasetlerde tek bir kare bile kalmazmış. Yaşadıklarının ne kadar büyüleyici olduğunu bilirmiş Seyyah, ve hatta o anın kaydının bile ne kadar güçlü olabildiğinin farkındaymış, ne yaparsa yapsın kelimeler yetmezmiş.

Ama elindeki tek şey de onlarmış…

Kar Wai Wong da böyle bir seyyah işte… Sadece kamerayı değil, kelimeleri, şarkıları, yüzleri, sessizlik anlarını, uzatmayayım filmlerinde gördüğümüz her öğeyi kullanarak aslında “kendi yolculuğunu” anlatıyor (kim bilir, belki de herkes zaten bunu anlatıyordur)… Hayatın doğası gereği elindeki araçlar işini “layığıyla” yapmasına yetmiyor, yetemez, bunu da anladığı içindir ki KWW, keşfedilmiş her tekniği (örneğin dış ses) kullanmaktan kaçınmıyor, kullandığı her aracı yine sonuna kadar zorluyor (mesela aynı şarkıyı tekrarlaya tekrarlaya, seyircide daha derinlemesine bir etki yaratıyor) ve tüm bunları yaparken kendi kişisel macerasını da sürdürüyor.
Benim Aşk Pastam”da da yine bacakları olmayan o kuş var örneğin. Yere inemediği için hep uçmak zorunda olan o varlık, sanki Wong’un ana kahramanı: Her yere uçabilecek kadar özgür, ama havada kalmaya da bağımlı... Bu kez hiçbir karakter o kuştan bahsetmiyor, ama her karede gölgesi var.

Days Of Being Wild” (1991) döneminde Wong için, o kuşun “özgürlüğü” daha önemliydi. Yollar onu büyülüyor, kahramanlarını her fırsatta Singapur’a, Kamboçya’ya vs gönderiyordu. Tabii her seferinde, onlarla beraber kendisi de hem kağıt üzerinde, hem de fiziksel varlığıyla yollarda oluyordu.

Bir insan, bir senarist ve bir yönetmen olarak son 20 yılda binlerce kilometre gitti, “uçmadığı” yer adeta kalmadı. Çok haklı olarak artık yolculuğun nerede biteceğini merak ediyor, bir başka deyişle bacakları olmayan kuş, nasıl yere inebilecek? “Uçmama” hakkı gerçekten yok mu bu kuşun? Ancak öldüğünde mi dinlenebilecek? Öyleyse nasıl özgür olabilir ki?

Arnie’yi ele alalım: Alkolizmin doruğuna çıkmış artık, tedavilerden de sonuç alamamış… “Bırakamadığını” söylüyor, yani içki içmeden yaşama özgürlüğü olmadığına inanıyor. Aynen eski karısı Sue’dan ayrı yaşayamadığı gibi.

Öte yanda kumar bağımlısı Leslie var. Ve babasıyla sorunlu ilişkisi.

Ve tabii ki filmin “rehber” karakteri Elizabeth var, (Leslie ile bir konuşmasından da anlıyoruz ki) özgürlük onun için de çok önemli, istediği her yere gidebilmek amacıyla araba sahibi olmak istiyor, ama bu göçebe yaşantının ne zamana kadar süreceği sorulduğunda “gidecek yer kalmayana kadar” yanıtını veriyor.

Yani aradığını bulana kadar.

Aşkı arıyor olsaydı, yollara düşmesi bile gerekmezdi: Sokağın karşısındaki kafede Jeremy onu bekliyordu. Elizabeth de elini kapıya uzatmışken geri çektiğini anlatıyor; eğer o akşam yola çıkmak yerine Jeremy’nin kafesine girseymiş, ilişki gene başlayacakmış, ama o aynı Elizabeth olarak kalacakmış.

Bu da gittiği yere “prangalarını” da götürmesi demek olacaktı. Örneğin bir erkeğe, bir ilişkiye bağımlılığını. “Onsuz yaşayamam” duygusunu.

Arnie’yi o kadar yakından tanıdıktan sonra bunu yapamazdı Elizabeth. Aşkın negatif ve pozitif tarafları olduğunu anlamıştı: Bir yanda sevgi var örneğin, öbür tarafta tutku, saplantı vb duygular. Bir yanda yaşam, mutluluk, özgürlük var, öbür tarafta acı, esaret ve en sonunda da ölüm…

Ve kuş hala havada, yolculuğunun nereye varacağı da kendi seçimine bağlı…

O kuşun adı Arnie’ydi, “bacaklarım yok ki” dedi, havada bozulan bir uçak gibi yere çakıldı.

O kuşun adı Elizabeth idi, özgürleşmenin “kendini dönüştürmek”le ilgili bir şey olduğunu anladı, “benlik” hapishanesinden sıyrılmayı başardı, tekrar kavuştu bacaklarına, yere sağlam bir iniş yaptı, kah gökyüzünde, kah yerde yaşamaya devam edecek…

O kuşun adı Kar Wai Wong idi, tüm bu keşfettiklerine rağmen hala havada. Bacakları olmadığına inandığı için değil; özgürleşme, gittikçe gidilen bir yol olduğu için: Ülkesinden ve ana dilinden uzaktayken de hikayesini anlatabildiği gördü. ABD’de çekti, ama ortaya gene “KWW filmi” çıktı.

Fakat “KWW olmama” özgürlüğü, hala dokunulmamış olarak duruyor…

Sinema, Şubat 2008
("KWW olmama özgürlüğü" başlığıyla yayımlandı)

Meraklısına: 
Cannes Film Festivali’nin açılış filmiydi, Altın Palmiye için yarıştı.

Wong’un ilk İngilizce filmi.

Şarkıcı Norah Jones’un ilk oyunculuk deneyimi… Wong Elizabeth rolünü Jones için yazmış..

My Blueberry Nights / Benim Aşk Pastam
Yönetmen: Kar Wai Wong
Senaryo: Kar Wai Wong, Lawrence Block
Yapımcılar: Stéphane Kooshmanian, Jean-Louis Piel, Jacky Pang Yee Wah, Wang Wei, Kar Wai Wong
Oyuncular: Jude Law (Jeremy), Norah Jones (Elizabeth), Frankie Faison (Travis), David Strathairn (Arnie Copeland), Adriane Lenox (Sandy), Rachel Weisz (Sue Lynne Copeland), Natalie Portman (Leslie)
2007 Hong Kong, Çin, Fransa ortak yapımı, 95 dakika
Gösterim tarihi: 11 Ocak 2008
DVD Firması: Kanal D Home Video





Son Gece

IMDB: 7,3
Allmovie: 3/5 yıldız
Metacritic: % 65
Manalı Filmler puanı: 8,0

Ana temasını sömürmeyen bir “kıyamet” filmi…

Dünyanın sona ermesine sadece 6 saat kalmıştır. Çoğu insan sokakta eğlenmekte, bazı gençler cam çerçeve indirip araba yakmaktadır. Karısının yasını tutan Patrick, son saatlerini yalnız ve sakin geçirmek amacıyla ailesinin yanından ayrılır. Eşiyle birlikte intihar etmek için kentin öbür tarafına gitmesi gereken Sandra ile yolları kesişir.

Kanadalı oyuncu (“Existenz / Varoluş”, “Blindnes / Körlük”) McKellar, ilk uzun metrajlı filmiyle hayli olumlu eleştiriler almıştı. Gerçekten de “Last Night”, senaryosu akılıca yazılmış, bir ilk filmden beklenmeyecek denli ustalıkla yönetilmiş bir eser. Sadece teknik yönlerden aksıyor ki bunun nedeni de düşük bütçeli olması.

Çoğu kıyamet ve kıyamet sonrası temalı Holivud filminin dolaştığı kulvarlara hiç sapmıyor McKellar, bu filmde manasız çatışma sahneleri, karizmatik karakterler vs yok, ölüm gerçeğiyle bulutlanmış insan yaşamları var sadece, ölümlerine farklı şekillerde hazırlanan karakterler ve onların birbirleriyle ilişkileri var. Örneğin Patrick’in yakın arkadaşı Craig son gününü içinde ukde kalmış cinsel birliktelik modellerini uygulamakla geçiriyor, ama böyle bir uğraş Patrick’e çok anlamsız geliyor.

Velhasıl film, insanın yaşadığı şekilde öldüğünü söylüyor, tek başına da olsa, tüm insanlıkla beraber de olsa…

Meraklısına:
Önemli rollerden birini Kanadalı ünlü yönetmen David Cronenberg üstlenmiş.

“Son Gece”, 1999’da İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti.

McKellar’ın daha sonra çektiği kısa filminin ismi çok ilginç: “Phone Call from Imaginary Girlfriends: İstanbul” (Hayali Sevgililerimden Telefon: İstanbul). İnanmayacaksınız ama “Ankara” versiyonu da var bu filmin.

Ödülleri:
12 ödül, 20 adaylık

Last Night / Son Gece
Senaryo ve yönetim: Don McKellar
Yapımcılar: Niv Fichman, Daniel Iron
Oyuncular: Don McKellar (Patrick), Sandra Oh (Sandra), Callum Keith Rennie (Craig), Sarah Polley (Jenny), Trent McMullen (Alex), David Cronenberg (Duncan)
1998 Kanada, Fransa ortak yapımı, 95 dakika.

9 Temmuz 2010 Cuma

Ruhların Jülyeti

IMDB: 7,5
Metacritic: % 81
Allmovie: 4/5 yıldız
Manalı Filmler: 9,0

Kadınları, özellikle iç dünyalarını ustaca anlatan erkek yönetmenler arasında Antonioni, Bergman, Woody Allen gibi ustalar da bulunuyor, fakat bu saydıklarımın hiçbiri, psikolojik katmanlardan başka dramaturjik bir unsuru olmayan bir hikayeyi böyle bir görsel şölene dönüştürmemişti. Kocasının kendini aldattığını öğrenince içine dönen, düşlerine, hayallerine, hatıralarına sığınan, erdemleriyle, ahlak ve özgürlük anlayışıyla hesaplaşmaya başlayan Jülyet’in öyküsünden, Fellini, görsel yönü böyle bir hikayeden beklenmeyecek denli güçlü bir film, yer yer bir karnaval havası taşıyan son derece ilginç bir eser çıkardı.

Yönetmen olarak ilk uluslar arası başarısını kazandığı “La Strada / Sonsuz Sokaklar”da olduğu gibi bu filmde de başrolü eşi Giulietta Masina’ya vermiş Fellini, ve bir kez daha ondan unutulmaz bir performans almayı başarmış. Neredeyse tüm oyunculuklar mükemmel, -her Fellini filminde olduğu gibi- sanat yönetimi, kamera kullanımı ve mizansenler ilginç ve yaratıcı, senaryo gayet başarılı, yine de bu filmin asıl kozu görüntüleri… Gianni Di Venanzo’nun ışık ve renk kompozisyonlarını, filmi izlemeyen birine anlatmak çok zor, hele bunun Fellini’nin ilk renkli filmi olduğunu bilince şaşkınlığımız ve hayranlığımız daha da artıyor…

“Ruhların Jülyeti”ni ünlü “Otto e Mezzo / Sekiz Buçuk”a benzetenler, onun bir tür devamı olarak görenler çok. Her iki filmin de bir bireyin iç dünyasını aydınlatmaya ve aktarmaya çalıştığını düşünürsek bu yorum haksız sayılmaz. Yine de “Ruhların Jülyeti”, olanca başarısına rağmen “Sekiz Buçuk”tan iki açıdan farklı ve üstün: Bunların ilki filmin sunduğu eşi bulunmaz görsel dünya, diğeri ise Fellini’nin “görünmeyen” dünyayı da hikayeye katma çabası: Öykünün akışında bir ruh çağırma seansının, bir medyumla yapılan görüşmenin vs büyük önemi var…

İki film arasındaki en büyük fark da bu noktada: “Sekiz Buçuk” çıkışsızlığı ustaca anlatıyordu, “Jülyet” çıkış yolunu gösteriyor, bir başka deyişle ana kahramanının ruhsal yolculuğunda yeni bir aşamaya geçmesini ve bunu nasıl yaptığını anlatıyor (son bölümü biraz aceleye gelmiş olsa da).

Ödülleri:
En İyi Sanat Yönetimi ve Kostüm Tasarımı dallarında Oskar adaylığı
En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre
Ayrıca 7 ödül

Juliet of the Spirits / Giulietta degli spiriti / Ruhların Jülyeti
Yönetmen: Federico Fellini
Senaryo: Federico Fellini, Tullio Pinelli, Ennio Flaiano, Brunello Rondi
Yapımcılar: Henry Deutschmeister, Clemente Fracassi, Angelo Rizzoli
Oyuncular: Giulietta Masina (Giulietta), Sandra Milo (Suzy / Iris / Fanny), Mario Pisu (Giulietta'nın kocası Giorgio), Valentina Cortese (Valentina), Valeska Gert (Pijma), Friedrich von Ledebur (Medyum), Caterina Boratto (Giulietta'nın annesi), Lou Gilbert (Giulietta'nın dedesi)
1965 İtalya, Fransa ortak yapımı, 137 dakika
DVD firması: A. E. Film / Saga.

Cennetin Müziği

IMDB: 7,5
Manalı Filmler puanı: 8

Senden bi ricam var sevgili okur, bu yazıyı okuduğunda bu filmi izlemeye karar verir, DVD’sini satın alırsan, oynatıcıya koyduğunda hemen 69. dakikaya geç, bir koronun eşlik ettiği kırmızı elbiseli genç bir kadının (Gabriella) söylediği şarkıyı dinle/izle (biraz aşağıda sözleri var). Gelmiş geçmiş en başarılı film şarkılarından birini karşında bulacaksın: Neşeli ve hüzünlü, itaatkar ve isyankar bir beste, hayat gibi, bu film gibi…

Zaten hayatı anlatıyor…

Her şeye rağmen yaşamanın coşkusunu, güzelliğini…

Film de bunu anlatıyor zaten, o yüzden aynı şarkı arka jenerikte de çalıyor.

Hikaye tanıdık: Ünlü orkestra şefi Daniel, sağlık sorunları yüzünden erken emekliye ayrılır, doğduğu köye döner. Adını sonradan değiştirdiği için kimse köyle bağlantısını bilmez. Ünlü şefin köye yerleştiğini duyunca papaz Stig ondan kilise korosuna yardım etmesini ister. Ayıp olmasın diye yarı gönüllü başladığı koro çalışmasına, insanları tanıdıkça, heyecanlarını ve yeteneklerini gördükçe daha fazla bağlanır Daniel, ama uyguladığı yöntemler dedikodulara neden olur, koroya katılanların sayısı kiliseye gidenleri geçince kovulur. Fakat koro üyelerinin pes etmeye niyeti yoktur…

Tüm o süreçte acı tatlı olaylar, geçimsizlikler, kavgalar da yaşanır, sürpriz yakınlıklar, aşklar da…

Film tüm bunları ve müzikle ilgilenmenin, müzik üretmenin coşkusunu iyi anlatıyor, iyi resmediyor.

Aynen o şarkıyı söyleyen oyuncu Helen Sjöholm’un vokali gibi: Tek kelimeyle mükemmel…

Seçme replikler:
Daniel: "Her şey dinlemekle başlar."

Daniel: "Bir defasında, bir konserde elektrik kesildi. Ama müzisyenler çalmaya devam etti. Ne notalarını ne de beni görebildiler. Her şeyi orkestraya bıraktım. Hepsi birbirini dinledi. Kimse beni görmüyordu. Bunu ilk kez yaşıyordum. 58 saniye boyunca tüm kafalar birleşti.”

Inger: "Şimdi uzun zamandır söylemek istediğim bir şeyi söyleyeceğim. Beni 20 yıldır rahatsız eden bir şey. Günah diye bir şey yoktur. (...) Günahı kilise icad etti. Bir eliyle suçlar, diğeriyle affeder. Tüm bunlar yalan… insanları baskı altına almak, güç kazanmak için.”
Stig: "Sessiz ol! Tanrı'dan affetmesini iste!”
Inger: "Tanrı affetmez, anlamıyor musun! Çünkü O hiç bir zaman yargılamaz.”

Daniel: "Küçüklüğümden beri, bir hayalim vardı: İnsanların kalplerini açabilecek müzikler yapmak. Beni durduran şey insanları sevmeyi zor bulmamdı.”

Daniel: "Meleklere inanır mısın?”
Lena: "Dikkatli bakarsam bazen kanatlarını görürüm. Son şarkıda Olga ve Arne'de kanat gördüm. Tore'de gördüm. Sende gördüm. Onları herkeste gördüğünde hazırsındır.”

Lena: "Korkman gerekmez, Daniel. Ölüm diye bir şey yok. Küçükken ailem öldüğünden beri biliyorum. Ölüm diye bir şey yok."

Şarkı sözü: “Artık hayatım benim
Dünyadaki kısa zaman benim
ve hasretim beni buraya getirdi
tüm eksikliğini duyduklarım
ve tüm kazandıklarım
Ve şimdi seçtiğim yol bu
Güvenim sözcüklerin çok ötesinde
Bu bana birazını gösterdi
Hiç bir zaman bulamadığımı Cennetin..
Yaşadığımı hissetmek istiyorum
Yaşadığım her günü
İstediğim gibi yaşayacağım
Yaşadığımı hissetmek istiyorum
Yeterince iyi olduğumu bilmek
Benliğimi asla kaybetmedim
Sadece uyurken ondan ayrıldım
Belki de hiç bir zaman seçim şansım olmadı
Sadece yaşamak istiyorum
Tek isteğim mutlu olmak
Olduğum kişi olmak
Güçlü ve özgür olmak
Geceden günün doğuşunu görmek
Buradayım
Ve hayatım sadece benim
Ve düşündüğüm cennet oradaydı
Onu bir yerlerde keşfedeceğim
Hissetmek istiyorum
Hayatımı yaşadığımı”

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film dalında Oskar adaylığı
En İyi Yönetmen ve Besteci dallarında Avrupa Film Ödülleri adaylığı
Ayrıca 2 ödül ve 10 adaylık

As it is in Heaven / Så som i himmelen / Cennetin Müziği
Yönetmen: Kay Pollak
Senaryo: Anders Nyberg, Ola Olsson, Carin Pollak, Kay Pollak, Margaretha Pollak
Yapımcılar: Anders Birkeland, Gunnar Carlsson, Göran Lindström
Oyuncular: Michael Nyqvist (Daniel Daréus), Frida Hallgren (Lena), Helen Sjöholm (Gabriella), Lennart Jähkel (Arne), Ingela Olsson (Inger), Niklas Falk (Stig)
2004 İsveç yapımı, 132 dakika
Gösterim tarihi: 2 Eylül 2005
DVD firması: Tiglon / Video Express / Bir Film.

Sınırda Yaşayanlar

IMDB: 6,4
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Metacritic: %45
Manalı Filmler puanı: 7,5

İnanılması güç ama gerçekten yaşanmış olayları karşımıza getiren, hoş ve faydalı bir film…

İki çocuğu birden ender görülen genetik bir hastalıktan mustarip olan John, ölümlerini geciktirebilmek umuduyla araştırmacı Dr. Robert’la ilişkiye geçer. Robert’ın bulduğu tedavi yöntemini hayata geçirebilmek için ciddi miktarda paraya ihtiyaç vardır. John aynı hastalıkla yaşayan ailelerden işe başlamak için gereken miktarı bulur, daha ötesi için yatırımcı aramaya başlar. İşin içine büyük miktarların girmesi, acı-tatlı pek çok olayların yaşandığı bir süreci başlatır.

Bu filmi en çok bu açıdan önemsedim: Sağlıkla ekonominin iç içe olmalarının yarattığı tüm olumlu ve olumsuz halleri ayrıntılarıyla ve ustaca aktardığı için. Bir açıdan bakarsanız, ABD’deki sağlık sistemi çok acımasız, (“Patch Adams”ta da izlediğimiz gibi) parası olmayanlar insan yerine konmuyor, sistem çok büyük şirketlerin elinde ve bu yüzden “kar marjı” en önemli kavrama dönüşmüş... Öte yandan, bu filmde izlediğimiz türden hastalıklara ilişkin araştırmaları sadece o büyük şirketler yapılabiliyor, sonuçta insan hayatlarının kurtarılması o “kar marjı” sayesinde oluyor.

10 yıl önce “Chocolat / Çikolata” uyarlamasıyla Oskar’a aday gösterilen Jacobs’un dengeli senaryosu, tarafsız yaklaşımıyla dikkati çekiyor, aynı ustalık yönetmen Vaughan’da da gözleniyor. Sonuçta film herkese ve her olaya, tam gerektiği kadar yer ve önem veriyor: Örneğin kızının fiziksel yeteneklerini yitirmeye başladığını gören acılı John, işine tutkusu yüzünden bazen dengesini ve yolunu kaybeden Robert’tan daha önemli veya “haklı” değil. Önemli olan –filmin sloganında dendiği gibi- mucize beklemeyip kendileri mucize yaratmaları…

Benzer bir cümleyi Fraser ve Ford için de kurmak mümkün. Popüler filmlerle yarattıkları kariyerleri sayesinde bu filmde oynayabiliyorlar. Ne mutlu ki ikisi de gerçekten zor rollerin altından başarıyla kalkabilmişler.

Extraordinary Measures / Sınırda Yaşayanlar
Yönetmen: Tom Vaughan
Senaryo: Robert Nelson Jacobs (Geeta Anand'ın kitabından)
Yapımcılar: Harrison Ford, Carla Santos Shamberg, Michael Shamberg, Stacey Sher
Oyuncular: Brendan Fraser (John Crowley), Harrison Ford (Dr. Robert Stonehill), Keri Russell (Aileen Crowley), Meredith Droeger (Megan Crowley), Diego Velazquez (Patrick Crowley), Sam M. Hall (John Crowley, Jr.), Jared Harris (Dr. Kent Webber)
2010 ABD yapımı, 106 dakika
Gösterim tarihi: 19 Mart 2010
DVD Firması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment.

Cennetimden Bakarken


IMDB: 6,6
Allmovie: 2,5/5 yıldız
Metacritic: %42
Manalı Filmler: 5,5

“Lord Of The Rings / Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson’dan büyük bir hayal kırıklığı…

Filmin en önemli sorunu henüz proje aşamasındayken iyi tasarlanamamış, sonuçta “ortada kalmış” olması. Seri katil tarafından öldürülen Susie’nin ahretteki yaşantısını filmde neden seyrettiğimizin bir açıklaması yok. Çünkü Susie sadece seyrediyor, katilinin yaptıklarını, ailesinin üzüntüsünü izliyor, hoşlandığı ama hiç birlikte olamadığı delikanlıyla sohbetlerini anımsıyor vs. Tüm o sahneler, henüz çocuk denebilecek bir yaştayken ve daha pek çok şeyi yaşayamamışken öldürülmüş olmasının acısını seyirciye hissettiriyor kuşkusuz ama başka bir işlevleri de olamıyor. Filmin ölüme, ölüm sonrasına dair felsefi bir yaklaşımı yok, bu konuda cümle kurmayınca da ahret hayatı tamamen havada kalıyor. Ayrıca Susie’nin diğer boyutlardaki hayatı ile dünyadaki hayat arasında bir etkileşim olmaması projenin bir başka handikapı.

Filmin iki cami arasında beynamaz olması da bu yüzden: Susie’nin ahret hayatı ile dünyadaki yaşam paralel veriliyor ama iki tarafta da kayda değer bir şey yok, örneğin katil yakalanacak mı, kurtulacak mı sorularıyla haşır neşir olup hop oturup hop kalkmıyoruz izlerken.

Bir diğer büyük handikap ise Mark Wahlberg’in oyunculuğu, daha doğrusu oynayamayışı… Sezar’ın hakkı Sezar’a, “Max Payne” gibi, projenin doğası gereği oyunculuğun alt perdede kaldığı, efektler ve bol ayrıntı çekimi sayesinde oyunculuktaki aksamaların daha kolay örtülebildiği modern aksiyon filmlerine yakışıyor Walhberg, ama film ne kadar boyut kazanırsa o da o kadar çuvallıyor. O yüzdendir ki, sonuçta başarılı olamasa da, sıradan popüler Holivud filmlerinden olmayan “The Happening / Mistik Olay” gibi filmlerde ona rol verilmesi çok tuhaf, hele “Cennetimden Bakarken”e asla uyum sağlayamıyor.

Film başta senaryosu olmak üzere belli açılardan o kadar ciddi biçimde aksıyor ki, başta “The Hobbit” olmak üzere ilerde seyredeceğimiz Peter Jackson filmleri hakkında da ciddi soru işaretleri doğuruyor. Başarılı yönleri ise Tucci’nin oyunu ve ahret yaşantısına ilişkin sahnelerdeki görsel efektler (Ki o alanda “What Dreams May Come / Aşkın Gücü” (Vincent Ward, 1998) hala açık ara önde, buradaki efektler daha başarılı değiller ama farklılar ve bu hoş)…

Ödülleri:
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oskar ve Altın Küre adaylığı.
Ayrıca 6 ödül ve 20 adaylık.

Lovely Bones / Cennetimden Bakarken
Yönetmen: Peter Jackson
Senaryo: Fran Walsh, Philippa Boyens, Peter Jackson (Alice Sebold’un romanından)
Yapımcılar: Carolynne Cunningham, Peter Jackson, Aimée Peyronnet, Fran Walsh
Oyuncular: Mark Wahlberg (Jack Salmon), Rachel Weisz (Abigail Salmon), Susan Sarandon (Lynn), Stanley Tucci (George Harvey), Michael Imperioli (Len Fenerman), Saoirse Ronan (Susie Salmon), Rose McIver (Lindsey Salmon), Reece Ritchie (Ray Singh)
2009 Yeni Zelanda, ABD, İngiltere ortak yapımı, 136 dakika
Gösterim tarihi: 26 Şubat 2010
DVD Firması: Tiglon / Paramount Pictures.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Güvenli

IMDB: 6,9
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Manalı Filmler: 8,5

İnsanı hem sinemasal, hem de düşünsel açıdan bu kadar tatmin eden çok az film çıkıyor sevgili okur.

“Safe” adına “uygarlık” dediğimiz nesneyi eleştiriyor, ama abartmadan, sulandırmadan, aksine çok ölçülü bir yaklaşımla… Bu açıdan film, Henry Bean’in 2007’de yönettiği -ama “Safe” kadar başarılı olmayan- “Noise”u hatırlatıyor.

Hayata ve insanlara karşı mesafeli, kendi halinde bir ev hanımı olan Carol ansızın hastalanıyor, baş ağrısı, burun kanaması, zafiyet gibi belirtiler olmasına karşın bir teşhis konamıyor. Bir bütünsel şifa kliniğinin yetkililerinden “çevre hastalığına” tutulduğunu öğreniyor. Bedeni kimyasallara tepki vermektedir ki bu da Carol’ın artık büyük şehirde yaşayamayacağı anlamına gelir…

İyileşme süreci Carol’ın hayatı nasıl algıladığı ve sonuçta nasıl yaşadığı konusunda bilinçlenmesini sağlayacaktır…

Konusundan anlaşıldığı gibi “Safe”, çok önemli meseleleri işliyor, filmin başarısı da öncelikle buradan geliyor zaten, o önemli temaları tam bir yetkinlikle işlemesinden, en küçük bir açık vermemesinden. Matematiksel açıdan bu kadar iyi tasarlanmış ve kotarılmış bir senaryoya uzun süredir rastlamamıştım doğrusu.

Ve ikincisi, Haynes’in yaklaşımı çok olgun, son derece dengeli… Oyunculuklardan kamera açılarına, filmin ciddiyetini zedeleyebilecek en küçük bir çapak bile yok, her şey mükemmel…

Rejideki sakin ama bilinçli yaklaşım, senaryodaki çift anlamlılığı daha etkili hale getiriyor: İlk bakışta film, insan bedeninin bağışıklık sisteminden söz ediyor, daha derinde yatan anlam ise modern yaşantı sonucu oluşan ruhsal açlıkla ilişkili.

Kanımca bu filmin en önemli yanı da bu: Ruhsal temaları çağdaş toplumsal yaşantının içinden derlemesinde, günümüzün meselelerinden söz etmesinde…

Ödülleri:
En İyi Film, Yönetmen, Senaryo ve Kadın Oyuncu dallarında Indipendent Spirit ödülü adaylığı.

Seçme replikler:
Şifa Kliniği’nin Tanıtım Filminden: “Gündelik yaşam içinde her gün 60.000 kimyasal maddeye maruz kalıyoruz. Bunların sadece %10'u zararlılık açısından test edilmiştir.”

Dr. Reynolds: “Temizlenmek için kendine içinde yaşayabileceğin bir alan yaratmalısın. O alan senin güvenli bölgen olacak. Vücudundaki yüklemeyi önemli ölçüde azaltan, zehirden arındırılmış bir alan. Bazıları için bu hava geçirmez, porselen kaplı, buzdolabı gibi bir bölgedir. Kimileri içinse, bir sığınak, evlerinin içinde, iyi bir havalandırmaya sahip, boş bir odadır.”

Carol: “Artık makyaj da yapamıyorum. Gözlerimi yakıyor, hastalanıyorum. Sanırım bu durumun tek iyi yanı var. O da insanı yiyecekler ve kimyasallar, aslında her şey hakkında bilgi sahibi yapıyor. Ama, ne olursa olsun, beni eskiden olduğumdan daha uyanık hale getirdi.”

Peter Dunning: “Sizinle bu akşam bir yansımayı paylaşmak istiyorum. Dış dünyanın pozitif ve özgür bir görüntüsü… Aynen burada yarattığımız dünya gibi… Çünkü dış dünyaya bir sevgi mekânından, affedici bir ortamdan baktığımızda dışarıda gördükleriniz içinizde hissettiklerinizin yansımasıdır… Çevremde neler görüyorum?.. Çevreciliğin arttığını görüyorum. Ve bütünsel öğretinin... Uyuşturucu kullanımı ve fuhuşta azalma olduğunu görüyorum… Dış dünyada tüm bu pozitif olayları görüyorum çünkü gördüğüm şey küresel bir değişimdir... Tıpkı içimde gerçekleşen değişim gibi.”

Claire: “Buraya ilk geldiğimde yürüyemiyordum bile. Evim Michigan'da kimyasal üretim yapan bir fabrikaya 10 km mesafedeydi. Orası günde 1 ton kimyasal atık sızdırıyordu. Buraya geldiğimde tek yapabildiğim Güvenli Odada öylece oturmaktı... Ve her gün, her saat kendime aynada bakıp şunu söylüyordum: 'Claire... Seni seviyorum. Seni gerçekten seviyorum'… Bir ay sonra, odadan çıkabilir hale geldim... Ve kısa süre sonra da yürüyordum. Benim için tüm bu olanlar bir mucizeydi çünkü elimde hiçbir şey kalmamıştı. Yani hiçbir maddi şey... Geriye kalan tek şey bendim.”

Peter Dunning: “Gazete okumayı bıraktım. Televizyon haberlerini de izlemiyorum artık. Medya içimizi karartıyor. Yaklaşımları ölümcül, çok negatif... Sonunda onlara ihtiyacım olmadığına karar verdim. Ve böylece bu negatif dürtüyü dönüştürüp zararsız hale getirdim. Çünkü eğer hayatın bu kadar yıpratıcı ve yıkıcı olduğuna inansaydım bağışıklık sistemim de buna inanacaktı.”

Steve: “Hastalandım çünkü aşırı dozda ilaç kullanıyordum.”
Peter Dunning: “Neden bağımlı hale gelmiştin?”
Steve: “Sanırım kendimi sevmememin yarattığı acıyı bastırmaya çalışıyordum… Aslında kendimden nefret etmemin…”

Peter Dunning: “Hastalığına neden olan neydi Joyce?”
Joyce: “Sanırım oğlum hastalandıktan sonra ben kendimi hasta ettim. Çünkü suçluluk duygusuyla doluydum. Onun başına gelenlerin benden kaynaklandığını düşünüyordum. Onu o okula gönderen bendim. Onu o ortama ben sokmuştum.
Peter Dunning: “Yani kendini cezalandırıyordun.”

Peter Dunning: “Marilyn?
Marilyn: “Ben çocukken feci biçimde yaralanmıştım... Yani ruhsal olarak... Ve bunu yıllar boyu bastırdım, yaşanmamış saydım. Ve birdenbire çok hastalandım.”
Peter Dunning: “Neden sence?”
Marilyn: “Sanırım bir şeylerin yanlış gittiğini kendime anlatabilmek için… Ve bundan en çok zarar görenin ben olduğumu kendime anlatmak için. Onu affetmemem nedeniyle.”
Peter Dunning: “Teşekkürler, Marilyn… Hastalık ne olursa olsun, bağışıklık sistemi zarar gördüyse bunun nedeni, olanlara bizim izin vermemizdir... Bunu da şu anda senin gösterdiğin öfkenin benzeriyle yapmışızdır.”

Safe / Güvenli
Senaryo ve yönetim: Todd Haynes
Yapımcılar: Christine Vachon, Lauren Zalaznick
Oyuncular: Julianne Moore (Carol White), Peter Friedman (Peter Dunning), Xander Berkeley (Greg White), Susan Norman (Linda), Kate McGregor-Stewart (Claire), Mary Carver (Nell), Steven Gilborn (Dr. Hubbard), April Grace (Susan)
1995 ABD, İngiltere ortak yapımı, 119 dakika.

Kızıl Çöl

IMDB: 7,7
Allmovie: 4,5/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 8,0
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 284. sırada

Atıklar yüzünden kirlenmiş bir deniz… Fabrika bacalarından püsküren siyah, hatta zehirli sarı dumanlar… Her tarafta sanayi pislikleri, atılmış öteberi… Ve tüm bunların ortasında, ölüm tehlikesi yaşadığı araba kazasından sonra dengesi bozulmuş, varoluşuna anlam bulmaya, bir şeylere tutunmaya çalışan bir genç kadın…

Büyük usta Antonioni ilk başyapıtı “L'avventura / The Adventure / Serüven”de (1960) senaryoyu Guerra ile birlikte yazmış, başrolü de Vitti’ye oynatmıştı. Ardından gelen “La Notte / Gece” (1961) ve “Eclipse / Batan Güneş”te (1962) de üçü birlikteydiler. Yönetmene dünya çapında ün ve önemli ödüller kazandıran bu eserlerde üç sanatçı da üretimlerinin doruğundaydı. “Kızıl Çöl”de küçük bir düşüş olsa da yine çok iyiler.

Andığım başyapıtların ana teması “modern toplumda yalnızlaşan, arayış içindeki bireyler”dir. Antonioni ana kahramanlarını, kuleye benzeyen, teknoloji ve sanayileşmeyle ilişkili yapılarla (fabrika bacası gibi) ilişkilendirir, geniş mekanlarda dolaştırır, böylece fiziksel açıdan küçük oluşlarını, ruhsal sıkışmışlıklarıyla birlikte vurgular… “Kızıl Çöl”ün farkı, o kahredici yalnızlığın nedenlerini irdelemesinde. Ondan fazla planda görünen fabrika artıkları dünyanın kirlenmiş olduğunu anlatıyor, beraberinde toplum ve tabii ki bireylerin ruhları da kirleniyor.

Bu temaları senaryo mükemmel işliyor, sinema tarihinin en saygın görüntü yönetmenlerinden biri olan Carlo Di Palma kamera açıları ve renk düzenlemesiyle vurguluyor ve Monica Vitti kelimelerle ifade etmenin gerçekten güç olduğu bir seviyede oynuyor.

Filmin açılış sekansının neredeyse tıpatıp aynı bir final sekansıyla bittiğini, böylece Giuliana’nın içinde debelendiği döngüyü vurguladığını da belirtelim.

Meraklısına:
Filmin doruk sahnesinde Giuliana bir denizci ile karşılaşır, adam çok net ama biraz aksanlı bir Türkçe konuşur, adamın iyi niyetli yaklaşımına rağmen birbirlerinin dilini bilmedikleri için anlaşamazlar.

Mükemmeliyetçi yönetmen tabii ki doğal görüntüye (örneğin kırlara), fabrika dumanlarına vb müdahale etmiş, kendi deyişiyle “umutsuzluk ve ölüm düşüncesini güçlendirmek” istemiş.

Antonioni’nin ilk renkli filmi.

Ödülü:
Venedik Film Festivali’nde Altın Ayı.

Red Desert / Il deserto rosso / Kızıl Çöl
Yönetmen: Michelangelo Antonioni
Senaryo: Michelangelo Antonioni, Tonino Guerra
Yapımcı: Antonio Cervi
Oyuncular: Monica Vitti (Giuliana), Richard Harris (Corrado), Carlo Chionetti (Ugo), Xenia Valderi (Linda), Rita Renoir (Emilia), Valerio Bartoleschi (Giuliana'nın oğlu Valerio)
1964 İtalya, Fransa ortak yapımı, 120 dakika.

Cold Souls

IMDB: 6,6
Allmovie: 3,5/5 yıldız
Metacritic: % 69
Manalı Filmler puanı: 7,5

Beklenmedik bir anda iyi bir filme rastlamaktan daha şahane bir şey varsa hayatta, o da her filmini izlemeye karar verdiğin bir yönetmenle tanışmaktır, sevgili okur.

Bu zeka dolu filmi yazan ve ustaca yöneten Barthes, artık benim favori listemde…

Projenin ve bu genç yönetmenin çekiciliğine başkaları da ikna olmuş olsa gerek ki, “Cold Souls” bağımsız bir filmden beklemeyeceğiniz kadar muhteşem bir oyuncu kadrosuna sahip. Ve tabii ki başta Giamatti olmak üzere ana rollerdeki herkes olağanüstü.

Çehov’un ünlü oyunu “Vanya Amca”ya hazırlanan oyuncu Paul bunalımdadır, sonunda ruhunun kendisine ağır geldiğine ikna olur, bir şirkete başvurarak ruhunu aldırır. Bunun oyunculuğuna da evliliğine de yararı olmadığını görünce bir Rus şairin ruhunu kiralar. Oyunculukla ilgili sıkıntıları biter ama karısı Paul’u garipsemeye başlar. Kendi ruhunu geri almaya çalıştığında Saint Petersburg’a gitmesi gerektiğini öğrenir, ruhu Rus mafyasının eline geçmiştir…

Görüldüğü gibi filmin modern toplum yaşantısını eleştiren bir yapısı var. Eleştirilerini olgun bir tavırla, bağırıp çağırmadan dile getiriyor, inceden inceye dalgasını geçerken hassas noktalara parmak basmayı da ihmal etmiyor. Bu haliyle filmin Woody Allen’ın ilk dönem filmlerinin yıkıcı mizah dozu düşük bir versiyonuna veya Charlie Kaufman senaryolarına benzediğini söylemek mümkün.

İnce mizah ve eleştiriden keyif alıyorsanız bu filmi atlamayın.

Meraklısına:
Filmin ilhamını veren bir rüya olmuş: Barthes’in düşünde Woody Allen ruhunun bir nohuda benzediğini görüyormuş.

Ödülü:
En İyi İlk Senaryo, Görüntü Yönetmeni ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Dina Korzun) dallarında Indipendent Spirit ödülü adaylığı.

Cold Souls
Senaryo ve yönetim: Sophie Barthes; Yapımcılar: Daniel Carey, Elizabeth Giamatti, Paul S. Mezey, Andrij Parekh, Jeremy Kipp Walker; Oyuncular: Paul Giamatti (Paul Giamatti), Armand Schultz (Astrov), Michael Tucker (tiyatro yönetmeni), Dina Korzun (Nina), David Strathairn (Dr. Flintstein), Emily Watson (Claire), Oksana Lada (Sasha); 2009 ABD, Fransa ortak yapımı, 101 dakika.

Hayat Güzeldir

IMDB: 8,4 (76. sırada)
Allmovie: 4/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 6,5

13 yıl önce, İtalyan komedyen Roberto Benigni, kendisinden beklenmeyecek bir çıkış yapmış, “Hayat Güzeldir” ile tüm dünyayı kahkaha ve gözyaşına boğmuştu.

Film iki bölümden oluşuyor: 1939’da geçen ilk 50 dakika Guido ile Dora’nın tanışıp, birbirlerine aşık olmalarını anlatıyor. Bu kısım, Charlie Chaplin’in sessiz dönem “Şarlo” filmlerinden fazlasıyla etkilenmiş, aynı mizah anlayışını sürdürüyor ama ne senaryo, ne de oyunculuk düzeyinde aynı başarıyı gösterebiliyor. İkinci bölüm Guido, amcası, 5 yaşındaki oğlu Giosué (DVD altyazılarında bu isim Joshua olarak verilmiş) ve Dora’nın hapsedildikleri Nazi kampında geçiyor. Bu kısmın ana esprisi Guido’nun oğlunun ruh sağlığını korumak amacıyla ona her şeyi oyun olarak göstermesi, yaratıcı buluşlarla çocuğu kandırması… Bu bölümün temel sorunu ise seyircinin kolay alıştığı tek bir fikrin üzerine kurulu olması ve Nazi kamplarındaki hayatı sosyolojik veya psikolojik açıdan hiç irdelememesi. Bir başka deyişle özellikle bu ikinci kısımda senaryo çok yüzeysel.

Fakat ortaya çıkan filmin (çoğunlukla Benigni’den kaynaklanan) acayip bir çekiciliği var, filmi izleyip de beğenmemiş birine rastlamak neredeyse imkansız.

Sonuçta çok büyük beklenti içinde olmazsanız keyif alabileceğiniz, ama IMDB kullanıcılarının yaptığı “başyapıt” muamelesini de hak etmeyen, orta halli, sevimli bir film…

Ödülleri:
En İyi Yabancı Film, Erkek Oyuncu ve Müzik dallarında Oskar; Film, Yönetmen, Senaryo, Kurgu dallarında Oskar adaylığı.
Ayrıca 52 ödül ve 24 adaylık.

Life Is Beautiful / La vita è bela / Hayat Güzeldir
Yönetmen: Roberto Benigni; Senaryo: Roberto Benigni, Vincenzo Cerami, Yapımcılar: Gianluigi Braschi, John M. Davis, Elda Ferri; Oyuncular: Roberto Benigni (Guido Orefice), Nicoletta Braschi (Dora), Giorgio Cantarini (Giosué Orefice), Giustino Durano (Eliseo Orefice), Sergio Bini Bustric (Ferruccio), Marisa Paredes (Dora'nın annesi), Horst Buchholz (Dr. Lessing); 1997 İtalya yapımı, 116 dakika; Gösterim tarihi: 26 Şubat 1999; DVD Firması: Palermo / Film Pop.