Alıntı

Toplumsal hayat bizi doğadan kopardı, onunla yeniden bütünleşmek zorundayız. “Ağaca sarılan hippi” imajını kastetmiyorum, onda yanlış bir şey yok da, demek istediğim, bir psikolojik ve ruhsal evrimin çok gerektiği. Şimdiki hayat tarzımızla ilgili en büyük sorunun ruhsallık eksikliği olduğunu düşünüyorum…

Julian Goldberger ("Şahin"in yönetmeni)

28 Mayıs 2010 Cuma

alıntılar

"Annem Nazilerin eline geçmeyeyim diye beni mahalledeki sinema salonuna yollardı. Orada zaman geçirdikçe içimde bir tutku büyümeye başladı çünkü sinema barbarlıktan uygarlığa yol almak için en uygun araçtır.”

Claude Lelouch

"Savaş hepimizi çok kötü yaraladı. Fakat savaşın en kötü tarafı insanların aç kalması, kaçmak zorunda kalmaları, hatta bizleri öldürmeleri bile değildir. Savaşın en kötü tarafı, ideallerimizi unutturmasıdır... Çünkü idealleri olmayan insan, hiçbir şeydir."
“Pa Negre” filminden

"Hepsinin amacı eğlendirmektir ama benim inandığım film türü bir adım daha ötededir: İzleyiciyi kendi vicdanını incelemeye zorlar, düşünmeyi teşvik eder ve ilham verir”
Sidney Lumet

"Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur. İçeriye bakan uyanır, kendini keşfeder."
Dr. Carl Gustav Jung

"Kendime şunu sordum: kutsal ruh ne demek? Belki aşktır. Herkesi o kadar çok seviyorum ki, bazen patlayacak kadar şişiyorum. Belki günah veya erdem diye bir şey yoktur; bunlar sadece insanların yaptıklarıdır. İnsanların yaptıkları bazı şeyler iyidir ve bazıları da iyi değildir. Ve kimsenin bundan fazlasını söylemeye hakkı yoktur."
Casy ("Gazap Üzümleri" filminden)

"Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak."
Jimi Hendrix

"Kim ne derse desin anlatılar daha çocukluklarını yaşıyorlar. Ama kendimizi ve bütün insanlığı içinde bulabileceğiniz, çoşkunluk verici aynalardır onlar. Büyük bir büyünün birikmiş gücü gizlidir onlarda, geleceğimiz üstüne, kendimiz üstüne düşünmek için araçlardır"
Federico Fellini (Taner Ay'ın "Becerikli Bozguncu" kitabından)

“Beni gerçekten ilgilendirenler toplumun dışladığı kişiler. Psikolojik, duygusal veya fiziksel olarak toplum dışı olmayan insanlar, mesela kahvaltılık satmak için uygunlar, ama filmlere malzeme olamazlar. Bir toplum hangi açılardan başarısız olduğunu anlamak istiyorsa tutunamayanlara dikkat edecek kadar akıllı olmalı.”
Arthur Penn

"Hayatı bir hindistancevizi olarak düşünmeye çalış: Dıştan sert görünür. Uygun alet edevatın veya bilgeliğin yoksa işe yaramaz ve değersiz bir şeymiş gibi görünebilir. Ama nasıl açacağını bilirsen, içinde tatlı bir sıvı vardır. İşin sırrı, hindistancevizini kendine saklamamaktır. Nasıl açacağını öğrenince, hindistancevizini ondan yoksun biriyle paylaşırsın. Ve o zaman mutluluğun ne olduğunu anlarsın.
Dagus Kari'nin "The Good Heart / İyi Yürek" filminden

"Yeni Dalga yok, sadece deniz var"
Claude Chabrol

"İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir."
Mevlana

"Tüm bu düzensizlik içinde gizli bir düzen vardır"
Carl Gustav Jung

"Filmlerimdeki karakterler dürüst yaşar ve kendilerine verilen hayatı değerlendirmeye çalışırlar. İnsanların dürüst yaşamaları ve tam potansiyellerine erişmeleri gerektiğine inanıyorum. Bunu yapabilenler gerçek kahramanlardır."
Akira Kurosawa

"Her film, şu ya da bu şekilde, gerçeklikle yüz yüze gelmektir."
Vincent Ward

"Kamera bir şairin kafasındaki bir göze dönüşmedikçe bir film güzel olamaz."
Orson Welles

"Bir filmi ikinci kez seyretmek aslında ilk kez seyretmektir. Başından sonuna kadar ne kadar güzel kurgulandığını anlayabilmek için sonunu bilmeniz gerekir."
David Gilmour ("Film Kulübü" romanından)

Bugün dünyadaki başka bir kıymetli günümüz. Öyleyse tüm negatif ve yıkıcı düşünceleri kaldırıp atalım ve dönüp kendimize sevgiyle bakalım.
Peter Dunning ("Safe" filminden)

Sevgisiz adalet olamaz
Sidney Lumet

Biz düşüncelerimizin ürünüyüz. Bir insan kötü niyetle konuşur veya davranırsa acı onu takip eder. Bir insan temiz niyetle konuşur veya davranırsa mutluluk onu takip eder, hiç peşinden ayrılmayan bir gölge gibi...
Buda

Yapılan her silah, denize indirilen her savaş gemisi, ateşlenen her roket, karnı guruldayanlardan ve soğukta çıplak yatanlardan çalmak anlamına gelir.
Dwight D. Eisenhower

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür...
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...
Gandi

İyiyle kötü arasındaki mücadele insanoğlu yeryüzünde var oldukça sürecektir. İnsanoğlu ne yapıp edip karşı kıyıya geçmelidir. Deniz suyu kötü, kayık ve kürekler iyidir. Neye layıksan onun için çek kürekleri, başaracaksın. Kürekleri bırakırsan yok olursun. İnsan bunca uzun zamandır var olmasına rağmen hala en önemli şey olan, varlığının anlamı konusunda emin değildir; şaşırtıcı olan budur işte.
Tarkovski, "Zaman Zaman İçinde"

Filmlerin ektiği tohum…

("Pa Negre / Black Bread" filminden bir kare)


Yinelemek istiyorum: En manalı film, seyircisine en çok bilgi ileten, özellikle de aktardığı bilgilerle bilinçlenmesine katkı sağlayan filmdir...

Bu ifade sinema sanatının ölçüleriyle çelişmez. Başyapıt olarak kabul edilen, genelde çok beğenilen ve önemli bulunan eserler, yani Welles, Kurosawa, Bergman, Spielberg gibi büyük ustaların filmleri zaten çok manalıdırlar. Aslına bakarsanız, fotoğrafları yan yana sıralayarak bir hikaye anlatırken, aynı zamanda insani durum ve duyguların işlenebileceğini ve hayata dair temel kavramların tartışılabileceğini insanlığa zaten büyük yönetmenler öğretmiştir.

Büyük ustaların insanlığa armağan ettiği bir şey daha var: Yan yana akan fotoğrafların sıralanışı (kurgu) başta olmak üzere, ışık, kadraj vb sinemasal öğelerin farklı veya daha derin anlamlar yaratmakta kullanılabileceği…

Bu nokta çok ilginç ve önemlidir çünkü anlamın bu seviyesi sadece filmin senaryosu incelenerek anlaşılamaz... Film diliyle oluşturulan bu anlam, senaryoyu güçlendirebilir, genel olarak öykünün anlattıklarını veya diyaloglarda aktarılan bilgileri destekleyebilir, ama onlardan bağımsız veya karşıt da olabilir. Film analizi denen uğraş bu nedenle vardır, analistler sinema diline ait öğeleri inceler, filmin “satır aralarını” okur, ortalama seyircinin göremediği bu bilgileri meraklısına anlatırlar.

Bu blogda ele aldığımız her filmin analizini yapmak imkansız, açıkçası ülkemizde bu kadar geniş hacimli bir uğraşın muhatabı olabilecek bir okur kitlesi olduğundan da şüpheliyim, ne de olsa film analizi, eğitilmiş veya eğitilmeyi arzu eden gözlere hitap eden bir iştir… Ortalama seyirci/okur, yani “eğitilmemiş göz” ise –bilimsel araştırmaların da kanıtladığı gibi- filmde olup bitenlerin yaklaşık %10-30’unu kaçırır, yani hiç gör(e)mez… Gördüklerinin ise sadece bir kısmını analiz edebilir, içerdikleri bilginin küçük bir bölümünü bilinçli olarak alabilir, gerisini kaçırır (Bilimsel araştırmalar, bu söylediğimin hayat için de geçerli olduğunu doğruluyor).

Manalı Filmler’in hedeflerinden biri bu: Daha fazla öğrenmeyi arzulayan kişilere belli filmleri işaret etmek, onları izlemeye seyirci/okuru teşvik etmek…

Çünkü aslolan izlemektir, filmlerin bize ayna tutmasına izin vermek, bilinçli olarak alamadığımız bilginin de bünyemize nüfuz etmesine imkan sağlamak…

Tohumun önce ekilmesi lazım ki, gelişsin, çiçek açsın, meyve versin…

Manalı Filmler kendince bir ansiklopedi oluşturmayı da hedefliyor. Filmler biriktikçe, yazıların altında yer alan etiketler daha fazla işe yarayacak, meraklısı, diyelim ki “örnek kişilik” veya “mutluluk” kelimelerini tıkladığında o temanın işlendiği filmleri topluca görebilecek, işine yarayacağını düşündüğü eserleri kolayca seçebilecek.

Bu hedeflere ulaşabilmek amacıyla kapsamı geniş tutmayı uygun buldum, özellikle “küçük filmlere” dikkat çekmeye çalıştım. Örneğin “School Of Life / Hayat Okulu”na öncelik verdim, çünkü o film “Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği” kadar yaygın tanınmıyor.

Ayrıca bu tercih Manalı Filmler’in asal amaçlarından biriyle yakında ilgili: Mümkün olduğunca çok kişiyi, her filmin önemli olabileceğine ikna etmek… Ortalama seyirci, şaşaadan, abartılı reklam kampanyalarından, büyük ödüllerden çok etkilenir, bunlardan yoksun filmleri küçümseme eğilimindedir. Oysa özellikle başyapıt olmayan, kendi halinde, iddiasız eserler içinde büyük öğretmenler vardır.

Tüm bunlardan sonra belli ki, haliyle, geniş sulara da açılıp film okuma eylemi üzerinde duracak, konuyla ilgili araştırmalardan, bilimsel deneylerden söz edeceğiz. Ama buna zaman var, henüz yola çıkıyoruz, hele maceramız biraz ilerlesin, ilk cümlemiz bir süre semada yankılansın: “Film deyip geçme”…

Gandhi

IMDB puanı: 8.2 (167. sırada)
Allmovieguide: 5 tam yıldız
Rottentomatoes: %85
Manalı Filmler puanı: 10

Henüz görmediyseniz hemen bu filmi izlemenizi öneririm, kendinize yapabileceğiniz en büyük iyiliklerden biri olur bu…

Çünkü bu film, ilgili her kategorinin en başarılı eserlerinden biri.

Öncelikle çok iyi bir yaşam öyküsü filmi; gençliğinden başlayarak yaklaşık 40 yıl boyunca Gandi’nin hayatının en önemli olaylarını başarıyla canlandırıyor, ünlü liderin kişiliğini, dönüşümünü, düşüncelerini, ailesine ve ülkesine bağlılığını ustalıkla işliyor.

İkincisi bu, müthiş bir politik film; İngiltere’nin emperyalist yaklaşımını çok iyi deşifre ediyor, kendilerinden başkasının “tuz çıkarmasını” yasaklamış olmaları gibi inanılması zor olguların üzerinde yeterince duruyor, Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesini akıllıca işliyor. Filmin bu yönünden öğrenilebilecek çok şey var.

Üçüncüsü “Gandhi”, muhteşem bir spiritüel film. Mahatma’nın alçakgönüllülüğünü, insan sevgisini, birlik bilincini, şiddet karşıtlığını, en zor anlarda bile içsel gücünü yitirmemesini izlemek, insana ilham veriyor.

Gandi’nin çevresindekilerle ve ulusuyla ilişkisi de çok ilginç: Asıl adı Mohandas olduğu halde, biraz ünlenip sevilmeye başlanınca insanlar kendiliklerinden “bapu” (baba) demeye başlıyorlar ona, ardından ünlü Hint şairi Tagore’nin önerisiyle “mahatma”, yani “büyük ruh” oluyor ismi.

Gandi o kadar müthiş biri ki, önerdiği yürüyüşlerden birinde galeyana gelen taraftarları bir polis öldürdüklerinde hemen açlık grevine başlıyor, “Birileri ölecekse ben öleyim” babında. Ve halk onu o kadar çok seviyor ki, şiddet eylemleri, kavgalar duruyor, o ölmesin diye (Oysa tek bir olayda İngilizler tam 1516 Hintliyi katletmişlerdir)…

Gandi sadece, şairin dediği gibi “onurunu zulmün önünde dimdik tutan” biri değil, aynı zamanda inanılmaz sevgi dolu, hümanist, yumuşak ve zarif bir adam.

“Keşke tanışma şansına erişseydim” diyebileceğiniz türden biri…

Meraklısına:
Ülkemizde filmin tek ve çift DVD’li iki ayrı versiyonu satışta, Blueray’i de bulunuyor.

İleri okuma için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mohandas_Karamçand_Gandi (Türkçe)
http://www.lucidcafe.com/library/95oct/mkgandhi.html (ingilizce)
(her iki sayfada da başka sitelere bağlantı veriliyor)
http://www.mkgandhi.org/main.htm (ingilizce)

Ödülleri:
En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu, Sanat Yönetmeni, Görüntü Yönetmeni, Kurgu ve Kostüm Oskarı; En İyi Müzik, Ses ve Makyaj dallarında Oskar adaylığı
En İyi Yabancı Film, Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu ve Yılın Yeni Yıldızı (Kingsley) dallarında Altın Küre Ödülü
En İyi Senaryo, Görüntü Yönetmeni, Müzik, Kostüm, Yapım Tasarım, Kurgu, Ses, Makyaj, Yardımcı Erkek Oyuncu (Edward Fox ve Roshan Seth) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Margaret Bourke-White) dallarında BAFTA adaylığı
En İyi Yabancı Film dalında Japon Sinema Akademisi Ödülü
Ayrıca 20 ödül ve 2 adaylık

Seçme diyaloglar:
Gandi: “Umutsuzluğa kapıldığımda gerçeğin ve sevginin hep kazandığını anımsıyorum. Zalimler ve katiller yenilmez görünebilirler ama sonunda hep kaybederler.”

Gandi: “Göze göz ilkesi tüm dünyayı kör eder.”

Nahari: “Cehenneme gideceğim. Bir çocuğu öldürdüm. Kafasını duvara çarptım.”
Gandi: “Neden?”
Nahari: “Çünkü oğlumu öldürdüler. Müslümanlar oğlumu öldürdü!”
Gandi: “Cehennemden öte bir yol biliyorum. Bir çocuk bul, annesi babası öldürülmüş olsun ve onu kendi oğlun gibi büyüt. Müslüman olsun ve onu bir Müslüman olarak yetiştir.”

Muhabir Vince Walker: “Batı uygarlığının ahlaki üstünlüğü bugün burada yok oldu.”

Gandi (Yolunu kesip Müslümanlarla görüşmemesini söyleyen kalabalığa) “Ne yapmamı istiyorsunuz? Bay Jinnah’la görüşmeyeyim mi? Ben bir Müslümanım, Hintliyim, Hıristiyan ve Yahudiyim… Siz de öylesiniz. O bayrakları sallayıp bağırdıkça kardeşlerinizin yüreğine korku salıyorsunuz. Benim istediğim Hindistan bu değil. Allah aşkına bir son verin buna.”

Brigadier: “Herhalde Hindistan’dan kendi kendimize çekip gideceğimizi düşünmüyorsunuz?”
Gandi: “Gideceksiniz. Çünkü 100 bin İngiliz, 350 milyon Hintli’yi yönetemez, eğer Hintliler işbirliği yapmazlarsa.”

Vince Walker: “Hırslı birisiniz Bay Gandi.”
Gandi: “Umarım değilimdir.”

Edward R. Murrow (Gandi'nin cenazesinde): “Hep yaşadığı gibi öldü: Serveti, malı-mülkü, resmi bir unvanı veya ofisi olmaksızın… Mahatma Gandi büyük orduların komutanı, uçsuz bucaksız toprakların yöneticisi değildi. Böbürlenebileceği bilimsel başarıları veya sanatsal yeteneği yoktu. Buna rağmen tüm dünyadan hükümetler ve liderler, ülkesini özgürlüğe kavuşturan bu ufak tefek esmer adama saygılarını sunmak için ellerini birleştirdiler. Papa Pius, Canterbury Başpiskoposu, Başkan Truman, Chiang Kai-shek, Rus Dışişleri Bakanı, Fransa Cumhurbaşkanı… yas tutan milyonlar arasında. ABD Dışişleri Bakanı General George C. Marshall’ın dediği gibi: ‘Mahatma Gandi insanlığın vicdanının sesi oldu, tevazu ve gerçeği imparatorluklardan daha güçlü kıldı.’ Ve Albert Einstein ekliyor: ‘Gelecek kuşaklar böyle bir insanın dünyada var olduğuna inanmakta güçlük çekecekler.’”

Gandhi
Yapımcı ve yönetmen:
Richard Attenborough
Senaryo: John Briley
Oyuncular: Ben Kingsley (Mohandas K. Gandi), Candice Bergen (Margaret Bourke-White), Edward Fox (Gen. Reginald Dyer), John Gielgud (Lord Irwin), Martin Sheen (Vince Walker), Saeed Jaffrey (Sardar Valabhhai Patel), Geraldine James (Mirabehn), Alyque Padamsee (Mohammed Ali Jinnah), Roshan Seth (Pandit Jawaharlal Nehru)
1982 İngiltere, Hindistan ortak yapımı, 191 dakika
Gösterim tarihi: Temmuz 1991
DVD firması: Tiglon / Sony Pictures Home Entertainment.

25 Mayıs 2010 Salı

Michael




IMDB: 5.5
All Movie: 2/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 36
Manalı Filmler: 7.5

Sinema sinema olalı böyle melek görmedi…

Bu filmde Mikail, zincirleme sigara içen, kahvesine şeker dolduran, gerektiğinde yumruklarını konuşturan ve kadınlara bayılan biri. Pardon bir melek. Yani: Melek deyince akla gelen şeylerin neredeyse tamamının tam tersi…

Ucuz, sansasyonel bir gazetede çalışan Huey, Dorothy ve Frank, bir okur mektubundan hareketle, bir melek hakkında haber yapmak üzere yola koyulurlar. Mikail onlara dünyaya sınırlı sayıda ziyaret yapılabildiğini ve bunun kendisinin son hakkı olduğunu, bu nedenle doyasıya “yaşamak” istediğini açıklayınca, onu Şikago’ya götürmeye karar verirler. Yolda türlü çeşitli maceralar yaşayacak, sonunda üçü de meleklere inanmaya başlayacaklardır…

Ephron’un filmi yer yer eğlenceli, hoş bir seyirlik. En temel sorunu senaryosunun gerektiği kadar güçlü olmayışı. Yine de keyifli zaman geçirmek isteyenlere ve fantastik mevzulara meraklı olanlara önerilebilir.


Seçme replikler:
Michael: “Hatırlasanıza, John ve Paul ne demişti?”
Frank: “Havariler mi?”
Michael: “Hayır, Beatles… Tek ihtiyacınız sevgi.”

Michael: “Ben o tür bir melek değilim.”

Michael: “Gülmeyi öğrenmen lazım, gerçek sevgiye giden yoldur.”

Michael
Yönetmen: Nora Ephron; Senaryo: Nora Ephron, Delia Ephron, Peter Dexter, Jim Quinlan (Dexter ve Quinlan’ın öyküsünden); Yapımcılar: Sean Daniel, Nora Ephron, James Jacks; Oyuncular: John Travolta (Michael) , Andie MacDowell (Dorothy), William Hurt (Frank), Bob Hoskins (Vartan), Robert Pastorelli (Huey); 1996 ABD yapımı, 105 dakika; Gösterim tarihi: 21 Mart 1997; DVD firması: Palermo.

Neşeli Ayaklar

IMDB: 6.7
All Movie: 3/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 74
Manalı Filmler puanı: 8.0

Son yılların en iyi animasyonlarından biri… Zekice yazılmış, hayli komik ve eğlenceli. 5 yaşından büyük çocuklar da, yetişkinler de keyif alarak izleyebiliyor (tecrübeyle sabit).

İmparator penguenlerin dünyasında şarkı söylemek çok önemlidir çünkü Kalbe Seslenen Şarkı’larını söyleyerek eş bulurlar. Baş kahramanımız zavallı Mumble ise şan yeteneğinden hiç nasibini almamıştır, ama mükemmel dans etmektedir ki bu yetenek penguenler açısından tümüyle değersizdir… “Penguen gibi olmayan” davranışları yüzünden sürülen Mumble, hiç beklemediği maceralar yaşarken, herkesin kendine özgü yetenekleri olduğunu ve bunların bir nedenle kişiye verildiğini öğrenecektir…

Küçük izleyicilere anlamlı mesajlar veren, kayda değer hayat dersleri içeren, şık, gösterişli, çok iyi yapılmış bir film. Şarkılar ve danslar insanın başını döndürüyor… Dublajlı izlemek de çok keyifli, orijinalinde ise inanılmaz bir seslendirme kadrosu var ki, çoğu oyuncu şarkıları da kendisi seslendiriyor…

Meraklısına: Animasyon olmayan bölümler de içeren, animasyon Oskarı kazanan ilk film…

Ödülleri:
En İyi Uzun Metrajlı Animasyon dalında Oskar kazandı.
En İyi Özgün Şarkı dalında Altın Küre ödülüne değer görüldü.
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Animasyon dalında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi.
Ayrıca 11 ödül ve 15 adaylık…

Neşeli Ayaklar / Happy Feet
Yönetmen: George Miller; Senaryo: Warren Coleman, John Collee, George Miller, Judy Morris; Yapımcılar: Bill Miller, George Miller, Doug Mitchell; Seslendirenler: Elijah Wood (Mumble), Robin Williams (Ramon / Lovelace), Brittany Murphy (Gloria), Hugh Jackman (Memphis), Nicole Kidman (Norma Jean), Carlos Alazraqui (Nestor), Lombardo Boyar (Raul), Jeffrey Garcia (Rinaldo); 2006 Avusturalya, ABD ortak yapımı, 108 dakika; Gösterim tarihi: 26 Ocak 2007; DVD firması: Tiglon / Warner Home Video.

Görünmez Güçler, Psişik Yetenekler

Manalı Filmler puanı: 7.2

“Science Of The Impossible” serisinin bir bölümü olan bu Discovery Channel belgeseli, duyu dışı algılama (DDA / ESP), psikokinezi, önsezi ve astral seyahati konu ediniyor. Eserin ilk konuğu Joe McMoneagle, nasıl evinden çıkmadan eski Demir Perde ülkelerindeki silah tesislerini “gezdiğini” anlatıyor. CIA hesabına çalışan bir medyum-casus olan McMoneagle’la ilgili kısım, filmin en ilgi çekici bölümü.

Daha sonra ekrana gelen Çavuş Richard Keaton, çözemedikleri cinayet davalarında birlikte çalıştığı medyumdan nasıl yararlandığını anlatıyor. Prof. Michio Kaku’nun ortaya attığı “hiperuzam” kavramı (göremediğimiz ama ilişki halinde olduğumuz boyutlar) anlatıldıktan sonra Princeton’daki Peer Laboratuarından Brenda Dunn gönüllülerle yaptığı deneylerden bahsediyor.

Konuyla ilgili en temel bilgileri örneklerle aktaran, ilginç ve öğretici bir yapım…

İleri okuma için: http://www.parapsikoloji-tr.org/makaleler/yazilar/dda6.html
http://paranormal.about.com/od/psychicphenomena/u/psychic-phenomena.htm#s1 (İngilizce)

Görünmez Güçler / Invisible Forces
Yönetmen: Alison Turner, Chris Lent; Yapımcı: Chris Lent; Diğer Katılımcılar: Dr. Peter Fenwick, Dona Higbee, Laurie Monroe, Marilyn Schlitz, Lloyd Auerbach; ABD yapımı, 52 dakika; DVD Firması: Discovery Channel / Dönence Film.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Aşk Ve Ölüm


IMDB: 8.0;
Allmovie: 5/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 8.5

“The Archers” (okçular) adıyla da tanınan Powell-Pressburger ikilisinin başyapıtlarından biri…

2. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz pilot Peter ve Amerikalı kadın subay June telsizde tanışır ve birbirlerinden etkilenirler. Uçağı yara alan Peter paraşütsüz olarak atlamak zorunda kalır ama kurtulur. Bir sahilde kendine gelir, June’la tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Bu arada Öteki Dünya’da, Peter’ın oraya geçişini sağlamakla görevli 71 Nolu Yönetici’nin sis yüzünden onu bulamadığı anlaşılır. Yönetici canını almak üzere Peter’la iletişime geçer, ama o dünyayı bırakmak istemez. Arada oluşan 20 saatlik kayma sırasında aşık olmuştur ve bu onun kabahati değildir… Peter’ın talebi üzerine, Öteki Dünya’daki Temyiz Mahkemesi genç adamın durumunu görüşmek üzere toplanır.

Öteki Dünya’yı konu alan bu klasik İngiliz filmi hala tazeliğini ve önemini koruyor. Yapıldığı yıllar için şaşırtıcı set tasarımı ve hoş birkaç senaryo trüğü de cabası…

Ödülleri:
1948 En İyi Avrupa Filmi (Bodil Ödülü)

A Matter of Life and Death / Aşk Ve Ölüm
Senaryo, yapım ve yönetim:
Michael Powell, Emeric Pressburger; Oyuncular: David Niven (Peter Carter), Kim Hunter (June), Roger Livesey (Dr. Frank Reeves), Marius Goring (71 Nolu Yönetici), Abraham Sofaer (Hakim), Raymond Massey (Abraham Farlan); 1946 İngiltere yapımı, 104 dakika, siyah-beyaz.

Man in the Chair

IMDB: 7.3
Rotten Tomatoes: % 50
Manalı Filmler puanı: 8.5

Lise öğrencisi Cameron’ın film okuluna burs kazanabilmek için kısa film çekmesi gerekmektedir, ama bilgisi de, parası da yoktur. Eski filmler gösteren bir sinema salonunda tanıştığı Flash’ın “Yurttaş Kane”de bile görev yapmış bir elektrikçi olduğunu öğrenince ondan yardım ister. Flash’ın emektar sinema emekçisi arkadaşlarının da yardımıyla huzurevleri hakkında bir belgesel yapmaya girişirler.

B sınıfı gerilim filmleri yönetmeni Michael Schroeder’in, kariyerine on yıldan fazla ara verdikten sonra yazıp yönettiği bu küçük film, umulmadık bir başarı kazandı, fakat maalesef ülkemizde gösterilmedi.

Her öğesiyle çok başarılı bir film. Hele Plummer muhteşem.

Ödülleri: Heartland Film Festivali’nde bağımsız yapımlara verilen Crystal Heart Ödülü’nü kazandı.
Ayrıca 7 ödül ve 1 adaylık.

Seçme diyaloglar:
Flash: “Bir insanı mükemmel yapan güç değil, içindeki duyarlılığının sürekliliğidir.” (Nietzsche’den alıntı)

Flash: “Günün birinde (yönetmen olmayı) başarırsan Mickey gibi iyi insanlara hiçbir zaman kötü davranmayacağına söz ver bana. Ve o sandalyeye nasıl ve kim sayesinde oturduğunu asla unutmayacaksın.”

Flash: “Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. O yüzden ünlü olmayı kafana takma. İşini iyi yapmaya çalış. Şöhret beraberinde gelir zaten.”

Cameron: “Her insan değerlidir. Yaptıklarımız ve olduğumuz kişi, kuşakları etkileyecektir.”

Flash: “Amerika, sadece gençlere, güzellere ve "kazanan"lara değer verir!”

Man in the Chair
Senaryo ve yönetim: Michael Schroeder
Yapımcılar: Michael Schroeder, Sarah Schroeder, Randolf Turrow
Oyuncular: Christopher Plummer (Flash Madden), Michael Angarano (Cameron Kincaid), M. Emmet Walsh (Mickey Hopkins), Robert Wagner (Taylor Moss), Joshua Boyd (Murphy), Mitch Pileggi (Floyd)
2007 ABD yapımı; 107 dakika.

Balinanın Sırtında

IMDB: 7.7
All Movie: 4/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 90
Manalı Filmler puanı: 8.5

Bu dönem dünyanın her köşesinde sıklıkla yaşanan bir insanlık hali bu Yeni Zelanda filminin ana teması: Özel güçlerle hatta belki şahsa özel bir misyonla donatılmış olarak doğduklarını bilen yeni yetmelerin kendilerini yetişkinlere anlatamamaları…

Paikea’nın doğduğu gün, ikiz kardeşi olan erkek bebek ve annesi vefat eder. Babası kızına aslında erkek çocuğa konması gereken Paikea adını verir, Maori halkının beklenen liderinin ismidir bu… Paikea büyüdükçe dedesi Koro köyün erkek çocuklarına kendi kültür ve tarihlerini öğretmeye başlar, aralarından birinin beklenen önder olduğundan ve balinalara hükmedebildiğini göstereceğinden emindir. Tüm o konulara çok meraklı olmasına rağmen Paikea kız olduğu için derse alınmaz. Olaylar sonuçta genç kızı haklı çıkaracaktır…

Çok iyi yönetilmiş bir film olan “Balinanın Sırtında” dingin bir atmosfere sahip, ilginç folklorik öğelerle ve olağanüstü güzel doğa görüntüleriyle bezeli, anlamlı meseleleri işleyen, küçük, iddiasız ama önemli ve çok başarılı bir film… Dead Can Dance grubundan Lisa Gerrard’ın yaptığı müzikler de dikkat çekiyor...

Meraklısına: Castle-Hughes Kadın Oyuncu dalında Oskara aday olan en genç sanatçı…

Ödülleri:
Castle-Hughes En İyi Kadın Oyuncu dalında Oskara aday gösterildi.
Bağımsızlık Ruhu Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film seçildi.
İngiliz Bağımsız Film Ödülü adayı
Ayrıca 28 ödül ve 26 adaylık…

Whale Rider / Balinanın Sırtında
Yönetmen: Niki Caro
Senaryo: Niki Caro, Witi Ihimaera (Ihimaera’nın aynı adlı romanından)
Yapımcılar: John Barnett, Frank Hübner, Tim Sanders
Oyuncular: Keisha Castle-Hughes (Paikea), Rawiri Paratene (Koro), Vicky Haughton (Nanny Flowers), Cliff Curtis (Porourangi), Grant Roa (Rawiri), Mana Taumaunu (Hemi)
2002 Yeni Zelanda, Almanya yapımı, 101 dakika
Gösterim tarihi: 14 Şubat 2004
DVD firması: Tiglon / Video Express / Bir Film.

Kıyamet Melekleri

IMDB: 5.0
Rotten Tomatoes: % 19
Manalı Filmler puanı: 4.0

Dini motiflerin filmlerde kullanılması açısından son derece abuk sabuk yaklaşımlara tanık olmuştuk, hatta “Daha fazlasını göremeyiz artık” gibisinden bir tavrımız da vardı, ama doğrusu bu kadarını hiç kimse yapmamıştı: Özel efektçilikten gelme yönetmen Stewart’ın filmi, eşine az rastlanır bir cahillikler toplu geçidi…

Tanrı insanlıktan umudunu kesmiş, meleklere insanları yok etmelerini emretmiştir. Buna sadece Cebrail karşı çıkar, dünyaya “iner”, silahları kuşanır, insanlığın umudu olacak bir bebeğin doğacağı Vegas çölündeki köhne bir konaklama tesisine varır. Meleklerin “ele geçirdiği”, zombiye dönüşmüş insanların tesise saldırıları başlar. Tesisteki üç beş kişi canla başla kendilerini savunurlar.

Özetten de anlaşıldığı gibi filmin önemli bir bölümü "Assault on Precinct 13 / 13. Bölgeye Saldırı" (John Carpenter, 1976) veya örneğin Tarantino-Rodriguez ürünlerinden “From Dusk Till Dawn / Günbatımından Şafağa” (1996) tarzında, saldırı altında bir mekana sıkışmış bir grup insanın mücadelesini anlatıyor, mekan dışında çok az sahne var. Bu savaş sahnelerinin yaratıcı ve/veya şaşırtıcı olması gerekirdi ama “yaşlı kadın” sahnesi veya meleğin kanatlarının silah olarak kullanılması dışında kayda değer bir şey yok (Örneğin Oliver Stone’un, 1994’te “Natural Born Killers / Katil Doğanlar”ın açılışındaki restoran sekansında yaptığına benzer, yoğun sinema duygusuyla dolu trükler, planlar olsaydı keşke).

Dini temalar bakımından ise film tam bir felaket. Tanrı’nın insanlıktan umudu kesip bizi yok etmesi fikri, tipik Katolik inancının, “insan günahkar doğar” ilkesinin bir devamı olarak hoş görülebilir belki, ama koskoca Tanrı’nın bu yok edişi başka yaratığı yokmuş gibi melekler aracılığıyla yapması, onların da insanları ele geçirmekten başka yol bulamaması akıl alacak gibi değil. Hele bir sahnede radyoda haberler okunurken “Kıyamet başlayalı 48 saat olduğu, insanların çeşitli bölgelerde direndikleri” söyleniyor ki, senaristlerin, bu bakış açısının Tanrı’yı küçülttüğünü, dolayısıyla senaryonun etkisini azalttığını nasıl fark edemediklerine insan çok şaşırıyor.

Fakat öte yandan, devam filmine açık kapı bırakacak bir final yazmayı tabii ki akıl etmişler.

Açıkçası ben bu filmi, belki felsefi açıdan yeni bir cümle kurar diye, bir de Quaid’ın bu filmde neden yer aldığını merak ettiğim için izlemiştim. Her ikisi de geçerli bir sonuç vermedi, yani sizin bu filme zaman harcamanıza gerek yok.

Ödülleri: Filmin ödül alacak bir durumu gerçekten yok.

Legion / Kıyamet Melekleri
Yönetmen: Scott Stewart; Senaryo: Peter Schink, Scott Stewart; Yapımcılar: David Lancaster, Michel Litvak; Oyuncular: Paul Bettany (Mikail), Lucas Black (Jeep), Tyrese Gibson (Kyle), Adrianne Palicki (Charlie), Kevin Durand (Cebrail), Willa Holland (Audrey), Kate Walsh (Sandra), Charles S. Dutton (Percy), Dennis Quaid (Bob); 2010 ABD yapımı, 100 dakika; Gösterim tarihi: 30 Nisan 2010.

16 Mayıs 2010 Pazar

Başlarken: Film denen ayna...

En manalı film, seyircisine en çok bilgi ileten, özellikle de aktardığı bilgilerle bilinçlenmesine katkı sağlayan filmdir... Bu bağlamda, özellikle sevgi, özgürlük, mutluluk, inanç, ölüm gibi hayatın en temel kavramlarını işleyenler en değerli yapıtlardır

Her film anlamlıdır kuşkusuz, ama bazıları daha manalıdır…

Manalı Filmler’in öncelikli amacı filmlerde çok değerli bilgiler bulunduğunu göstermek, seyirci/okuru filmlere başka bir gözle bakmaya davet etmek: O filmi izlemeyi seçtiyseniz mutlaka sizinle, yaşantınızla, özellikle de o dönem uğraştığınız meselelerle yakından ilişkisi vardır, o filmi nasıl seçtiğiniz, neden izlediğiniz ve ne kadar beğendiğiniz bu gerçeği değiştirmez… Dolayısıyla bir film izlemek, hayatınızla ilgili bir kursa gitmek gibidir, aradaki bağlantının bilincinde olmasanız da, perdede gördüğünüz kişiler, olaylar, diyaloglar, özlemlerinizi, korkularınızı, sözün kısası “sizi”, size yansıtırlar, mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz…

Falanca filmden çok etkilendiyseniz, o eserden çok yararlanmış, kendinize ve hayatınıza dair çok şey öğrenmişsinizdir, “alt tarafı bir film” izlediğinizi düşünseniz de…

Bu yazılar, filmlerden neler öğrenilebildiğini göstermeyi hedefliyor.

O nedenle de işe “en manalı” filmlerle başlıyoruz, dünya ve evrenle, insanlıkla, hayatla ve burada bulunuş amacımızla doğrudan ilişkili durum ve görüşleri yansıtan eserlerle...

Dünyada bulunmamızın en önemli nedenlerinden birinin öğrenmek olduğuna inanıyorum. Şüphesiz dünya gezegeni sadece bir okul değil, tabii ki aynı zamanda hayat… Ama yaşamın tümü burada değil, başka gezegenlerde, başka boyutlarda da devam ediyor, dünya, o muhteşem toplamın küçük ama önemli bir parçası. O kadar ki, burada yaşananlar, burada öğrendiklerimiz diğer galaksileri, diğer boyutları da etkiliyor.

Ayrıca an be an yaşadıklarımız bilinçlenmemizi sağlıyor… Genel olarak hayata dair bilinç ise çok önemli, onsuz ne sorunlarımızı çözebilir, ne kişisel hedeflerimize ulaşabilir, ne de mutlu olabiliriz.

Bu nedenlerle en manalı film, seyircisine en çok bilgi ileten, özellikle de aktardığı bilgilerle bilinçlenmesine katkı sağlayan filmdir... Bu bağlamda, özellikle sevgi, özgürlük, mutluluk, inanç, ölüm gibi hayatın en temel kavramlarını işleyenler en değerli yapıtlardır.

Manalı filmlerin ille de sıkıcı, düşük tempolu eserler olması gerekmez, bazıları, “popüler film” maskesini bilinçli olarak takar…

Ki çoğunlukla, bir sinema sevdalısı için en büyük ödül de onlardır, çünkü motive ederler kişiyi, popülist filmlere, sinema tarihine, normalde dikkatimizi çekmeyen coğrafyalara dalmaya özendirirler.

Ve ilginçtir, konu mana olunca, en ummadığınız topraklardan nice hazineler çıkar…

Nisan, 2010

(Fotoğraf: "Yurttaş Kane" filminin açılış sekansından)

Solaris (1972)



IMDB: 8.0
All Movie: 5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 97
Manalı Filmler puanı: 9.1
“Sinema Tarihinin En İyi 1000 Filmi” listesinde 230. sırada

Tarkovski’nin 12 Ocak 1972’de günlüğüne yazdıkları* çok ilginç: SSCB devlet sisteminde söz sahibi birkaç ayrı kuruluşun yetkililerinin “Solaris”le ilgili eleştirileri kendisine iletilmiş, yönetmen bunların bir kısmını günlüğüne aynen almış. 35 madde içinde, “filme Kolmogorov’dan (insanın fani doğasıyla ilgili) alıntılar koyulsun” gibi “tuhaf” talepler de var, “Kelvin’in hareket noktası toplumun hangi formuydu – sosyalizm mi, komünizm mi, kapitalizm mi?” gibi çıldırtıcı sorular da, yetkililerin filmden hiçbir şey anlamadıklarını gösteren düşünceler de… Yetkililerin Tarkovski’den temel talebi, hazır böyle bir hikayeyi çekiyorken, SSCB’nin “muhteşem” uzay çalışmalarını överek anlatmasıdır, tam da “böyle bir hikayenin” o çalışmalara o gözle bakamayacağını anlamak istemezler.

“Solaris” öncelikle bu nedenle büyük ve önemli bir filmdir. Çünkü –belki “Ivan’ın Çocukluğu” hariç- SSCB’de yapılan her Tarkovski filminde olduğu gibi yönetmen adeta imkansız denebilecek şartlarda, kasten karşısına çıkarılan pek çok engelle boğuşarak bu filmi yapmıştır. Film bittikten sonra da tüm o saçma eleştirilerle karşılaşmış, yöneticilerin filmi değiştirme taleplerine direnmeyi başarmıştır.

Aslına bakarsanız, sadece öyküsü dolayısıyla bile, böyle bir filmin SSCB’de yapılması imkansızdır: Psikolog Kris, olup bitenleri anlayıp raporlaması için Solaris’e gönderilir. Uzay üssüne vardığında oradaki görevlilerden birinin intihar ettiğini öğrenir, diğer ikisi de çok tuhaf davranmaktadırlar. İlk uyuduğunda Kris, ölmüş karısı peydah olur, uyandığında karısını yanı başında gören Kris onu tek kişilik bir roketle uzaya yollar. Fakat kadın tekrar belirir. Diğer bilim insanlarının da böyle “ziyaretçi”leri vardır. Bunlar nereden ve nasıl gelmektedirler? Solaris’te yaşayan ileri zekalı bir varlığın oraya gelen insanlarla iletişim kurmak amacıyla kaybettikleri yakınlarının “kopya”larını üretip yolladığı tezi doğru mudur? Bu önermenin doğru olup olmadığını anlamanın bir yolu var mıdır?

Ciddi varoluşçu meselelerle ilgilenen bir filmin, diyalektik materyalizm dışındaki felsefi akımlara hiç yüz vermeyen bir yönetim tarafından onaylanıp yaptırılması, herhalde Tarkovki’nin daha ilk filmiyle elde ettiği başarı ve ünle ilişkili. Başka biri söz konusu olsa “Solaris” yapılamazdı. Ama Tarkovki “Ivan’ın Çocukluğu” ile Venedik’te Altın Aslan kazanmıştı, önde gelen festivallerin yöneticileri onun yeni filmlerini almak için yarışıyorlardı, ayrıca filmler çeşitli ülkelere satılıyordu, dolayısıyla komünist yönetim Tarkovski’nin spiritüel sorularla dolu filmlerine engel olamıyor, güçlük çıkarmakla yetinmek zorunda kalıyordu.

Bu güçlükler ve bunlar yüzünden yönetmenin sürekli moralsiz çalışması “Solaris”e büyük zarar vermiştir. Buna rağmen film, sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahip. Bunun nedenlerini Tarkovski kendisi şöyle açıklıyor: “Babama göre ‘Solaris’ bir film değil de edebiyata eş değerde bir şeymiş. İçe dönük edebi ritmi, banal sloganlardan uzak oluşu ve anlatıda her biri spesifik bir işleve sahip bir dizi detayla dolu olmasından sanırım.” (14 Haziran’daki notu)

Ve tabii bir de bilimkurgu literatürüne katkıları yüzünden: İlk kez seyirci, içinde patlamalar, korkunç uzaylılar, insanüstü güce sahip kahramanlar olmayan bir bilimkurgu filmi gördü “Solaris”le. İlk kez seyirci, insan olmanın varoluşsal sancılarının ve kendinden üstün bir güç karşısında hissedilen ezikliğin (dünya, hayat) uzay konusunda da geçerli olabileceğini düşündü… Yazının bu noktasında filmden alınan kareleri inceleyiniz lütfen: Üstteki planda, altında pantolon olmayan kişi kahramanımız, yerdeki dünyada ölmüş karısı (Solaris’te de intihar etmiş)… Genel olarak ortam Amerikan bilimkurgu filmlerine tam ters bir anlayışla oluşturulmuş. Nitekim alttaki planda görülen salon, renkleri ve dekoru itibariyle 19. yüzyılı çağrıştırıyor. Kris ve karısının boşlukta süzülmeleri ise, filmin ana temalarıyla çok uyumlu…

“Solaris” o kadar büyüleyici, öylesine tuhaf bir çekiciliğe sahip bir film ki, Tarkovski’nin –görüntü yönetmeni Yussov’dan aktardığı anekdot insana çok inandırıcı geliyor: Filmin montajı yapılırken odaya giren insanlar ayakta durmuyor, dizlerinin üzerine çöküyorlarmış. Arkadakilerin de filmin görüntülerinden yararlanabilmesi için…

Ödülleri:
1972’de, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı, Jüri Büyük Ödülü ve FIBRESCI ödüllerine layık görüldü. Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu Film” dalında Altın Parşömen Ödülü’ne aday gösterildi (2009).

Seçme diyaloglar:
Snaut: "Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar.

Sartoris: “Sen kadın değilsin, bir insan da değilsin. Eğer bir şeyi anlamayı becerebiliyorsan, bunu anla. Hari diye biri yok artık. Öldü. Sen mekanik bir reprodüksiyonsun alt tarafı. Bir kopyasın.”
Hari: “Belki de… Ama ben… ben bir insan oluyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. İnanın bana. Onsuz da yapabiliyorum artık. Onu seviyorum. Ben insanım”.

Kris: “Belki de sevginin nedeni olarak insanı deneyimlemek için buradayız”.

Kris: “Neden böyle işkence çekiyoruz?”
Snaut: “Bence kozmik duyularımızı kaybettik. Antik çağlarda yaşayanlar o duyguyu mükemmel anlıyordu. Neden veya amacı ne diye hiç sormadı onlar.”

Snaut: “Büyük soruları seviyorsun. Sanırım yakında bana hayatın anlamını soracaksın.”
Kris: “Dur biraz. Alaycı olma.”
Snaut: “O soru çok banaldir. İnsan mutluyken hayatın anlamı ve diğer ebedi
meselelerle nadiren ilgilenir. Bu soruları insan bir ayağı çukurdayken sormalı.”
Kris: “İyi ama, ne zaman öleceğimizi bilemeyiz. Bu yüzden telaş içindeyiz.”
Snaut: “Acele etme. En mutlu insanlar bu lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir.”
Kris: “Sorularımız bilme arzumuzdan kaynaklanıyor. Buna rağmen en yalın insan gerçekliğinin korunması gizemi gerektiriyor. Mutluluğun, ölümün ve hayatın gizemleri…”

Solaris / Solyaris
Yönetmen:
Andrei Tarkovski; Senaryo: Fridrikh Gorenshtein, Andrei Tarkovski (Stanislaw Lem'in aynı adlı romanından); Yapımcı: Viacheslav Tarasov; Oyuncular: Natalya Bondarchuk (Hari), Donatas Banionis (Kris Kelvin), Jüri Jarvet (Dr. Snaut), Vladislav Dvorzhetsky (Henri Berton), Nikolai Grinko (Kelvin'in babası), Anatoli Solonitsin (Dr. Sartorius), Sos Sargsyan (Dr. Gibarian), Olga Barnet (Kelvin'in annesi); 1972 SSCB yapımı, 165 dakika; DVD firması: A. E. Film / Saga.

*Tarkovski’nin günlükleri ülkemizde “Zaman Zaman İçinde” adıyla yayımlandı.

Solaris (2002)

IMDB: 6.2
Allmovie: 4/5 yıldız
Rotten Tometoes: % 65
Manalı Filmler puanı: 7.6

Soderbergh’in diğer usta yönetmenlerden bariz bir farkı var: Farklı, hatta bazen karşıt tarz ve üslupları bir bukalemun gibi kolaylıkla yaratabilmesi/uygulayabilmesi… Örneğin “Traffic” ile “Sex, Lies, and Videotape / Seks Yalanları” hikaye, dramaturjik yaklaşım ve reji üslupları bakımından birbirine o kadar benzemezler ki, ikisinin de aynı yönetmenin elinden çıktığına inanmak zordur. Aynı şekilde Soderbergh, “Ocean” serisini çektiği gibi rahatça “Kafka”yı da yapar. Kişisel ilgi alanları da çok geniştir: “Solaris”e çekilim duyduğu gibi “Che”yi de yönetmiştir.

Bu yüzdendir ki filmografisi, hepsi teknik açıdan mükemmel, reji bakımından usta işi filmlerle doludur. İşin en ilginç tarafı, birbirinden çok farklı tür ve üsluplardaki tüm bu filmlerin tamamı için “tipik Soderbergh filmi” denebilir.

Bir Tarkovski filmini bir başka Amerikalı yönetmen uyarlasaydı, çok olumsuz şeyler düşünmek mümkün, hatta makul olacaktı. Ama kameranın arkasında Soderbergh olunca, birkaç şeyden emin olursunuz: Eserin ruhuna sadık kalacak, filmin gişe şansını artırmak için abuk sabuk değişiklikler yapmayacaktır. Tarkovski’ye azami saygı gösterecek, filmi, başka türlü de yapabileceği halde bir tür “Tarkovski rejisiyle” çekecektir. Elinden gelenin en iyisini yapacak, teknik konularda ve reji alanında mükemmelliğe ulaşacaktır.

“Solaris” tam da bunları yapan bir film. Çok başarılı Soderbergh filmlerinden biri, olasılıkla yönetmenin birkaç başyapıtından biri olarak tarihe geçecek.

Orijinaline kıyasla senaryoda birkaç değişiklik var, ki bunların en önemlisi filmin neredeyse bir saat daha kısa oluşu (Örneğin Tarkovski versiyonunda Kris’in Solaris’e varması filmin yaklaşık 50. dakikasındadır, burada ise 10. dakikada), fakat film yine düşük tempolu, dramaturjisi gevşek, yine medidatif… Solaris mürettebatı arasında geçen fikri tartışmalar azaltılmış, Chris’in babası tamamen çıkarılmış vs. Ve tabii ki bu filmde planlar tipik Tarkovski planlarına kıyasla daha kısa.

Soderbergh değişiklikleri o kadar akıllıca yapmış, ve gene filmi o kadar ustalıkla kurmuş ki, rahatlıkla bu versiyonu da bağrımıza basabiliyoruz. Çünkü bu “Solaris”, ABD’de doğmuş olsa Tarkovski’nin aynen çekebileceği biçim ve seviyede…

Meraklısına: Projeyi yönetmeye James Cameron niyetliymiş, (Allahtan ki) sonradan yapımcı olarak kalmaya karar vermiş. İlk düşünülen başrol oyuncusu Daniel Day-Lewis imiş, ama rolü kabul etmemiş.

Sloganı: İnsanın gitmeye henüz hazır olmadığı yerler vardır.

Ödülleri:
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce En İyi Bilimkurgu Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu dallarında Satürn Ödülü’ne aday gösterildi, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştı.

Seçme diyaloglar:
Gibarian: “Kozmosa doğru yola çıkıyoruz. Her şeye hazırız: yalnızlığa, zorluklara, tükenmeye, hatta ölüme… Kendimizle gurur duyuyoruz. Fakat bu büyük heyecanımız aslında yapmacık. Başka dünyalar istemiyoruz. Sadece aynalar istiyoruz.”

Rheya (Chris'e): "Beni sevdiğini biliyorum. Bunu biliyorum, bunu hissettim. Ben de seni seviyorum. Bu duygu sonsuza dek içimizde yaşasın isterdim. Belki de bunu yapabileceğimiz bir yer vardır. Ama orasının dünya olmadığını biliyorum.”

Chris: “Yaşıyor muyum, yoksa öldüm mü?”
Rheya: “Artık bu şekilde düşünmemize gerek yok. Artık beraberiz. Yaptığımız her şey affedildi. Hepsi.”

Solaris
Kurgu, görüntü yönetmeni, senaryo ve yönetim:
Steven Soderbergh (Stanislaw Rem’in romanından); Yapımcılar: James Cameron, Jon Landau, Rae Sanchini; Oyuncular: George Clooney (Chris Kelvin), Natascha McElhone (Rheya), Viola Davis (Gordon), Jeremy Davies (Snow), Ulrich Tukur (Gibarian); 2002 ABD yapımı, 99 dakika; Gösterim tarihi: 21 Şubat 2003; DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

Şimdi ya da Asla

Film, carpe diem kavramını (sadece hazcılıkla ilişkili yönüyle değil) açık ve gizli tüm anlamlarıyla ele alıyor ve işliyor: Her anı hakkını vererek yaşa… çünkü beş dakika sonra ölebilirsin… Yani Reiner’ın filminin ana teması ölüm değil, “ölüm bilinci”

IMDB: 7.5
All Movie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 41
Manalı Filmler: 8.5

Her sinemaseverin kişisel tarihinde “yıldızın parladığı anlar” vardır; bir plandaki bir bakıştan veya bir diyalogdan etkilendiği, ruhunun adeta “yandığı”... Kısacık bir anın bu kadar büyük etki yapması şaşırtıcıdır: İnsanı değiştirir, genişletir, zenginleştirir…

Charles Chaplin filmleri genelde böyle bir etki yapar, ve fakat hiçbiri, “Monsieur Verdoux”daki o replik kadar alt üst etmemiştir beni: Son arzusu babında ikram edilen romu önce reddeden, sonra içen Verdoux, fikir değiştirmesinin nedenini şöyle açıklar: “Daha evvel rom tatmamıştım”…

O dört kelimeyi ilk duyuşum “Dead Poets Society-Ölü Ozanlar Derneği” dönemine denk gelmişti, yani “carpe diem” çağına. Çok gençtim, sorgulama ve idrak gücüm çok sınırlıydı. Ayrıca bir kavram ve bir tavır olarak “dolu dolu yaşamak” öylesine büyüleyiciydi ki, ötesini aramak aklıma bile gelmedi, Chaplin’in repliğini de yüzeysel değerlendirdim... Carpe diem kelimeleri içinde gizli olan “akışına bırakmak”, “hayatın sunduklarını onurlandırmak”, “o anın (o anı yaşıyor olmanın) değerini bilmek” vb daha derin ve karmaşık anlamlar sonraki yıllarda kapılarını (bana da) açmaya başladı.

Ölüm gerçeğiyle yakınlaşmadıkça yaşamın değerini ne kadar anlayabilir ki insan?..

“The Bucket List”, özellikle ölüm temasıyla ilişkisi ve bu konudaki cesareti dolayısıyla etkileyici ve önemli bir film. Seyircisini iki saat boyunca ölüm düşüncesiyle iç içe olmaya, ölmekte olan insanları izlemeye davet ediyor. Başrollerini iki ünlü (ve Oskar kazanmış) oyuncunun paylaştığı, A sınıfı bir Holivud filminin (sadece) ölümü konu edinebilmesi zaten çok büyüleyici ve takdire şayan… Ve fakat dahası da var: “Şimdi Ya Da Asla”, carpe diem kavramını (sadece hazcılıkla ilişkili yönüyle değil) açık ve gizli tüm anlamlarıyla ele alıyor ve işliyor: Her anı hakkını vererek yaşa… çünkü beş dakika sonra ölebilirsin…

Yani Reiner’ın filminin ana teması ölüm değil, “ölüm bilinci” (ve bunun insanı nasıl değiştirdiği, nasıl “öldüğünde gözleri kapalı ama kalbi açık” hale getirdiği)… Filmin ana kahramanlarının “bugünün işini yarına bırakma” imkanları yok, kanser vücutlarını öyle sarmış ki, hakikaten birkaç dakika sonrasını göremeyebilirler. Bu durum bilinç seviyelerini hızla yükseltiyor, bu da seyirciye, sadece ölmekte olan değil, aynı zamanda ölüm bilincine erişmekte olan iki insanın son aylarına tanık olma imkanını sunuyor, ve senaryonun satır aralarına daha iyi nüfuz etmesini sağlıyor…

Ölüm gerçeğiyle böylesine apaçık bir şekilde yüzleşmek hiç kolay bir şey değil. Normal şartlarda insan bundan kaçar, bir gün kendisinin de öleceğini bilmeyi istemez, bunu anlamasının hayatın tadını kaçıracağını sanar. Oysa bir insanın ölüm bilinci ne kadar gelişmişse hayatın tadına da o kadar yüksek düzeyde varır, çünkü o muhteşem bir rehberdir: Gelecek için kaygılanmamayı, yaşadığı her ana (ve her şeye) şükretmeyi ve örneğin gerçekte neyin ne kadar önemli olduğunu (dolayısıyla kişinin ne zaman neyi yapması gerektiğini anlamasını) sadece ölüm bilinci sağlayabilir…

Örneğin Edward gene inat edip kızıyla barışmayabilirdi, belki de ertesi gün ölebileceğini bilmeseydi… Örneğin Carter son aylarını dünyayı dolaşarak değil ailesinin yanında geçirebilirdi, gerçekten çok az zamanı kaldığını ve zaten tüm ömrünü onlara adadığını bilmeseydi...

Senarist Justin Zackham’ın ustalığı orada ki, öyküsünü bir değil iki kişi üzerine kurmuş ve karakterlerini serbest bırakmış: Böylece Edward ve Carter örneğin Taj Mahal’de sohbet ederken izleyici hem o muhteşem mekanı, hem de mekanda yaşanan görkemli zamanın karakterleri nasıl değiştirdiğini seyretme ve algılama şansına sahip oluyor. Değişik kişiliklere sahip oldukları için, bu “son çılgın macera”dan farklı şekillerde etkileniyorlar. Ama ortak yönleri de var: Hastaneden kurtulduktan sonra yaşanan her şey içlerindeki özgürlük duygusunu artırıyor ve (en geniş anlamıyla) daha fazla sever hale geliyorlar: Birbirlerini, dünyayı, arabaları, Everest’i, sevgiyi… her şeyi…

Çünkü ölüm bilincinin en önemli etkisi aslında şu: Hayatı daha fazla sevmenizi sağlıyor… Her şeyin değerini daha iyi bilmenizi…

Örneğin böyle bir filmin…

Kameranın önünde ve arkasında yaşı 60’ı geçmiş bir grup sinemacı olduğuna göre belki de (Clint Eastwood için yapıldığı gibi) sette ambülans bulundurulmuştur... Edward arkadaşının cenaze töreninde konuşurken, belki de Nicholson’ın aklından birkaç ay sonra kendisinin veya Freeman’ın cenaze töreninin yapılabileceği geçmiştir (ne de olsa ikisi de 1937 doğumlu)…

Ölümle ilgili falanca repliği söylerken ölebileceğini bile bile iyi oynamaya (veya o planı iyi çekmeye) çalışan bu olağanüstü insanlara saygı duymamak ne mümkün!.. Onlar (ve ürettikleri eser) sayesinde biz seyirciler de “görkemli bir şeye tanık olma” imkanı bulduk.

Bu idrakin yaşandığı an da kısacık ve fakat o kadar etkili ki ardından sadece sükut gelebiliyor…

Çünkü ötesine kelimeler yetmiyor...

Ödülü: Japon Sinema Akademisi'nce En İyi Yabancı Film dalında aday gösterildi.

Sinema, Mart 2008

The Bucket List / Şimdi ya da Asla
Yönetmen:
Rob Reiner; Senaryo: Justin Zackham; Yapımcılar: Alan Greisman, Neil Meron, Rob Reiner, Craig Zadan; Oyuncular: Jack Nicholson (Edward Cole), Morgan Freeman (Carter Chambers), Sean Hayes (Thomas), Beverly Todd (Virginia Chambers), Rob Morrow (Dr. Hollins), Alfonso Freeman (Roger Chambers), Rowena King (Angelica); 2007 ABD yapımı, 97 dakika; Gösterim tarihi: 1 Şubat 2008; DVD firması: Tiglon / Warner Home Video

14 Mayıs 2010 Cuma

Interstate 60: Episodes of the Road

IMDB: 7.7
All Movie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 80
Manalı Filmler puanı: 8.0

“Back to The Future / Geleceğe Dönüş” serisinin senaristinden keyifli bir “10 derste hayatın prensipleri” filmi…

Hayatta en büyük dileği “cevaplar” olan genç Neal, birkaç raslantı ve tanışmanın ardından, bir paketi teslim etme işini üstlenir. Ama önce, haritada bulunmayan 60 numaralı otoyolu keşfetmesi ve o tuhaf dünyadaki garip serüvenlerden başarıyla geçmesi gerekecektir.

Çeşitli kültürlerdeki masal öğelerini akıllıca harmanlayan deneyimli senarist Gale, ana kahramanının “yaşama/öğrenme, sonuçta hayallerine kavuşma” macerasını anlatırken, bir yandan da ülkesi ABD’ye eleştiri getiriyor.

Bu sevimli ve önemli filmin en hoş taraflarından biri de oyunculuk seviyesi: “Leprikon” O. W. Grant (One Wish Grant / Bir Dilek Hakkı) rolündeki Gary Oldman, uzun süredir çıkardığı en yaratıcı işi sunarken, “Geleceğe Dönüş” oyuncularından Christopher Lloyd her zamanki ustalığını sergiliyor.

Seçme diyaloglar:
Ray: “Deneyimlerin yüzünden bütün kupaların kırmızı ve maçaların siyah olduğunu düşünmeye koşullanmışsın. Şekilleri benzer olduğundan zihninin bunları eski bilgilerine göre değerlendirmesi, farklı olduklarını düşünmesinden daha kolay. Görmeyi beklediğimizi görürüz ve bu her zaman gerçekte olan şey değildir.”

Interstate 60: Episodes of the Road
Senaryo ve yönetim:
Bob Gale; Yapımcılar: Peter Bray, Neil Canton, Ira Deutchman, Bob Gale, Peter Newman; Oyuncular: James Marsden (Neal Oliver), Gary Oldman (O. W. Grant), Amy Smart (Lynn Linden), Christopher Lloyd (Ray), Chris Cooper (Bob Cody); 2002 Kanada, ABD yapımı; 116 dakika

One: The Movie

IMDB: 7.7
Manalı Filmler puanı: 8.0

Bu belgesel öncelikle, filmde de anlatılan yapılış hikayesiyle ilham veren bir çalışma: Film yapımcılığıyla hiçbir ilişkisi olmayan Powers, bir gün bir ilham alır, güvenecek hiçbir şey olmamasına rağmen filmi yapmaya girişir, sonuçta ortaya, tüm dünyada ilgiyle izlenen, beğenilen ve yararlı bulunan bir çalışma çıkar...

Film, Deepak Chopra gibi ülkemizde de kitapları yayımlanmış düşünürlerin, ABD’deki belli başlı dinlerin yöneticilerinin, ruhsal öğretmenlerin ve sıradan insanların, hayatın anlam ve amacına ilişkin sorulara verdiği yanıtlardan oluşuyor. Farklı konuşmacıların bazen neredeyse tıpatıp aynı cümleleri ettiklerini duymak, izleyiciye büyük bir ödül oluyor. Örneğin “Tanrı nedir?” sorusuna kimi düşünürler, Musevi, Müslüman, Katolik ve Budist din adamları şu cevabı veriyorlar: “Var olan her şeydir”…

Filmin tanıtım metninden bir bölüm ise şöyle: “Bu film, paylaştığımız bağları daha çok farkına varmamız için yapıldı; benzerliklerimizi hatırlatmak ve farklılıklarımızı kutlamak için; istenilenden çok sık ayrılık ve kopukluk yaşanan bir dünyaya BİR olmanın pozitif enerjisini getirmek için. Büyük üstatlara ve sıradan insanlara hayat hakkındaki esas ve en nihai soruları sorduk. Sonra bu diyalogu kendi akışına bıraktık. Sonuç olarak bu film altı kıtadaki yüzlerce bölgeye diyalog kıvılcımları saçtı – barakalardan hapishanelere, üniversitelere, tiyatrolara kadar. BİR kendimizi, ilişkilerimizi, gerçekte kim ve neden burada olduğumuzu daha iyi anlamak üzere bir yolculuğa çıktığımızı bize hatırlatıyor.”

Senaryo, yapım ve yönetim: Ward Powers; Katılımcılar: Scott Carter, Mantak Chia, Deepak Chopra, Ram Dass, Riane Eisler, Thich Nhat Hahn, Barbara Marx Hubbard, Robert Thurman, Llewellyn Vaughan-Lee; 2005 ABD yapımı, 79 dakika

13 Mayıs 2010 Perşembe

Bopha!

Başkalarının acısını izlemek, bir özgürlük mücadelesine omuz vermek, seyirciyi ruhsal açıdan da çok geliştirir. Çünkü aslolan, “başkasının acısı” diye bir şeyin olmadığını anlamaktır, örneğin işkence gören bir çocuk, hangi ırktan, milletten olursa olsun, “bizim” çocuğumuzdur.

IMDB: 6.4
Allmovie: 3/5 yıldız
Manalı Filmler puanı: 6.8

İnsanların yüreklerini ortaya koyarak yaptıkları işleri daha bir takdir ediyorum sevgili okur, hele bu kişiler Holivud gibi güce, başarıya tapan bir sektöre mensuplarsa yaptıkları filmin değeri daha da artıyor.

Örneğin Morgan Freeman’ın yönetmenlik yapmaya, hadi yaptı diyelim, ilk ve tek filminde Güney Afrika’daki ırkçılığa eğilmeye çok mu gereksinimi vardı ki?.. “Bruebaker” (1980) gibi filmleri de içeren bir kariyerden sonra, 1989’da “Driving Miss Daisy / Bayan Daisy ve Şoförü” ile dünya çapında üne kavuşmuş ve ikinci kez Oskar’a aday gösterilmiş, “Glory / Zafer”, “Robin Hood” derken “Unforgiven / Affedilmeyen”le (1992) ün ve başarısını artırmıştı. Hemen ertesi yıl, düşük bütçeli bir projeyle, o günlerde ırkçı yönetim hala devam ettiği için Zimbabwe’de çekim yaparak “Bopha!”yı yönetti.

Aynı şekilde Danny Glover da 1985’te ünlü “The Color Purple / Mor Yıllar”da başrol oynamış, iki yıl sonraki “Lethal Weapon / Cehennnem Silahı” ile ününe ün katmıştı. Hele de ırkçı yönetimin “piyonu” pozisyonundaki bir komiseri canlandırmaya onun da hiç ihtiyacı yoktu.

Fakat dünyanın bu tür filmlere gereksinimi vardı.

Nelson Mandela 27 yıllık bir hapisliğin ardından, 71 yaşında özgürlüğüne kavuşalı 3 yıl olmuş, ama Güney Afrika’ya eşitlikçi ve demokratik bir yönetim hala gelmemişti (İlk demokratik seçimler 1994’te yapıldı, Mandela devlet başkanı seçildi).

Sonuçta Güney Afrika’daki özgürlük mücadelesi (ve konuyla ilgili filmler) başarıya ulaştı, ama dünyanın bu tür filmlere hala gereksinimi var.

Çünkü başkalarının acısını, dünyanın çok uzak bir ucunda da olsa yaşanan sıkıntıları izlemek, polis zulmüne tanıklık etmek, bir özgürlük mücadelesine omuz vermek, izleyiciyi ruhsal açıdan da çok geliştirir.

Çünkü aslolan, “başkasının acısı” diye bir şeyin olmadığını anlamaktır, örneğin işkence gören bir çocuk, hangi ırktan, milletten olursa olsun, “bizim” çocuğumuzdur.

İşte o çocukları, o zulmü başarıyla yansıttığı için Freeman’ın kalbimizdeki yeri bu filmle daha da arttı.

İlk kez koltuğa oturan birinden beklenebileceği gibi yönetmenliği biraz fazla düz Freeman’ın, senaryoda da sıkıntılar var. Yine de hem öykünün sosyal-siyasi yönleri, hem de Komiser baba ile eylemci oğlun ilişkisi gibi dramatik öğeler etkili.

Fakat filmin asıl gücü oyunculuklarda… Bir Kubrick klasiği olan “A Clockwork Orange / Otomatik Portakal”ın unutulmaz oyuncusu Malcolm McDowell, Holivud’un en müthiş zenci kadın oyuncularından Alfre Woodard (“Passion Fish”, “K-Pax”) ve meraklısının “Ace Ventura: When Nature Calls / Budala Dedektif Afrika'da” filmindeki sevimli rolünden anımsayabileceği Maynard Eziashi, hayatının belki de en başarılı performansını veren Danny Glover’a ustaca eşlik ediyorlar.

İzleyin… Çünkü “Bopha!” Freeman’ın kurucu ortak olduğu Revelations Entertainment şirketinin sloganında dendiği gibi “Aydınlatan, kalbi ifade eden ve insani deneyimleri yücelten” filmlerden biri…

Meraklısına: Bopha kelimesi Zulu dilinde “gözaltı” ve “tutuklama” anlamlarına geliyor.

Bopha!
Yönetmen:
Morgan Freeman; Senaryo: Brian Bird, John Wierick (Percy Mtwa'nın oyunundan); Yapımcı: Lawrence Taubman; Oyuncular: Danny Glover (Micah Mangena), Malcolm McDowell (De Villiers), Alfre Woodard (Rosie Mangena), Marius Weyers (Van Tonder), Maynard Eziashi (Zweli Mangena), Malick Bowens (Pule Rampa), Michael Chinyamurindi (Solomon); 1993 ABD yapımı, 120 dakika; DVD firması: Paramount.

The Celestine Prophecy

IMDB: 4.7
Meta Critic: % 23
Manalı Filmler: 6.0

Ülkemizde “Kehanetlerin Gizemi”, “İleriyi Görmek Geleceği Yaşamak” gibi eserleriyle tanınan James Redfield’in ünlü romanı “Dokuz Kehanet”in filmi, şaşırtıcı bir dizi tesadüfün ardından kendini hayatını değiştirecek bir maceranın içinde bulunan John’un hikayesini anlatıyor. Peru yağmur ormanlarında çok eski bir takım elyazmalarını bulmaya çalışan John, serüven boyunca her iki taraftan insanlar tanıyacak, çatışmaların içinde kalacak ve var olduğunu bile bilmediği evrensel bilgiler edinecektir.

Filmin yaratıcı ekibinden Barnet Bain’i bir başka çok manalı film olan “What Dreams May Come / Aşkın Gücü”nün yapımcısı olarak tanıyoruz. Bain, bir Pan Nalin filmi olan “Buddha”nın yapım hazırlıklarını sürdürüyor.

“Dokuz Kehanet” insanın hayatını değiştirebilecek kitaplardan biri. Film içinse aynı şeyi söylemek imkansız. Yer yer ilginç olsa da, genel olarak çok mat, külliyen vasat, usta bir sinemacının dokunuşunun eksikliği çok belli…

Yine de özellikle spiritüel eserlerden hoşlananların izlemesi gereken bir film. Çünkü kitaptaki değerli bilgilerin bir kısmı filmde yer alıyor, üstelik görüntülerle aktarıldığı için daha da etkili oluyor.

The Celestine Prophecy
Yönetmen: Armand Mastroianni
Senaryo: James Redfield, Barnet Bain, Dan Gordon (James Redfield'in aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Barnet Bain, Beverly J. Camhe, Terry Collis, James Redfield
Oyuncular: Matthew Settle (John), Thomas Kretschmann (Wil), Sarah Wayne Callies (Marjorie), Annabeth Gish (Julia), Hector Elizondo (Kardinal Sebastian), Joaquim de Almeida (Peder Sanchez), Jürgen Prochnow (Jensen)
2006 ABD yapımı, 99 dakika.

11 Mayıs 2010 Salı

The Snow Walker

IMDB: 7.5
Allmovie: 3.5/5 yıldız
Rotten Tometoes: %85
Manalı Filmler puanı: 8.0

Kanada’nın kuzeyindeki göller-adalar bölgesinde ticari uçuşlar yapmakta olan pilot Charlie, veremden muzdarip bir Eskimo kızı hastaneye götürürken uçağı düşer. Rotasını değiştirdiği ve bölge çok geniş olduğu için kimse onları bulamaz. Issızlığın ortasında kalan ikili haftalarca hayatta kalma mücadelesi verirken, aralarında kopmaz bir dostluk bağı da oluşur ve tüm bu macera, Charlie’nin kişiliğinin olumlu yönde değişmesini sağlar.

Filmin gerçek mekanlarda, -28 ile -45 arasında değişen iklim koşullarında çekilmesi gerçeklik seviyesini çok artırmış, izleyici, karı, rüzgarı, adeta içindeymiş gibi hissediyor, usta işi senaryo ve oyunculuklar sayesinde karakterlerle tam olarak özdeşleşebiliyor.

Charlie’nin sağ dönmesinden umut kesildiğinde gıyabında düzenlenen cenaze töreninde patronu Shep’in okuduğu şiir ise bir filmde rastladığımız en etkileyici metinlerden biri…

Ödülleri:
Kanada Sinema ve Televizyon Akademisi’nin dağıttığı Genie ödüllerinde film, yönetmen ve senaryo dahil 9 adaylık (2004)

Seçme diyaloglar:
Shep: “Savaş sırasında Kanadalı teğmen pilot John McGee tarafından yazılmış ve uçağı düşürüldükten sonra dolabında bulunmuş: ‘Dünyadaki sert prangalarımdan kurtuldum ve gümüş kanatlarla gökyüzünde dans ettim. Güneşe doğru tırmandım ve bulutlar arasındaki baş döndürücü şenliğe katıldım. Hayalini bile kurmadığınız yüzlerce şey yaptım. Sallandım, döndüm, süzüldüm, güneşin sessizliğine doğru. Oralarda dolandım, haykıran rüzgarı izledim. Hünerli uçağımı havanın ayak basılmamış duvarlarına fırlattı. Coşkuyla yanan mavilikte yükseldim, yükseldim, rüzgârlı tepelere hafifçe dokundum... Ki orda ne bir leylek uçmuştur, ne de bir kartal. Ve zihnim hafiflemiş, sessizleşmişken, uzayın ayak basılmamış kutsallığına ulaştım. Elimi uzattım... ve Tanrı'nın yüzüne dokundum.’"

The Snow Walker
Senaryo ve yönetim:
Charles Martin Smith (Farley Mowat’ın "Walk Well My Brother” isimli kitabından); Yapımcılar: Rob Merilees, William Vince; Oyuncular: Barry Pepper (Charlie Halliday), Annabella Piugattuk (Kanaalaq), James Cromwell (Walter Shepherd), Kiersten Warren (Estelle), Jon Gries (Pierce), Robin Dunne (Carl), Malcolm Scott (Warren); 2003 Kanada yapımı, 103 dakika.

Be With You

IMDB: 7.9;
Manalı Filmler: 8.0

Uzakdoğu sinemasının ustası olduğu fantastik aşk filmlerinden biri…

Takumi ve 6 yaşındaki oğlu Yuji, yağmur mevsimiyle birlikte bir mucizeyi de beklemektedirler: Bir yıl önce vefat eden Mio, ilk yağmurlar başlayınca “dönmeye” söz vermiştir. Nitekim sözünü tutar, birlikte yürüyüşe gittikleri ormanda beliriverir. Ama evlilik hayatına dair hiçbir şey anımsamamaktadır.

TV’den gelen yönetmen Doi’nin eli yüzü düzgün çalışması, ülkesinde çok büyük bir gişe başarısına ulaşmış, hatta kendi çapında bir fenomen olmuştu: Örneğin Moi’nin ölümünden evvel oğlu için hazırladığı, ailenin hikayesini basit cümle ve resimlerle anlatan defter, kitap olarak basılıp satışa sunulmuştu. İki başrol oyuncusunun çekimlerin ardından evlenmesi de medyada epey yankılanmış, haliyle, Ichikawa’nın iki romanı daha perdeye aktarılmıştı: “Heavenly Forest” (Tada, kimi wo aishiteru, 2006) ve “Say Hello For Me” (Sono toki wa kare ni yoroshiku, 2007).

Holivud’un Jennifer Garner’lı bir tekrar çevrimini yapmaya hazırlandığı film, nedense ülkemize hiç uğramadı, oysa aşk, ölüm gibi temaları tipik Doğu yaklaşımıyla işliyor, yani hassas bünyelerde bol gözyaşı üretimine neden olabilecek her tür malzemeye sahip...

Ödülleri:
“En İyi Kadın Oyuncu” dalında Japon Akademisi Ödülü adaylığı (Yuko Takeuchi); “En İyi Asya Filmi” dalında Hong Kong Film Ödülü adaylığı

Be With You / Ima, ai ni yukimasu
Yönetmen: Nobuhiro Doi
Senaryo: Yoshikazu Okada (Takuji Ichikawa'nın romanından)
Yapımcılar: Kei Haruna, Shin Horiguchi, Minami Ichikawa

Oyuncular: Yuko Takeuchi (Mio), Shido Nakamura (Takumi), Akashi Takei (Yuji), Yosuke Asari (delikanlı Takumi), Chihiro Otsuka (Liseli Mio), Mikako Ichikawa (Midori)
2004 Japonya yapımı, 119 dakika.

PU-239 Zehirli Element

IMDB: 6.9;
Manalı Filmler puanı: 7.2

Rusya’da, Skotoprigonyevsk 16 nükleer tesisinde çalışan mühendis Timofey, bir felaketi önlemeye çalışırken radyasyona maruz kalır. Muayenede sadece 100 rem radyasyon aldığı kendisine söylenir, ancak Timofey aslında 1000 rem aldığını ve kısa sürede öleceğini anlar. Zaten bu yüzden işten çıkarılmıştır. Karısı ve çocuğunun geleceğini garantilemek için savaş başlıklarında kullanılan nükleer madde olan PU-239’dan 100 gram çalar ve karaborsada satmak üzere Moskova’ya gider, orada küçük çaplı kanunsuz işlerle uğraşan Shiv’le tanışır.

Ellerindeki radyoaktif maddeyi satmaya çalışırlarken Timofey, bazı insanların radyasyondan daha tehlikeli olduğunu öğrenecektir…

“An Inconvenient Truth / Uygunsuz Gerçek” belgeselinin yapımcılarından Scott Burns, ilk filmi “PU-239”da yine çevreci temalara eğiliyor. Nükleer enerjiyle ilgili ana hikaye, sosyal meselelerle ilgili öyküyle paralel anlatılmış ki bu çok akıllıca. Bir yanda ölmek üzere olan, zeki mühendis Timofey, öte yanda her an ölümle iç içe olan, cahil ve orta zekalı Shiv ve arkadaşları… Bir hikaye hüzünlü, diğer, traji-komik.

Her iki ana hikayenin ana kahramanlarına ve bunlarda anlatılan insanlık hallerine bir ağıt yakmak istercesine filmin renk ve ışığı da soluk mavi-yeşil tonlarda düzenlenmiş ve kesinlikle usta işi. Burns’ün gayet modern bir yaklaşımı var, yönetmenliği de birinci sınıf.

Rusya’da, Rus karakterler arasında geçen bu Amerikan filmi, sinemada farklı tatlar arayanlar için bire bir.

Ödülü:
Amerikan Sanat Yönetmenleri Birliği’nin En İyi Yapım Tasarımı Ödülü

Seçme diyaloglar:
Timofey (dış ses): “Etrafımız radyasyonla çevrili. Remle ölçülür. Denver'da yaşayan biri yüksekliğe göre yılda 0.05 rem alır. Bir hasta röntgen çekiminde 0.01 rem alır. Hiroşima'da bombadan sonraki doz 600 doz remdi... çoğu bir ay içinde öldü.”

Timofey (dış ses): “lşık hem parçacık, hem de dalgadır. Bir şeyin aynı anda iki farklı şey olabildiğini anlamak zordur. Ama bir kadın da hem parçacık, hem de dalgadır. Denizden bir deniz kabuğu alışını izlerken yaydığı dalgayı görürsünüz... Ve güzelliğini üzerinizden geçen elektrik akımı gibi hissedersiniz. Saçları yüzünüzü okşadığında ve elleri sizin ellerinizdeyken o bir parçacıktır… Bir çocuk da hem parçacık, hem dalgadır. Acı çekerken çıkardığı ses size ok gibi saplandığında o bir dalgadır. Doktor küçük bir kopyanız olan bebeği kucağınıza verdiğinde parçacıktır... Kadınlar, çocuklar ve ışık aynı anda iki şey olabilirler. Parçacık. Dalga. Sert zeminlerden seker ve köşeleri aydınlatırlar. Onlarsız çok karanlık olur.”

Timofey (Shiv'e): "Radyasyonun canlı organizmalar üzerindeki etkilerini biliyor musun? Protonlar DNA'nı parçalar ve genetik kodunu yeniden yazar. Diş için yazılmış kodlar kanser tarifi haline gelir. Kemik iliğin bağışıklık sisteminle birlikte iflas eder. Yanında öksüren biri sana enfeksiyon bulaştırabilir, sigara dumanı bir kurşun kadar öldürücü hale gelir. Gramın binde biri hayatını değiştirebilir.”

PU-239 Zehirli Element / Pu-239 – The Half Life of Timofey Berezin
Senaryo ve yönetim:
Scott Z. Burns (Ken Kalfus’un "PU-239" isimli kısa öyküsünden); Yapımcılar: Guy J. Louthan, Charlie Lyons, Vlad Paunescu, Miranda de Pencier; Uygulayıcı Yapımcılar: George Clooney, Ben Cosgrove, Zanne Devine, Steven Soderbergh; Oyuncular: Paddy Considine (Timofey), Oscar Isaac (Shiv), Kenneth Bryans (Prusokov), Radha Mitchell (Marina), Danya Baryshnikov (Tolya), Jason Flemyng (Vlad), Jordan Long (Yegor); 2006 ABD yapımı, 97 dakika; DVD firması: Tiglon / Diğer Yapımcılar.

Kapı

IMDB: 7.4;
Manalı Filmler puanı: 7.7

Bir adam devriyelerin gezdiği terk edilmiş bir kasabaya girer. Evine verdiğinde geriye dönüş sahneleri başlar: Nükleer kaza yüzünden orayı terk etmek zorunda kalmışlardır. Adam evine zamanında babasının cenazesinde kullandıkları kapıyı almaya dönmüştür. Şimdi aynı kapıyı radyasyondan zehirlenen küçük kızının cenazesinde kullanacaktır…

Halen ilk uzun metrajlı filmi “As If I'm Not There”in laboratuar işlemlerini sürdüren İrlandalı yapımcı Wilson, ilk kısa filmi “The Door”da Tarkovski filmlerini anımsatan bir eser vermiş.

Karlı manzaraları, kederli yüz planları, yürek burkan cenaze sahnesiyle film yuvasından, köklerinden koparılan insanların dramını aktarmakta hayli başarılı…

Ödülleri:
En İyi Kısa Film dalında Oskar adaylığı
Ayrıca 4 ödül

Seçme diyaloglar:
Baba (dış ses): “O gün biz sadece kasabamızı kaybetmedik. O gün tüm dünyamızı yitirdik.”

Kapı / The Door
Senaryo ve yönetim:
Juanito Wilson (Svetlana Alexievich’in “Monologue About A Whole Life Written Down on Doors – The Testimony Of Nikolai Fomich Kalugin” kitabından); Yapımcılar: Louise Curran, James Flynn; Oyuncular: Igor Sigov (Nikolai), Juliette Gering (Anya), Liliya Grechk (Lena); 2008 İrlanda yapımı, 17 dakika.

Körlük

IMDB: 6.7;
Allmovie: 2.5/5 yıldız
Rotten Tomatoes: % 41
Manalı Filmler puanı: 9.0

“City Of God / Tanrı Kent” ile son yılların en önemli sinema süprizlerinden birini gerçekleştiren Brezilyalı yönetmen Meirelles, yeteneğine uygun ilk başyapıtı “Körlük” ile verdi. Portekizli Nobel ödüllü ünlü yazar Jose Saramago’nun romanından uyarlanan film, belirsiz bir kentte, nedeni anlaşılamayan bir virüs yüzünden insanların kör olması üzerine gelişen olayları işliyor. Virüsten etkilenmeyen tek kişi olan Doktor’un Karısı, diğerlerine yardımcı olmaya çalışıyor.

Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen eser, körlüğü bir simge olarak kullanarak insanların maddi değerlere olan düşkünlüğünü eleştiriyor.

Çok iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış, inanılmaz başarılı bir film; mutlaka izlenmesi gereken işlerden…

Ödülleri:
Kanada Eleştirmenler Birliği’nce “Yılın En İyi Filmi” seçildi. Ayrıca Julianne Moore, Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu Film” dalında Saturn Ödülü’ne aday gösterildi (2009).

Seçme replikler:
Doktor’un Karısı: “Körlükten daha korkutucu olan tek şey, görebilen tek kişi olmak.”

Göz bantlı adam: “Adını bilmesem de içindeki seni tanıyabilirim. Ve bu gerçek kimliğimizdir”

Göz bantlı adam: “O anda, her şey normale dönüyordu. İlk o kör olmuştu, belki de hepimiz sırayla görmeye başlayacaktık. Bu sefer, gerçekten görebilecektik.”

Blindness / Körlük
Yönetmen:
Fernando Meirelles; Senaryo: Don McKellar (Jose Saramago'nun "Ensaio Sobre a Cegueira" isimli romanından); Yapımcılar: Andrea Barata Ribeiro, Niv Fichman, Sari Friedland, Sonoko Sakai; Oyuncular: Mark Ruffalo (Doktor), Julian Moore (Doktor'un karısı), Danny Glover (Göz bantlı adam), Yusuke Iseya (ilk kör olan adam), Yoshino Kimura (ilk kör olan adamın karısı), Gael García Bernal (Üçüncü Koğuşun Kralı), Sandra Oh (Sağlık Bakanı); 2008 Kanada, Brezilya, Japonya ortak yapımı, 121 dakika; Gösterim tarihi: 5 Haziran 2009; DVD firması: Tiglon / Focus.